AB olmayacaksa ne yapalım?


Geçen hafta ders verdiğim Bahçeşehir Üniversitesi'ni gazetecilik okuyan bir grup Alman öğrenci ziyaret etti. Ziyaretin Almanya başbakanının Türkiye'ye gelmesiyle medyada canlanan Türkiye - AB ilişkilerinin geleceği tartışmasından esinlendiği belliydi. Prof. Dr. Seyfettin Gürsel ile birlikte öğrencilerin sorularını cevaplandırdık. İlk soru hayli doğrudandı: "Türkiye neden bu kadar çok AB'ye üye olmak istiyor?!" Sorunun içtenliği Türkiye'nin AB üyeliğini bu kadar çok isteyip istemediğine dair kuşkularımla birleşince, Türkiye - AB ilişkilerinde nereye gelindiğine dair bir değerlendirme yapma fırsatını da veren soruyu yanıtlamayı hemen ben üstlendim. Şunları söyledim: Türkiye'nin 50 yıldır Avrupa'nın kapılarını çaldığı ancak kısmen doğrudur. Evet, Türkiye AET'ye ortak üyelik başvurusunu, Roma Antlaşması'ndan hemen 2 yıl sonra, 1959'da yaptı. Bunu Avrupa ile ilişkilerde, bir yıl önce başvuran Yunanistan'dan geri kalmamak için yapıyordu. Yoksa ithal ikamesi kalkınma stratejisi uygulayan Türkiye'nin ekonomisini rekabete açma niyeti yoktu. Türkiye elitleri büyük ölçüde "Onlar ortak, biz pazar!" zihniyetinde buluşuyordu. Türkiye'nin Avrupa entegrasyonuyla gerçekten ilgilenmeye başlaması 1980'den sonra oldu. 1980'de kalkınma stratejisi değişti; ekonomi liberalleşti ve dışa açıldı. 1980 - 83 arasındaki çok can yakan otoriter askeri yönetim, hemen herkese demokrasinin değerini gösterdi. Avrupa entegrasyonunun iktisadi kalkınma ve demokrasinin yerleşmesi açısından önemi giderek daha iyi anlaşıldı. Bunun üzerine Ankara 1987'de AT'ye üyelik başvurusunda bulundu, 1989'da üye olabileceği ama hazır olmadığı cevabını aldı, 1996'da AB ile gümrük birliği'ne girdi, 1999'da aday ilan edildi, 2001 - 2005 arasında anayasasının yaklaşık üçte birini değiştirerek Kopenhag Siyasi Kriterlerini "yeterince" yerine getirdi ve katılım müzakerelerine başladı. Ne var ki müzakereler iyi gitmiyor. AB Konseyi ve (adada çözüme "hayır" dediği halde 2004'te birliğe üye olan) Kıbrıs Rum Kesimi, Türkiye gümrük birliğini Rumlara teşmil etmediği için, Fransa da üyeliğe götüreceği gerekçesiyle 35 fasıldan toplam 18'ini askıya aldı. 12 fasıl açıldı, bir fasıl açılıp kapandı; diğer 4 fasıldan 3'ü Türkiye hazır olmadığı için açılamıyor, geriye 1 fasıl kalmış durumda. Kıbrıs sorunu çözülemezse (ki çözülecek gibi görünmüyor) müzakereler tıkanma noktasına yaklaşıyor. 2005'ten sonra Fransa'da Sarkozy'nin, Almanya'da Merkel'in ve birkaç AB hükümetinin daha Türkiye'nin üyeliğine muhalefet etmeleri, Türkiye'nin üyelik hevesini kaçırmakla, kamuoyunda üyeliğe desteği dörtte üçten yarıya indirmekle kalmadı. AB muhalifi statükocular askeri darbe girişimleriyle, iktidardaki AKP'yi kapatma girişimleriyle reform sürecini baltaladılar. Hevesi kırılmış olmakla beraber, katılım sürecini demokratikleşme için bir yol haritası olarak görmeye devam eden, çok - yönlü dış politika ile elini güçlendirmeye çalışan AKP iktidarı ancak 2009'dan itibaren yeniden reformlara girişti, ancak devletten, muhalefetten, kendi saflarından gelen statükocu direnişle boğuşmakta. AB'nin üç büyüklerinden ikisinin "tam üyelik olmaz, ayrıcalıklı ortaklık verelim" demeleri, AB yanlısı liberal entelijensiya içinde dahi AB yolunun geçerliliği konusunda tereddütler uyandırıyor. Seyfettin Gürsel, "Refah, demokrasi ve barış birbirine yakından bağlıdır. Türkiye'nin iç dinamikleri bu üç hedefe ulaşmaya yeterliyse, AB üyeliği olsa yine iyi olur ama o kadar da önemli değildir..." diye (Referans, 9 Kasım) yazdı. Hasan Ersel ise "sonu açık müzakerenin mantıksal sonucu, bu sevdadan vazgeçin demektir..." diye yazdı (Referans, 31 Mart). Ömer Taşpınar'a göre, Türkiye'de "Gaullism" ya da "kendi yolunda yürüme" tercihi yükselmekte (Today's Zaman, 12 Nisan). Kısacası, bütün Türkiye'nin AB üyeliğini istediği çok kuşkulu olduğu gibi, "AB olmayacaksa ne yapalım?" sorusuna yanıt arayanlar çoğalmakta.
<< Önceki Haber AB olmayacaksa ne yapalım? Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER