Kur'an Aklı


Geçtiğimiz günlerde kaleme aldığım yorum yazısında Hocaefendi'nin "Natüralist akılla değil, Kur'an aklı, Kur'an mantığı ile muhasebe yapın, muhakemede bulunun, murakabeden dur olmayın. Kendi küçüklüğünüzü nazara alın; O'nun büyüklüğünü düşünün. Her şey ama her şey O'nun yed-i kudreti elindedir deyin." cümlesinde geçen "Kur'an aklı, Kur'an mantığı" kavramlarının açılmasını isteyen hatta bunu zaruri gördüğünü söyleyip gerekçelerini açıklayan bir e-mail aldım. Okuyacağınız yazıda bunu yapmaya çalışacağım. Söz sahibi Hocaefendi olunca, tabii ki ilave bir izah ve açıklama için ona müracaat etmek gerek. Müslüman olan herkesin kabulleneceği gibi Kur'an her Müslüman'ın hayatının merkezinde yer alır; daha doğrusu alması gerekir. Fakat gel gör ki hakikat-i hal bu değildir. Hem de asırlardır. Siz de öyle düşünmüyor musunuz? Müslüman-Kur'an münasebeti açısından bugünkü manzaraya baktığınızda, gerçekten Kur'an her Müslüman'ın hayatının merkezinde yerini alıyor mu? Uzağa gitmenize, etrafınıza bakmaya gerek yok; kendinizden hareketle cevap verin yeter. İstisnaları yok mudur? Elbette vardır. Ama mevzumuz sayıları yüzlerle, binlerle ifade edilecek istisnalar değil; 1,5 milyarlık İslam dünyası. Halbuki sahabe ile başlayıp dedelerimize-babalarımıza uzanan mazimizde böyle değildi. Sahabe dönemi sonrasında kesintiler, mutlakiyetten izafiyete, asliyetten zilliyete uzanan çizgide farklı desenler, inişler-çıkışlar olsa da çok farklı bir manzara vardı Kur'an'ın hayata hayat olmasında. Özellikle Hulefa-i Raşidin dönemi. Çokları itibarıyla Kur'an'ın inişine şahit olmuş bir neslin yaşadığı o dönemde Kur'an aklı, Kur'an mantığı ve bu iki kavram etrafında olgunlaşan Hocaefendi'nin isimlendirmesi ile "saf Kur'an kültürü" gelişen, değişen, dönüşen ortamlarda, yeni ortaya çıkan durumlar karşısında nasıl tavır alınacağı konusunda insanlara yol göstermeye yetiyordu. Herkesin bildiği bir misali Hocaefendi'den aktaralım: "Mesela, Seyyidina Hazreti Ömer, evlilik akdi esnasında tespit edilen mehir miktarı hakkında üst sınır belirlenmesi gerektiğini söylüyor -Ömerce bir zühul sayılabilir, bize göre bir zühul da değildir. Çünkü evlenmeyi kolaylaştırmak adına çok önemli bir husus olduğundan bunu hemen her aklı başında halife düşünmüştür-. O, bunu mehir miktarının evliliğe engel olmaması için yapıyordu. Bir hutbe esnasında mescidde irad edilen bu beyan karşısında bugün adını sanını dahi bilmediğimiz bir kadın; 'Ya Ömer! Senin bana ulaşmayan bir başka bilgiyle Efendimiz'den duyduğun bir şey mi var? Çünkü Kur'an'da Allah 'Ve âteytüm ihdâhünne kıntâran' diyor. Demek ki kantar kantar mehir verilebilir.' Hazreti Ömer hiç tepki göstermeden o kadının itirazını yerinde buluyor ve kendi kendine, 'Yaşlı bir kadın kadar da dinini bilmiyorsun.' diyerek sözünü geri alıyor." Hz. Ömer'in bir hakikatin kendisine anlatılması karşısında hemen aldığı tavır bir kenara, bayanın anında yaptığı itiraza ve o itirazda dile getirilen yoruma bakın ve kendinize sorun "o ayetten bu yorumu yapmak nasıl mümkün oluyor" diye. Mümkün oluyor, çünkü onların en küçüğünden en büyüğüne bütün meselelerde ilk müracaat kaynakları Kur'an. İşte bu kabulleniş, bu bakış açısı Kur'an ile onlar arasında ayrı bir münasebetin kurulmasına yol açıyor. İlim adamlarımız hariç, belki de sıradan Müslümanlar olarak bizim hiç ama hiç tatmadığımız bir şey bu. Tatmayı bırakın, aklımıza bile getirmediğimiz bir gerçek maalesef. Haliyle sahabenin bu yaklaşımı onlarda ayrı bir mümarese oluşturuyor; kabiliyetler o noktada inkişaf ediyor; Allah, lütfu ve ihsanı ile onların önüne ayrı ufuklar açıyor ve sonuçta "saf Kur'an kültürü" oluşuyor. Bu oluşumda etkili başka faktörler var tabii ki. Hocaefendi'ye göre bu faktörler şöyle sıralanabilir: 1- Her meselenin yegâne çözüm kaynağı olarak Kur'an'ı görmeleri ki bunu yukarıda söyledik. 2- Kur'ani ilmi marifet haline getirmişler. İzledikleri yol şu: Sahabe Kur'an ayetlerinde zikredilen icmalî bilgiye hemen iman etmiş ve ardından bu imanlarını tefekkürle açarak daha geniş bir ilmî çerçeve içine almışlar. Belki de bizim kaybettiğimiz, yanlış yaptığımız nokta bu. Seviye farkı mahfuz Kur'an'ın Allah kelâmı olduğunu kabul ve imanda bir problemimiz olmamasına rağmen, o bilgiyi tefekkürle, tezekkürle derinleştirmemek, derinleştirememek, tabiatımıza mal edememek. Hasılı imandan marifet ufkuna bir türlü yürüyememek. 3- Bütün hayatlarında hatta yeme-içme gibi en tabii hallerinde dahi sadece Murad-ı İlahi'yi gözetmeleri; dünya değil, ukba endeksli bir hayat yaşamaları. 4- Zihinlerini yabancı kültürlerin etkilerinden iradi olarak korumaları. Sahip oldukları meleke ile söz konusu kültürlerden alacağı veya reddedeceği şeyleri ayırt etmeleri ve böylece safi zihinlerinin kirlenmelerine imkân tanımamaları. Bir başka ifadeyle karşılaştıkları her şeyi Kur'an ve sünnet mizanları ile test etmeleri, bu iki kaynağı bir filtre olarak kullanmaları. Pekala sahabeyi anladım ama zamanının çocuğu olan bizler ne yapacağız diyorsanız: Önce zihin planında "olan" ile "olması gerekeni" tespit edeceğiz ki şimdiye kadar yazdığımız satırlar aslında bunu anlatıyor. Olması gereken, Kur'an aklına, mantığına ve onun saf kültürüne sahip olmak. Bunu böylece kabullenme, eksikliğini hissetme ve çözüm için çareler aramaya girme, çözüm adına % 50 mesafe alma demektir. Aksi bir kabul, bizi yerimizden hareket ettiremez; mevcutla iktifa etmemize sebep olur. Yine Hocaefendi'nin tabiriyle "kültür Müslüman'ı" olarak yaşamımıza devam ederiz. İkincisi; metodolojik bilgilerin ağırlıklı olarak yer aldığı okumalarla işe başlamak. Kur'an ve sünneti okumanın peşi sıra onları anlamaya, yorumlamaya yönelik bizim elimize kriterler verecek, kendimizi veya okuduğumuz bilgileri test etmeyi sağlayacak ölçüler kazandıracak eserleri okumak. Eğer elimizde böylesi kriterler olmazsa, her gün yüzlerce kitabın piyasaya çıktığı günümüzde neyi, nasıl okuyacağımızı şaşırır ve ortada kalırız. Dengesiz okumaların içine gireriz. Dengesiz okumalar ise insanı düşünce istikametini koruyamayan, bugün evet dediğine yarın hayır diyen; daha doğrusu en son okuduğu kitabın tesirinde söz söyleyen bir konuma sokar. Kendine has ifade insicamı ile ne güzel anlatır bunu Hocaefendi: "İşte bu tip insanlar yani dengesiz okuyanlar en son okudukları kitabın tesirinde kalarak sağda solda görüş beyan eder, bir gün sonra da önceki gün söylediklerine ters görüşleri rahatlıkla ortaya koyabilirler. Bu onların "İbn-i zaman" (zamanın çocuğu=dar zaman aralıklarına bağlı yaşayanlar) olduklarının delilidir. Hâlbuki bizim şimdi "ibn-i zaman"lara değil, zamanlarını aşan eserlere kulak veren, hatta böylesi eserler ortaya koyabilen insanlara ihtiyacımız var." Ne zaman olacak bu Kur'an aklı diyerek yola çıkıp saf Kur'an kültürüne ulaşmamız? Bugün başlayıp yarın neticesi alınacak bir şey değil elbette bu. Asırlık ihmallerin telafisi hemen olmaz; uzun zaman ister. Ama doğru teşhis, kısa, orta ve uzun vadede neticesi alınacak planlar eşliğinde doğru tedavi metotları ile belki "uzun" dediğimiz zaman kısalabilir. Gayret bizden, tevfik Allah'tan. Yazının sonunda şu can alıcı soruya cevap verelim: Kur'an aklı, mantığı, muhakemesi, murakabesi konusunda eksiğimiz var mı yok mu? Var diyorsak ve bu eksiği kapatmak için dertlenip çözme yoluna girersek, Allah'ın izniyle gerisi kolay. Unutmayalım, her şey ilk adımla başlar.

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER