Yolcu

Taşkın Deryadil

Taşkın Deryadil

27 Mar 2017 13:16
  • Üniversiteyi henüz bitirmişti. Diplomayı alalı ya 8 ya da 9 ay olmuştu.
    Okulun son iki senesinde, ülkede yaşananlardan dolayı, yüreğine gelecek kaygısı çökmüştü. 
    İşte o kaygı ve son aylarda birbiri ardına aldığı masumlara yapılan zulüm haberleri onu, hayatına başka diyarlarda devam etme kararı aldırmıştı. 
    Sabiha Gökçen’den uçağa binmek üzereydi..
    Gözlerinde yaş vardı.
    Ve derin bir hüzün…

    Beş arkadaş kaldıkları “talebe evi”nde demledikleri kan kırmızısı çayın etrafında bağdaş kurup oturduklarında birbirlerine okulda yaşadıklarını anlatırlardı. Ama okuldaki son sene, hepsi çok şey yaşamıştı.

    Partizanlıkta kimselere kül bırakmayan bazı okul arkadaşları, açıktan açığa hakaret ediyor, özellikle onların bulundukları ortamlarda hakaretin dozunu daha da arttırıyorlardı. 
    Bunlar dindar olduklarını söyledikleri halde, hatta kendilerini Osmanlı torunu diye vasıflandırdıkları halde kolaylıkla başkalarına iftira atabiliyor, başkalarının attığı iftiraları etrafa yayabiliyorlardı.

    Hele içlerinden bazılarının yaptıkları hepsinin zoruna gidiyordu. Çünkü tipi-boran günlerden önce, kaldıkları eve gidip gelen, yemek yeyip çay içen, arada onlarla aynı safta namaz kılanlar yok muydu! 
    Onlar, bu tertemiz insanları tanımayacak da kim tanıyacaktı ki!

    Bir insan, beraber yürüdüğü, beraber yemek yediği, beraber gezip dolaştığı, beraber namaz kıldığı, beraber dua ettiği, hatta secdede beraber ağladığı, oturup dertleştiği, cebindeki harçılığını bölüştüğü, vize-final haftalarında ders notlarını paylaştığı insanları nasıl tanıyamazdı ki!
    Bir insan, yıllarca beraber olduğu insanlara değilde, o insanlar hakkında ekranlarda açık açık yalan söyleyen, meydanlarda bağırıp çağırıp iftiralarla hedef gösteren, onlar hakkında ileri geri konuşan birine nasıl inanabilirdi ki!
    Doğru! Devir; mertlik devri değildi.
    Doğru! Devir; haklının yanında durma devri değildi.
    Doğru! Devir; masumu ölesiye savunma devri değildi.
    Devir; iyilerin iyi, kötülerin kötü bilindiği.. 
    Başlarla, ayakların yerlerini bildikleri.. 
    Gerçek vatanseverlerin, hakiki müminlerin alkışlandığı.. 
    Allah rızası için gayret edenlerin el üstünde tutulduğu devir değildi.
    Doğru! Devir; küheylanlarla itlerin birbirine karıştırılmadığı devir değildi.

    Hepsinin hepsine verecek cevapları vardı ama.. 
    Çirkinleşenlerle çirkinleşmek olmazdı ki. 
    Ne demişti muhterem büyükleri; “Herkes karakterinin gereğini yerine getirir!”
    O yüzden cevap vermediler.
    Gül yüzlüler hakkında yalanlar söylediler, iftiralar attılar, hakaretler ettiler, lakaplar taktılar, ötekileştirdiler, tehditler ettiler, tahrik edip kavga çıkarmak istediler..
    Ama hiçbiri onların oyununa gelmedi.
    Hepsine güçleri de yeterdi.. akılları da galip gelirdi.. 
    Ama bir yanda yalan, hakaret, küfür, iftira öğreten birileri ve onların öğrencileri..
    Bir yanda da kötülere ve kötülüklerine aynıyla karşılık verilmemesini öğreten Hz Muhammed’e (s.a.v) sevdalı Nur’un talebeleri..

    Sabır çektiler..hem de çok.
    Beraberce eda ettikleri namazlarda ağladılar.. Hem de pek çok.
    Yalnızdılar.. yapayalnız..

    “Ne zormuş Allahım yalnızlık..dışlanmışlık..ötekileştirilmişlik..
    Ne zormuş yalanlarla, iftiralarla boğuşmak..
    Ne zormuş hakaretlere, küfürlere sessiz kalmak..
    Ne zormuş dün koluna girip senden destek bekleyenlerin bugünkü yüzlerini görmek..
    Ne zormuş inandığın, savunduğun değerlere küfürler edilmesine susmak..
    Ne zormuş kendi vatanında düşman gösterilmek..
    Ne zormuş altında ağladığın bayrağına ihanet etmişsin gibi gösterilmek..”

    Annesinin elini öperken gözleri ağlıyordu.. ama yüreği kan revan.
    Çünkü söyleyememişti anasına en az 4-5 yıl görüşemeyeceklerini.. 
    Diyememişti, uzun bir süre başını dizlerinin üstüne koyamayacağını.. 
    Diyememişti, yemeklerini özleyeceğini.. kokusunu özleyeceğini.. “Mustafam hadi kalk gari” deyişini özleyeceğini..
    Mustafa diyememişti ama ana anlamıştı belki de.. ama o da bir şey diyememişti.
    Biliyordu yaşananları.. biliyordu kapkara bulutların Anadolu’ya nasıl çöktüğünü..
    Ve belki de hissediyordu gelecek daha da kötü günleri.. 
    O yüzden sadece, Mustafasına sarılırken sımsıkı;
    “Git oğlum. Allah yolunu açık eylesin. Rabbim, işlerini kolay kılsın. Rahman Rabbim, seni kötülerden ve kötülerin şerrinden emin ve mahfuz eylesin.” demişti.
    Ve ana da ağlamıştı.

    İşte, ayrıldığında beri ağlıyordu.. bazen gizli, bazen açık.. ama ağlıyordu. 
    Pasaporttan geçmeden önce tedirgindi biraz. 
    Ama anasının ettiği duayı hatırladı. 
    Abilerinden ve büyüğünden öğrendiği duaları mırıldandı.
    Hicret yolculuğu başlamak üzereydi. 
    Dilini bile bilmediği ülkeye gidecek ve orada “çay koy keçeli, yeniden başlıyoruz” diyen Üstad Hazretleri gibi yeniden başlayacaktı hayata..

    Uçağa binmek üzereydi..
    Gözlerinde yaş vardı.
    Ve yüreğinde derin bir hüzün.
    Anadan, vatandan ayrılma hüznü ve burukluğu..
    Ama birden yüreğine bir ferahlık düştü; 
    “Her kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de bulur. Her kim Allah'a ve Peygamberine hicret etmek maksadıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, kuşkusuz onun mükafatı Allah'a düşer. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” *
    Dinmişti gözyaşları.
    Yürüdü.
    “Allah’ım vekilimiz Sen’sin.. Allah’ım vekilimiz Sen’sin.. Allah’ım vekilimiz Sen’sin..”

    *Nisa suresi 100. ayet.

    Taşkın Deryâdil
    27.03.2017
    27 Mar 2017 13:16
    YAZARIN SON YAZILARI