Devlete Değil İnsana İnan

Mevlüt Karakaplan

Mevlüt Karakaplan

19 Ağu 2019 15:03
  • Aktüalite ve aktüel politikayla ilgili yazmamaya özellikle gayret ediyorum. Bu benim için önemli ve temel bir ilke. Dolayısıyla okuyucudan istirhamım, irdeleyeceğimiz güncel ve siyasi bir mevzu gibi gözüken bu konuyu, politik bir meseleden ziyade, verilen örnekle varılmak istenen noktaya dikkat etmesidir. Söz konusu olayı, gerçekleşmesinden bir hayli zaman sonra mevzubahis yapmamın sebebi bu gayretimdir. 23 Haziran 2019 İstanbul Büyükşehir Belediye seçimlerinden önce herkesin malumu olan ilginç bir TV programı yayınlandı. Fakat toplumumuzun her zaman her konuda yaptığı gibi bu mevzuu da çoktan unutmuş olmaları muhtemel.  İki önemli siyasi partinin başkan adayları televizyon ekranında canlı yayında birbirleriyle atıştılar. Tabii daha popüler olan ve herkesin kendisinden daha aklı başında açıklamalar beklediği aday Ekrem İmamoğlu idi. Çünkü bizim toplumumuzun kafası hep böyle çalışır. Yeni olan, popüler olan, düşmanımızın düşmanı olan hep iyidir, hep kurtarıcıdır, her zaman doğru taraftır.
    Neyse, konuyu aslından çok da koparmadan asıl meseleye dönelim. Bu TV programındaki Tartışmanın bir bölümünde sorulması kaçınılmaz olan ve her fırsatta 'İstiklal Marşı’nın okunmasının gerekliliği' gibi ''Levm'' edilmesi 'elzem' olan ''Fetö'' meselesine gelindi. Ve bu soru üzerinden de İstanbul’daki vakıfların, dernek ve kuruluşların etkinlikleri, yöntemleri, varlık gayeleri ve pozisyonlarına değinildi. İktidar partisinin adayının açıklamalarını belirtme ihtiyacı bile duymadan, daha aklı başında diye zannettiğimiz muhalif partilerin ortak adayının açıklaması ve konuya yaklaşımı üzerinde durmak istiyorum. Moderatörün bu sorusuna hiç de şaşırmadığım şu açıklamayı yaptı İmamoğlu; 'Ben sadece devlete inanırım. Aslolan devlettir. Devletin güçlenmesine inanan bir ahlaktan geliyoruz. Devlet varken, belediye varken, yurtları neden başka kuruluşlar yapsın'' gibisinden bir sürü 'devlete tapınmacı' açıklama yaptı. 

    Bence İmamoğlu bu açıklamalarıyla hayatı ve dünyayı, yani meseleleri algılayıp anlamlandırma biçimimize dair çok önemli bir noktaya temas etmiş oldu farkına varmadan:  Gelişmiş dünyaya bir türlü yetişemeyişimiz, eğitim politikalarımızın bir türlü netice veremeyişi, despot ve diktatörleri yetiştiren siyasi kültür ve sistemimiz, insanı ve dünyayı gerçek manada anlamaktan çok uzak şu seviyesizliğimiz, milliyetçi-muhafazakâr ve ulusalcı-devletçi bir kısır döngü içinde çırpınıp durmamız… Bütün bu düşüncelerin kaynağı ve yine bu hastalıklara rengini veren Orijin noktası, İmamoğlu'nun özetlediği bu problemli zihniyetin ta kendisiydi. Ortadoğu halklarının çoğunda olduğu gibi Anadolu halkında da devlet yeryüzündeki en önemli ve en öndeki kutsal varlıktır. Bu anlayış tarihin çoğu dönemlerinde de böyleydi. Osmanlı’nın çok kısa bir dönemi hariç, gerçek manada hiçbir objektif görüş Osmanlı’da dinin devletten önce geldiğini iddia edemez. Hatta ve hatta İslam'ın siyasallaşması sürecinde Osmanlı’nın bu tavrının büyük payı vardır. Bu anlayış Osmanlı’da olduğu gibi Osmanlı’dan önceki İslam devletlerinin çoğunda da geçerlidir. Esasında Emeviler ve sonrasındaki bütün İslam Devletlerinin hal-i pürmelâli budur. 

    İmamoğlu'nun açıklamasına dönecek olursak, bu ifadelerden benim anladığım şudur: ben her şeyden önce devlete İnanırım. O neye doğru diyorsa doğru odur ve neye yanlış diyorsa o yanlıştır. Devlet varsa her şey var ve devlet Yoksa hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla herkes ve her şey devletle kıyaslandığında onun yanında ikinci sırada kalır. Doğal olarak insan devlet içindir. Neticede her şeyin en doğrusunu devlet bilir ve en iyisini devlet yapar ve yapabilir. Mevzubahis olan şey ''din''  olsa bile bu böyledir. Dini de, özgürlüğü de, demokrasiyi de, eğitimi de, vs en iyi şekilde hep devlet bilir ve devlet gerçekleştirir. 

    Aslında bu bakış açısı devletin resmi ideolojisi olan Kemalizm'in de kısa bir özeti gibidir. Fakat bu düşünce sadece Kemalist felsefeye ait değil, ister sol ister muhafazakâr olsun, Türkiye'deki tüm görüşlerin mantalitesi devlete tapınmacı bu temele dayanır. Ve aynı zamanda bu açıklamalar bizim kültürel kodlarımızın şifreleri mahiyetindedir. Çünkü Türkiye'de ortalama bir vatandaşın düşünce şekli ve bakış açısı tam da bu biçimde işler. İlginç olan ise, Türkiye’deki farklı etnik kökene sahip insanların çoğunun da böyle düşünüyor olmasıdır.  Bu tablo Ortadoğu’nun neredeyse tamamında aynıdır. Bu coğrafyada yaşayan ortalama vatandaşların çoğu aynı şekilde bakar bu meseleye. 

    Tarihsel süreç içerisinde meydana çıkıp iyiden iyiye yerleşmiş olan bu problemli düşüncenin sebeplerini üç temel maddede sıralayabiliriz:  1). Geleneksel örf ve alışkanlıklar. 2). Devletlerin (özellikle bu coğrafyadaki), iktidarı koruyup sağlamlaştırmak için din de dâhil olmak üzere, bütün aygıtlarını kullanarak vatandaşlarına öğrenilmiş bir düşünce şekli öğretmesi ve bunu dikta etmesi. Yani düşünmenin kendisinden ziyade, nasıl düşünüleceğinin bile belirlenmiş olması. 3). Din olarak İslam'ın ortaya çıktığı ilk dönemde, din ile devletin paralel şekilde ortaya çıkmış olması. Daha açık ifade edecek olursak; İslam, bir devlete, bir yönetim şekline inmediği halde, ya da hâli hazırda kurulu bir devlete inmediği halde, bir (İslam)devletin(in) kurulup gelişmesi ile dinin yayılıp büyümesi doğru orantılı şekilde gerçekleşmiştir. Bu paralel gelişim müslüman toplumlarda din ve devlet olgularının birbirinden ayırt edilememesi sonucunu doğurmuştur. Dolayısıyla İslam'ın  ''devlet'' ile aynı anda olgunlaşması, bu tarihi alışkanlığın vermiş olduğu refleks,  din ile devletin birbirinden tefrik edilip farklarının idrak edilememesiyle bahsettiğimiz problemlerin gerçekleşmesinde rol oynamıştır.

    Artık Dünya topraklarının bile yetersiz kaldığı ve insanoğlunun yaşamak için gözünü uzayın derinliklerine diktiği bu 21.yy'da, devletin bu kadar belirleyici ve öncelikli olmasının ve bu durumu devam ettirmeye çalışmasının hiçbir mantığı ve anlamı yoktur. Bırakın 21.yy'ı,  yaklaşık 5 bin yıl önce bile Antik Helen Siteleri'nde kamusal alan ve sivil alanın ayrımı ve farkları üzerinde tartışılıyordu. Gelişmiş ülkeler ve gelişmiş demokrasiler de hep bu tartışmaların tomurcuklarından neşv ü nema bulup arz-ı endam ettiler. Bu toplumlar bizim kutsal olarak gördüğümüz devlete dokunarak bugünkü pozisyon ve seviyelerini elde edebildiler. Öncelikle devletin 'ne olduğu' üzerinde durdular; onu tekrar ele aldılar ölçtüler, biçtiler. Sonrasında ise devletin konumunu en ön sıradan alıp ikinci sıraya düşürdüler. Ve İnsanı en ön sıraya yerleştirdiler. Ama baktılar ki devlet yine durmuyor. Buna karşın sivil toplumu keşfedip biçimlendirdiler ve yetkilendirdiler. Bunu ise daha çok sivil toplum kuruluşlarının aracılığı ile gerçekleştirdiler.  Böylece dini inancı ve etnik kökeni önemsemeyen, eşit insanlar topluluğu oluşmaya başladı. 

    Önceki yazılarda sıkça tekrarlandığı gibi yine belirtmek istiyorum; devlet, insanın oluşturduğu bir yapıdır ve insan için vardır. Önce İnsan gelir. Bir toplumda farklı dinde, kökende ve görüşte çok fazla insan ve ya grup olabilir. Devletin, bu grupların eğitim, düşünce, dini hayat gibi konularda ihtiyaçlarını karşılayıp bu faaliyetlerinin tamamını üstlenip gerçekleştirmesi mümkün değildir. Çünkü neticede bir devlet, bu ihtiyaçların karşılanması için bu kadar fazla insan yetiştiremeyecektir. Bu mümkün olsa bile, devlet her bir düşünce için kendi resmi görüşünü oluşturmak zorunda kalır ve bunun neticesinde devlet despotizmi meydana çıkar. Dolayısıyla bu faaliyetlerin büyük çoğunluğunu sivil toplum kuruluşları ve sivil toplumun bizzat kendisi gerçekleştirir ve gerçekleştirmek zorundadır. Özgür düşüncenin, demokrasinin, bireyselliğin ve küreselleşmenin bu kadar hızlı gerçekleştiği bir dünyada bizi geleceğe ancak ve ancak sivil toplum kuruluşları taşıyabilirler, devletler değil.  Bu sebepledir ki, ''devlete inanmak'' gibi kutsal gördüğümüz tabularımızı yıkıp insana ve değerlere inanmayı alışkanlık haline getirmemizin vakti geldi ve hatta çoktan geçiyor bile.

    Mevlüt KARAKAPLAN 
     @mevlutkk13

    19 Ağu 2019 15:03
    YAZARIN SON YAZILARI
    YAZARLAR