Sistemin çöktüğünü şimdi mi farkettiniz?


Sistemin çöktüğünü şimdi mi farkettiniz? Yargı sistemimiz bir kez daha tartışmanın tam göbeğinde. Sistem çöktü çünkü. Görünen o ki artık tıkanıklığı gizleyecek ideolojik bir sütre de kalmadı. Yargıtay'da dosyası bulunan tutuklu sanıklar 2008'de çıkan AB uyum yasaları gereğince serbest bırakılmak zorunda kalınca kıyamet koptu. Olacağı buydu! Üst yargıda yığılan dosyaların depolanacağı bir mekân bile bulunamazken sorumlu kişiler siyaset hesabı yaptı, kendi vazifelerine zaman ayırma lütfunda (!) bulunamadı. Ve sistem gümbür gümbür yıkıldı... Bir kısım uyanık çevreler faturayı anında hükümete kesiverdi. Suçlu onlarsa hay hay hemen keselim cezayı ve halka karşı hesap versinler. Lakin konuyu saptırmaya hiç gerek yok. Yüksek yargının uzun yıllardan beri devam eden siyasal yaklaşımı bugünkü sonucu doğurdu. Defalarca yazıldı, söylendi; "Bu kadar dosya birikmemeli..." dendi ama aldırış eden olmadı. "İstinaf mahkemeleri kurulmalı..." dendiğinde sürekli engeller çıkarıldı. "Yeni savcı ve hâkim alınmalı, yoksa bu yığılmanın önüne geçmek imkânsız." dendikçe hükümetin sınav yapmasına mani olundu. Sonunda lastik patladı. Lafı eğip bükmeye hiç gerek yok: Yargıdaki özel nüfuzlarını vatandaşların hukukundan üstün görenler bugünkü vahim manzaranın oluşmasına yol açtı. Yargıdaki tıkanıklık bilinmiyor muydu? Yargı çevreleri durumun vahametini gayet iyi biliyordu. Bakmayın bir kısım medyanın bugün çıkardığı gürültüye. Medya da gayet iyi biliyordu ki yargıda biriken dosyalara set olabilecek bir baraj hâlâ icat edilmedi; edilemezdi de. Ancak yargı içindeki ideolojik saplantıya yandaş olan medya, bu durumu bile bile yazmadı, konuşmadı. Şimdi onlar da ağlama duvarı icat etmiş durumda. Niçin? Fatura siyasetçiye çıksın diye. Oysa herkes biliyor ki Danıştay, hâkim ve savcı alımlarını son 5 yılda 4 kez durdurdu. İstinaf mahkemeleri 2007'de devreye girecekti ki Yargıtay üzerindeki yük kalkabilsin. Yeri göğü inlettiler ve "Yargıtay'ın etkinliği azalacak!" diye feryadı bastılar, istinaf mahkemelerinin faaliyete geçmesini tehir ettiler. Savcı ve hâkim alımlarına YARSAV adlı bir örgüt itiraz etti ve 2006'da Danıştay yürütmeyi durdurdu. Bütün bunlar yaşanırken CHP'li bazı vekiller yapılan engellemelerin kahramanlık olduğunu sanıyor, medyanın bir bölümü de bu haksız uygulamaları destekliyordu. Böylece dosyalar dağ gibi yığıldı. 33 ay önce CMK'nın 102. maddesi devreye girecek, bugün yaşanan tahliye hadisesi o gün yaşanacaktı. Hükümet süreyi uzattı ki biriken dosyalar görüşülüp karara varılsın. Ne gezer! 2 senelik uzatma süresini değerlendir(e)meyen yargı, tutukluluk süreleri dolduğu için serbest bırakılan bazı zanlılar üzerinden psikolojik harp taktikleri güdüyor. İronik bir durum da var ortada. Hizbullah davasından yargılanan tutuklu sanıklar serbest kalınca etrafı daha bir vaveylaya boğuyorlar ki iktidar ile "radikal İslamcılar" arasında bir algı oluşsun. "Bu tutuklular niçin serbest bırakıldı?" diye feryat ederken 10 senelik tutukluluk süresinin Hizbullah davasından tutuklu olan kişiler için kısa olduğunu söylüyor, bu nedenle bu kişilerin hapishaneden çıkmalarını eleştiriyorlar. Bu tenkidi yapan şahıslar terör örgütü davalarındaki tutukluluk süresinin uzun olduğunu iddia ederek Ergenekon sanıkları için sürenin kısaltılmasını ve zanlıların derhal serbest bırakılmasını talep ediyor. Ee hani süre kısaydı? Bazı derin çevreler tam bunalımda! İşin aslı şudur: Türkiye'deki yargı sistemi tam bir tıkanma yaşıyor. Birikmiş dosyaları bugünkü Yargıtay'ın jet hızıyla görüşüp karara bağlaması için en az beş seneye ihtiyaç var. Dosyalar biriktiği için maalesef rant kapıları oluşmuş. Yüksek yargıda dosyası olanlar işini ancak rüşvetle çözebiliyor. Maalesef toplumda yerleşen algı bu. Bir dosyanın öne alınması için büyük paralar verildiği söyleniyor. Bunu teyit edici bazı rüşvet ve görevi kötüye kullanma davaları da var üstelik. Bu durum adalete duyulan güveni temelden sarsmakta. Yargıtay'daki daire sayılarını ve üye sayılarını artırarak yığılan dosyaları derhal bitirmek şart! Ayrıca hâkim ve savcı yetersizliği ortada. Bir an önce bu kadroların doldurulması lazım ki 'geciken adalet' faciasından bir an önce yakamızı kurtarmış olalım. Yüksek yargının yükü istinaf mahkemeleri ile hafifletilmeli ki adalet sistemi dosyalar altında ezilmesin. Bütün bu adımlar atıldıktan sonra yargı mensupları siyasî kavgalardan ve kamplaşmalardan kendini arındırır, aslî işlerine odaklanırsa bugünkü vahim manzaranın ortadan kalkması uzun sürmez. Türkiye'nin buna acil ihtiyacı var... Tahrik etmek için tahrif etmek; bu mudur gazetecilik? Bazı gazeteler (televizyonlar, internet siteleri vs.) vardır; çok dikkatle okunmaz, orada yazılanlar üzerinde fazla durulmaz. Uç noktalara hitap ettiği düşünülür çoğu kez. Ne var ki bazen o "marjinal" yayınlar akla hayale gelmedik işler yaparak kafa karıştırır, mide bulandırır; en azından bilgi kirliliğine yol açar. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Diyarbakır ziyareti önemliydi. Ülkenin bütünlüğü ve devlet-halk kucaklaşması açısından tarihî bir fırsattı. Ne yazık ki bazı küçük siyasî hesaplar ve partizan değerlendirmeler nedeniyle Diyarbakır gezisi (halkın teveccühüne rağmen) bazı çevrelerce tam anlaşılamadı. Hatta takdir beklenen yerlerden akıl almaz tenkitler de yükseldi. Mesela MHP. Devletin en zirve noktasındaki bir kişinin Diyarbakır'da sevgiyle, coşkuyla karşılanması her fırsatta bölücülük karşıtı duruşunu ortaya koyan Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) tarafından takdir edilmeliydi. Lakin öyle olmadı. Devlet Bahçeli sert bir açıklamada bulundu. Bahçeli'nin konuşması, MHP'nin bildik hassasiyetlerine uyan bir yaklaşım biçimi değildi. Ülkenin bütünlüğü söz konusu olduğunda siyaset adamı kimliğini bir kenara bırakarak devlet adamı olgunluğu içinde konuşan Bahçeli'nin sert üslubunu şahsen yadırgamıştım. Ta ki, MHP'nin yayın organı olarak bilinen Ortadoğu gazetesini göreceğim ana kadar. 2 Ocak 2011 tarihli Ortadoğu gazetesi sürmanşetinde Abdullah Gül'ün ziyaret fotoğrafını neşretti. Fotoğrafta Cumhurbaşkanı, Diyarbakır Belediye Başkanı ve folklor ekibi bulunmakta. Fotoğraf havaalanındaki karşılama töreninde çekilmiş. Gazetenin bu fotoğraf altında kullandığı başlık aynen şöyle: "Gül, çift dilli tabela görmemiş." Başlıktaki 'çift dilli tabela'ya özel vurgu yapılması doğal; çünkü Ortadoğu'nun kullandığı ve sürmanşete taşıdığı fotoğrafa göre Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün arkasında Türkçe-Kürtçe bir levha var. 'Çift dilli tabela' tartışmalarına Köşk'ten, "Böyle bir tabela görülmedi." dendiği için Ortadoğu'daki arkadaşlar bu tarihî (!) fotoğrafı yayınlıyor; ta ki belgeli gazetecilik yaptıkları anlaşılsın diye. Peki gerçek bu mu? Hayır! Havaalanında çekilen fotoğrafın arkasında ağaçlar var; levha yok, tabela yok, pankart yok. Ortadoğu'nun çift dilli tabela dediği levha, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'ne ait, başka bir mekânda yer alıyor. Fotoğrafların orijinallerini yan yana getirince çok net anlıyorsunuz ki, gazetenin tasarımcıları bir yerdeki levhayı photoshop vasıtasıyla söküp Cumhurbaşkanı'nın karşılanma fotoğrafının arka fonuna yapıştırmış. Üstelik bu fotoğraf, 31 Aralık 2010'da, bu kez manşetten verilmiş. Köşk'ün açıklamasına nazire yaparcasına, iki gün sonra tekrar basılmış. İki farklı mekândan iki ayrı fotoğrafı tek bir fotoğraf haline getirmek için ustaca kolaj (!) yapmayı deneyen gazete yazı işleri gerçekleri tahrif ettiğinin farkında. Ya okur? Okur sürmanşette gördüğü fotoğrafın aslında kolajlanmış bir çalışma olduğunu nasıl anlayacak? Mümkün değil! Değil sıradan bir okur, MHP'li yöneticiler bile photoshop dehası (!) mizanpajın farkına varamaz. Kim bilir belki de MHP'li yetkililerin haddinden fazla öfkeli açıklama yapmasının arkasında böyle sebepler yatmakta. İnsanları tahrik etmek için olayları tahrif etmek belki partizanlıkla açıklanabilir; ancak gazetecilikle açıklanamaz. Hele ülke sevdasıyla hiç açıklanamaz; çünkü millî birlik, ayrıştırıcı yalanlarla değil, bütünleştirici gerçeklerle inşa edilebilir...
<< Önceki Haber Sistemin çöktüğünü şimdi mi farkettiniz? Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER