Dâveti anlamak lâzım


Geniş açıyı işaretleyip özü içselleştirme derinliğinin önemini vurgulayan "metot ve sentez" davetine bir miktar tahammülsüzlük gösterilmesi tabiîdir. Lâkin bunun da bir ölçüsü olmalı... Bu dâvet anlaşılamazsa nedameti duyulan ve boşluğu itiraf edilen geçmiş yanılgıların da anlaşılamadığı, 'yanılgı yenileme'nin ötesine geçilemediği sonucu çıkar. Temenni edelim ki öyle olmasın. Hayatta birçok ihtimal var. Ve tabii; hastalık, kaza, fakirlik, başarısızlık, gibi olumsuz ihtimaller de var. Bunların bazısı başınıza gelir, çeşitli zamanlarda ve derecelerde gelir. Yâhut, kıyaslandığında kayda değmeyecek kadar önemsiz kalabilir; nâdir de olsa, böyle talihli insanlar da vardır... Genel olarak hayatın inişli çıkışlı olduğunu, doğruluğuna inanılan değer ölçülerinin ve hükümlerinin her durumda geçerli bulunduğunu söyleyebiliriz. Biz sıkıntılardan, mahrumiyetlerden, olumsuzluklardan uzak kalmaya ve elimizden geleni yapmaya çalışırız ama, "maddî-manevî" açıdan yine de daha çok hata yapanların ve daha az çaba harcayanların gerisinde kalabiliriz. Elimizde olmayan sebepler vardır, gücümüzle, aklımızla, elimizle değiştiremeyeceğimiz şartlar vardır. Önemli olan, belirli şartlar ve imkânlar çerçevesinde "gerekli, mümkün ve doğru" olanları gerçekleştirme durumumuzdur. Yaşayacağımız zamanı biz seçmedik. İçine doğduğumuz aileyi toplumu ve toprağı da biz seçmedik. Gücümüzün ve irademizin dışında birçok belirleyici faktör var. Fakat gücümüzün ve irademizin dâhilinde olan, "duyuş-düşünüş-duruş-eylem" imkânları ve "ruhî-kalbî-aklî" tercih halleri bizi "sorumlu" ve bir mutluluk yolunun açılmasını "mümkün" kılar. Sorumluluğumuzu yerine getirme şuuru, mutluluğun kaynağıdır ve burada "maddî haz ve tatmin" bir kıstas değildir. Mutluluk, bir hayat standardı ve şablonu ile ifade edilemez. Eğer ikisi arasında bir determinist bağlantı kurarsanız, "gerekeni yapan zengin, sıhhatli, güçlü ve üstün olur" hükmüyle bir mutluluk ve üstünlük determinizmi oluşturursanız, bütün kavramların içini boşaltmak talihsizliğine uğrarsınız. Ve dahi, hiç mutlu olamazsınız! Bu, sadece bireyler için değil, toplumlar için de doğrudur. Yalnız kendi hayatınız için değil, tarih için de doğrudur. Mutlak adalet bu dünyada gerçekleşmez; mutlak adalet dünya âhiret bütünlüğünün kavramıdır. Yanlış anlamaya açılabilecek yolu hemen kapatalım: Elbette ki biz mutlak adalet istikametinde tedbir ve düşünce üreterek yaşayacağız. Öyle bir varış noktasını gerçekleştirme varsayımıyla ilgili idealize edilmiş hedeflere yöneleceğiz. Ama, bu dünyevî yaşayışın inişli çıkışlı olduğunu bilme şuuruna da sahip bulunacağız ki; tersliklerle karşılaşınca yanlış bir inanç ve güven sarsıntısı doğmasın ve aslında bir imtihan vesilesi olan bu olumsuzluklar bizi temel yanlışlara sürüklemesin. Meselâ Osmanlı'nın duraklaması ve gerilemesi, bunu doğuran sebeplerden çok; bunun doğurduğu hatalar sebebiyle önemlidir. Hemen özgüvenimizi kaybettik, yaptığımız her şeyin yanlış olduğunu kabullenip "aynen Batı gibi" olmayı tek kurtuluş yolu olarak gördük. Bu hal, "korunması gereken değerlerin kaybedilmesine, alınması gereken değerlerin alınamamasına, elenmesi gereken değersizliklerin katlanarak sirayetine" sebebiyet veren bir "garantili çöküş!" metodudur. Bütün dünyaya hâkim olamazdık, coğrafî-maddî gerileme kaçınılmazdı. Akdeniz'e hakîm olma bizim önceliğimizdi ve Batı, biz bunu halletmeden Yeni Dünya'ya açıldı. Bunun sonuçları elbette ki bazı dengeleri değiştirecekti. Böyle bir durumu tabii karşılayarak, 'tedbir ve düşünce üretimi'ni yeni bir denge kurulması amacına bağlamamız gerekirdi. Bizim asıl sıkıntımız, asıl meselemiz, düşünce üretiminin sıhhatsizliğidir. Bir açık oturumda Niyazi Öktem, "çok şey vardı ama, sosyal analiz yoktu" çıkışını yapınca, açık oturumdakiler bocaladı. 'İçtimaî Düşünce'yi geliştirmedik. İbn Haldun bu vadide gösterilebilen tek örnektir ve pek de kifâyetli değildir.
<< Önceki Haber Dâveti anlamak lâzım Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:  
ÖNE ÇIKAN HABERLER