Bir musibet, bin nasihat


Sorunları zamanında daha büyümeden çözememenin sonu Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı mecburi tahliyeler manzarasıdır. İyi bir manzara da değildir. Dahası... Bir konuyu bu kadar süre bu kadar çok tartışıp da yargıyı hızlandıramayan, tutukluluk sürelerini makul bir ölçüye; yani adaletli bir seviyeye yaklaştıramayan bir ülkenin hak ettiği bir manzaradır aynı zamanda... Yıllarca kendi kendimize nasihat edip durduk, şimdi musibeti izliyoruz. Haklarında son hüküm verilmeden insanların 5, 10, 15 yıl cezaevlerinde kalması ne kadar kabul edilemezse; gerek bidayet mahkemelerinin ve gerekse Yargıtay’ın dosyaları inceleyememesi nedeniyle en sansasyonel suç zanlılarının birdenbire serbest kalması da kabul edilemez. En kabul edilemez olan ise bütün bunların göz göre göre yaşanmış olmasıdır. Yargı sistemindeki kast, dokunulmazlık, kendini sorgulatmazlık ve küçük olsun benim olsun ısrarı artık yerle bir olmuştur. Ankara’da yargı kurumlarını kendilerinden menkul bir meşruiyetle idare eden, 1,5 milyon dosyayı tozlu raflarda biriktirip; sayısız vak’anın zaman aşımına uğramasına seyirci kalan bir yargı anlayışının ürettiği kaçınılmaz sonucu yaşıyoruz. Bu öyle bir sonuç ki aslında her yıl binlerce dava sadece Yargıtay dosyaya bakmıyor veya bakamıyor diye zamanaşımından boşa çıkıyor. Hukukun ihlali için illa her vak’anın Hizbullah, PKK etiketi taşıması gerekmiyor. Elbette her biri vicdanları farklı yaralar ama adi cinayetten, borç alacak davalarına kadar onbinlerce suçlu uzayıp giden süreç sayesinde kurtulurken, onbinlerce kişi de bu hali çaresizce izliyor. Mağduriyetlerine mağduriyet ekleniyor. Tutukluluk süreleri sınırlandığı için serbest kalanlardan daha kötüsü, aynı gecikmenin ürettiği zamanaşımlarıdır. En yakın örnekleri hatırlayalım... Eski DİSK Başkanı Kemal Türkler’in davası gibi, Yüksekova çetesi davası gibi. Bütün ülkenin adım adım izlediği Uzanlar olayında 7 davanın birden zamanaşımına uğraması gibi... Ve tabi, medyaya konu bile olmayan iriliufaklı binlerce dava. Bazı dosyalar göz göre göre hukukun elinden kurtulurken Haberal ve Cihaner gibi veyahut da yüksek yargıyı doğrudan ilgilendiren davalar gibi bazı sansasyonel dosyalar bir çırpıda karar bağlandı. Mehmet Altan bu tabloya “iflasın tescili” diyor, başka söze de gerek yok. Yolun tam bu noktasında yapılacak her neyse, vakit geçirmeden yapmaktan başka çare de yok. Bugün gördüklerimiz daha rafine ve daha demokrat bir hukuk sistemine yoluna adım atan bir ülke için aynı zamanda büyük bir haksızlıktır. Yargıyı hızlandırıp, dava sürelerini kısaltarak adaleti tesis etmenin yolu vardır ve bu da vakit geçirilmeden tatbik edilmelidir. Kutsal olan adalet ve hukuktur, kurumlar değil. Hukukun tecellisi bütün yargı kurumlarından daha önemlidir. CMK 2004’te çıkarıldı. Yargı kendisini adapte edemediği için 102. maddenin yani, hüküm almadan tutuklu kalmanın süre düzenlemesinin uygulaması 2010 sonuna kadar ertelendi. Çözüm, şimdi bu süreleri yeniden uzatmak olamaz. Zira, insanları hakkında karar verilmeden bitmek tükenmek bilmeyen belirsiz bir tutukluğa mahkum etmek adil bir yöntem değildir. Geciken adalet adalet olamayacağına göre o halde yapılacak olan, geciken yargıyı hızlandırmaktır. Posta, tebligat, kimlik tespiti gibi çağdışı kalan mazeretleri ortadan kaldıran düzenlemelerden başlayıp Yargıtay dairelerinin sayısını gerektiği kadar artırmaya varan her şey yapılmalıdır. Böylelikle bir musibetin bin nasihatte hayırlı olduğunu da yaşayarak görürüz...
<< Önceki Haber Bir musibet, bin nasihat Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER