Bir hac hatırası


Yıllar önce hacdayım. Kâbe'nin karşısında oturuyorum. Renk renk, kadın-erkek, ayrı milletlerden, ayrı ayrı dilleri konuşan insanları seyrediyorum. Hepsi bir gaye etrafında dönüyor: Allah rızası! İslamiyet, çeşitli dillerden, illerden, yaşlardan, cinsiyetten insanları bir gaye etrafında toplayabiliyor. Onları kardeş ilan ediyor. Huzur içinde bir birlik ve beraberlik tesis ediyor. O muhteşem birliğin tahakkukunu, hayranlıkla seyrediyor ve İslam dünyasının İslamiyet'i anlayamayışına, bu birlik sırrını idrak etmeyişine şaşıyordum. Birden yanı başımda bir genç peyda oldu. Beni tanıyormuş. Patnoslu imiş. Ben hiçbir şey söylemeden anlatmaya başladı. Zaten tefekkür iklimine kanatlanmış, yorulmuştum. Onu dinlemeye koyuldum: "Türklere çok kızıyordum. Bizi dinsiz bıraktılar, kitapsız bıraktılar, cahil bıraktılar, memleketimizi geri bıraktılar. Kürdistan'ı böldüler. Bizi hürriyetsiz bıraktılar. Memlekette başarılı olmak, bir yere gelmek, önemli şeyler başarmak istersen, Kürt kimliğini unutacaksın, anadilini unutacaksın. Türkleşeceksin. Halbuki benim dedem, amcam, dayım ve akrabalarım da bu vatan için ölmüş. Çanakkale, Allahuekber Dağları, Yemen, Balkan, Hicaz, Sakarya, savaş meydanlarını Kürt çocukları da kanıyla suladı. O zaman dava, Türklük-Kürtlük değil, Allah rızası için vatan kurma davasıydı. Şimdi neden Kürt horlanır, dilini konuşamaz. Dinini, dairelerinde saklar. Memur olsa başörtüsü takamaz, okula gitse saçını örtemez. Birçok resmi kurumda cuma namazı kılamaz. Bu ne biçim iş? Biz İstiklal Savaşı'nı kazanıp kendi devletimizi kurmadık mı? Bu sistem, neden bizim dinimize, dilimize, başımıza, saçımıza savaş açıyor? Bu düşünceler, beni çileden çıkarıyordu. Ben de dağa çıkmak istiyordum. Bu devlete neden boyun eğecektim? Neden vergi verecektim? Okula giden kız çocuklarımın başını açsın, onları dinimden daha çok uzaklaştırsın diye mi? Günün birinde elime Bediüzzaman Said Nursi'nin Mektubat adlı kitabı geçti. Okudum. "Türk kardeşlerim" diyor. Kızdım. Okudum. Uyuyamadım. Bu ne biçim Kürt alimi idi? Bizi geri bırakan, ezen, horlayan Türklere neden kardeşim diyordu? Amcam Risale-i Nurları okumuş ve anlamış biriydi. Öfkeyle ona gidip sordum: - Neden Said Nursi, Türk kardeşlerim diye yazıyor. Onlar bizi kardeş kabul ediyor mu ki?!. - Türklerin hepsi bir değil, dedi. Dindar olanları var. Said Nursi'nin eserlerini okuyanlar, gelip bize kardeşiz, diyorlar. İslamiyet, inanmış insanları kardeş sayar. Hangi ırktan olursan ol. Fark etmez. Onların içinde bizi de, onları da İslamiyet'ten uzaklaştıran bir grup var. Etkili yerlere gelmişler. Devletin dümenini ele geçirmişler. Hem Türkleri hem de Kürtleri dinden uzaklaştırmaya çalışmışlar ve çalışıyorlar. Said Nursi, hem onları, hem bizi, dinimizi anlamaya ve kardeş olmaya çağırıyor. İslamiyet, evrensel bir din. Kabile dini değil. İslam alimleri, peygamberlerin vârisleri. Peygamberler, nasıl ırk ve millet farkı gözetmeksizin Allah'ın dinini insanlara tebliğ etmişlerse alimler de aynısını yapıyorlar. Said Nursi, iyi bir İslam alimi. Kur'an-ı Kerim'i anlamış ve fevkalade güzel yorumlamış. Herkese anlatıyor. Dinsizlere karşı bayrak açmış. Dindar olan herkesi kardeş kabul ediyor. Onun için Risale-i Nurları Türkler içinde de severek okuyanlar çok. Devletin yönetiminde bulunan din düşmanı insanlar, onlara da savaş açıyor. Onları da devlet uzun zaman takip etti. Yakaladı, tutukladı, hapsetti. Risale-i Nur'u okuyan Kürtler de, Türkler de çile çekmekte ortak oldular. Ama kardeş olduklarını hiçbir zaman unutmadılar. Sadece Kürtler ve Türkler değil, Kur'an'ın mesajını anlayan herkes kardeş olduğunu anlamak zorunda. Arap, İranlı, İngiliz, İspanyol, Rus... "İnananlar kardeştir." Allah böyle buyuruyor. Bediüzzaman, Allah'ın kardeş ilan ettiği insanlara, düşmanım mı diyecekti? Allah kardeşsiniz diyorsa, kardeşiz. Bir İslam alimi, Kur'an'ı anlayıp anlatmak zorunda. Başka türlü hareket edemez, başka türlü davranamaz, başka türlü yazamaz. Said Nursi'ye önyargısız yaklaştım. Eserlerini anlamak maksadıyla yeniden okumaya koyuldum. Sizinle kardeş olduğumu, onun sayesinde anladım. Şimdi devlet, din kardeşliğini anlasa da, gençlere ve çocuklara bunu anlatabilseler ve eğitebilseler, Kürtçülük meselesi de, PKK derdi de biter. Ama nerede o devlet? Onu bulduğumuz zaman, bu vatanda ve bütün İslam dünyasında yaşayan herkes ile kardeş olduğumuzu anlayacağız. Keşke Türkiye Cumhuriyeti, kendi kültür mirasına sırt çevirmese idi. Fransa'yı taklit etmeye özendiği kadar, Osmanlı'nın örnek taraflarını alsaydı. Osmanlı, altı asır bir düzine milleti, refah, adalet ve medeniyet dağıtarak idare etmiş. Bizim Cumhuriyet yöneticileri, Kürtlerle mevcut kardeşlik bağlarını koparıyor, iki milleti bin yıldır bir arada tutan bağları keşfedemiyorlar. Belki de keşfetmek istemiyorlar. Dinimizin Türk-Kürt-Çerkez, Arap bütün Müslümanları kardeşlik bağları ile kuşattığını bir türlü kavrayamıyorlar." O dertli delikanlıyı dinlerken yorgunluğum ve hüznüm iyice arttı. Kâbe karşısında olmak bile insanı teselli etmiyor. İslam âleminin derdi, yüreğimi orada da yaktı. Delikanlıya cevap vermem gerekiyordu. O, bir sürü şey anlatmıştı. Ben de bir şeyler söylemeliydim. Ne diyecektim? Derdi de, dermanı da söylemişti. Sevgiliye bir çift hasret selamı yollar gibi şöyle mırıldandım: Neredesin derdimizin devası İslamiyet?.

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER