Aşık-ı Sadık Fethullah Gülen Hocaefendi-54

Tarık Burak

Tarık Burak

29 Şub 2020 12:39

  • Faust-Mefisto Kavgası Devam Ediyor

    “Dalgakıranlar” ve “Sulh Adacıkları”

    Hocaefendi, 28 Şubat 2005 günü yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Elimden gelse, Türkiye’den bir milyon insanın yollara düşüp göç etmesini sağlarım.” Bu, gelecekte dünyada olması muhakkak gibi görünen fırtınalara karşı “dalgakıranlar” ve “sulh adacıkları” oluşturmak için yapılacak bir göçtü. Ve bugün bu göçün aslında ne kadar ehemmiyetli ve mukaddes olduğunu cebri olarak hicret edenler aynel yakin görüyor. 
    “Eğer gerçekten Huntington’un iddia ettiği gibi geleceğin dünyasında bir medeniyetler çatışması yaşanacaksa, eğer böyle bir dalga kabarmış geliyorsa, yapılacak şey, bu çatışmayı yaşamadan önce önüne daha büyük bir dalgakıran koyarak o dalgayı parçalamaktır. Bunun için âdeta seferberlik ilan edilmelidir.”
    Yüce Allah, bugün yaşanılan bu süreçle geleceğin dalgakıranlarını oluşturmak için cebri olarak bir seferberlik içine soktu samimi Hizmet insanlarını… Gelecekte bunun ne kadar muhteşem bir sevk-i İlahi olduğu daha iyi anlaşılacak… 

    Bugün dünyanın dört bir tarafında değişik milletlere mensup binlerce kişi Hizmet insanına, “Müslümanlığı bize siz tanıttınız ve sevdirdiniz” diyor. Çünkü bu insanlar, Müslüman’ın kan dökücü, kavgacı, fesat ve çıkarcı olmadığını Hizmet insanı sayesinde gördüler. Eğer Müslümanların, insanlık tarafından bu şekilde beğenilen bazı değerleri varsa, hatırı sayılır bir kültür mirası varsa, Hizmet insanı daha çok yere göç ederek daha çok insana bir araya gelerek, onlara da “Müslümanlığı bize siz tanıttınız ve siz sevdirdiniz” dedirtmelidir. Onlar da Müslüman’ın kan dökücü, kavgacı, fesat ve çıkarcı olmadığını görmelidir.

     Hocaefendi, 28 Mayıs 2008 günü ise şöyle diyordu: “Çaldığımız enstrümanlardan, musikiye ve dine ait değerlere kadar, bunların hepsi evrensel değerlerdir. Hiç kimseyi bu yüksek değerlerden mahrum etmeye hakkımız yoktur.”

    Sık Sık Aynaya Bakmak
    Hocaefendi, bir mümin olarak olmamız gerekeni şöyle anlatıyor: “Rüyamda bir dostumun benim kabrimi kazdığını gördüm fakat ben hayattaydım. Sonra tabirine baktım: sıkıntılardan kurtulmaya işaretmiş. Kabir ahirete giden açık bir kapı ve insanlar kabir denince derin mülahazalara dalıyorlar. Zaten Allah Rasulü (sallallahü aleyhi vesellem) önceleri yasaklamasına rağmen sonra kabir ziyaretine izin vermesi ve ahireti hatırlatacağını ifade buyurması bunu göstermiyor mu? Rüyadan uyanınca ilk aklıma gelen Üstad’ın 12. Nota’da söyledikleri oldu. 
    Evet çok ama çok iyi inanmak lazım. Muhammed Kutup yazdığı bir kitabının adını “Hel Nahnu Müslimûn? – Biz Müslüman mıyız?” koymuş. Neden? Çünkü iman problemimiz var bizim. Kimse rencide olmasın bu sözlerimden ama malesef gerçek bu. Kıvam, evi-işi ve camisi arasında mekik dokuyan sıradan Müslümanlar için de, gönüllerini yüce bir davaya kaptırıp yaşatma zevkiyle yaşamadan vazgeçen gönül erleri için de çok önemlidir. İbadet u taatin, Allah’a yapılan kulluğun sürekli ve her gün artan bir ivme ile devamı, gündüzleri dünyaya açılıp, geceleri gözyaşlarıyla seccadesine kapanıp “Ya Rabbi! Ne yapıyorsam Senin adına yapıyorum. Beni affet!” diye dua dua yalvarma hep bu kıvamla olacak şeyler. İmam Şa’rani Hazretleri “Bînamaz birisi ile otursam 40 gün namazımın tadını alamıyorum.” diyor. İçtimai hayatın içinde çirkefler içinde dala çıka yüzen bizlerin ne demesi lazım o zaman?
    Evet, peygamberane bir azim ve irade istiyor. Zaman bunu gerektiriyor. İnsanın en az gördüğü şey kendisidir. Onun için sık sık aynaya bakmak lazım. Sahabenin o derin anlayışı içinde birbirimizin elinden tutup; “Teâlev nü’min saaten! – Gelin bir süre iman edelim!” dememiz, imanî meseleleri sürekli müzakere ederek imanda, marifetullahta, muhabbetullahta ve mehâfetullahta derinleşmemiz lazım. Zira mücerret imanla günümüzün inhiraflarından kurtulmak imkansızdır.
    Sahabe içinde bile kıvamını koruyamamadan şikayet eden insanlar vardı ki biz kim oluyoruz. Bakın Amr b. As’a. O vefat ederken sırtını duvara çevirip yatağının içinde ağlıyor. Nedenini soran oğluna hayatındaki üç dönemi anlatarak, son dönemde siyasete karışmaktan duyduğu ızdırabı dile getiriyor.
    Hasılı; her şeyimizi sohbet-i Canan’a bağlayıp, ihlasla O’nun rızası istikametinde hareket edersek şaşırmayız. Üstad ihlasla yapılan hizmetin ikiye katlandığını anlatıyor. “İhlasla çalışırsanız beni de ihlasa muvaffak kılarsınız.” sözleriyle küfrün başını alıp gittiği, ehl-i keşfin müşahedesine göre 40 vefiyattan ancak birinin kurtulduğu dehşetli bir dönemde bizlere sarsılmaz ölçüler veriyor.
    Kısacası; iş çetin, yol uzun, menzil uzak, tuzak çok. Allah muînimiz ola.

    Fethullah Gülen Hocaefendi’yi Beraat Ettiren Karar
    Hocaefendi’nin davasının mahkeme tarafından ertelenmesinden üç yıl sonra, 7 Mart 2006 tarihinde, Meclis, Terörle Mücadele Kanunu’nda birtakım değişiklikler yaptı. Bunun üzerine Hocaefendi’nin avukatları, davanın kesin sonuca bağlanmak üzere yeniden görülmesini talep ettiler. Bu talebin kabul edilmesiyle birlikte yargılama kaldığı yerden devam etti.
    Aradan geçen üç yıllık zaman diliminde Devlet Güvenlik Mahkemeleri, ağır ceza mahkemelerine dönüştürülmüştü. Yargılamayı, eski 1 No’lu DGM, yeni adıyla Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi sürdürdü. Ve bu mahkeme 5 Mayıs 2006 günü Hocaefendi’nin beraatine karar verdi. Bu uzun maratonda, sekiz klasörle başlayan Fethullah Gülen davası, beraat kararı çıktığında 28 klasöre ulaşmıştı.

    Mahkeme Başkanı Orhan Karadeniz, üyeler Ramazan Aksan ve Kadir Kayaban’ın oybirliğiyle aldığı beraat kararında, düşünce ve örgütlenme özgürlüğüne vurgu yapıldı. Kararda üzerine durulan konu şuydu:
    “Bir fikrin ve hareketin bir başkasına göre, olumlu veya olumsuz olması, yararlı veya zararlı olması sübjektiftir ve bu tür değerlendirmelerin hukuk nezdinde bir geçerliliği yoktur. Hukuk için önemli olan, ortada bir suç olup olmadığıdır.”
    Mahkeme, Savcı Yüksel’in dosyaya Genelkurmay ve jandarma raporu diye koyduğu dokümanlar için, “Bunlar ancak bilgi notu olabilir” dedi ve raporların bu iki kuruma ait olduğunu kabul etmedi. Mahkemeye göre, yurt çapında terörle mücadelede görevli olduğu için belki Emniyet’in bu konudaki tespitleri dikkate alınabilirdi. Ama Emniyet yazıları da bir mahkemenin kararına esas teşkil edemezdi.
    Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin bu tespitleri; ceza hukuku profesörü Çetin Özek’in 47 sayfalık Hocaefendi raporuyla örtüşüyordu. 
    Bu beraat kararına mahkemenin o tarihteki savcısı Salim Demirci itiraz etti ve dosya Yargıtay’a geldi. Son sözü söyleyecek makam Yargıtay’dı. Bu tür davalara Yargıtay’ın 9. Ceza Dairesi bakıyordu. Fakat, bu daire hemen karar vermedi. 
    Hocaefendi, o günlerde Özal’ın ölümünün 13. yıldönümünde, 17 Nisan 2006 günü bir ilan yayınladı. Bu ilandaki Özal, hayatı memleketine fedakârane hizmetlerle geçmiş, engin iman sahibi bir vatan sevdalısıydı. Manevi değerlere sımsıkı bağlı bu saygın devlet adamı, geniş ufku ve gelişmeye açık tabiatıyla Türkiye’nin devletler dengesinde hak ettiği yeri alabilmesi için yorulmak bilmeden çalışmıştı. Uluslararası platformlarda Türk milletini şanına yakışır biçimde temsil etmişti. Hayatının son günlerinde çıktığı Balkanlar ve Orta Asya gezisinde gördüğü Türk kolejlerine öylesine sevinmişti ki, içi içine sığmıyordu. İlan şöyleydi:
    “Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal, hayatı memleketine fedakarane hizmetlerle geçmiş, engin iman sahibi bir vatan sevdalısıydı. Yaptığı her şeyi şuurlu yapar, adımlarını daima milletinin faydası istikametinde atmaya çalışırdı.
    Manevi değerlere sımsıkı bağlı bu saygın devlet adamı, geniş ufku ve gelişmeye açık tabiatıyla memleketimizin devletler muvazenesinde hak ettiği yeri alabilmesi için yorulmak bilmeden çalıştı. Beynelmilel pek çok platformda milletimizi şanına layık bir biçimde, ciddiyetle temsil etmeyi başardı. Hayatının son demlerinde Anadolu insanının dünyanın farklı yerlerinde açtığı eğitim yuvalarına şahit oluyor, gördükleri karşısında içi içine sığmıyordu.
    Vefatının 13. sene-i devriyesinde merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ı bir kez daha hayır ve rahmetle yad ediyoruz.” FETHULLAH GÜLEN

    Bu kadar İlaç!

    10 Eylül 2007 günü Hocaefendi’nin Pennsylvania’daki konuklarından biri ünlü bir ses sanatçıydı. Sanatçı, Atlanta’da düzenlenen Türk festivaline katılmak üzere ABD’ye gitmişti. Yemekte Hocaefendi’nin günde 22-23 ilaçtan daha fazla aldığını öğrenince çok şaşırdı. Hocaefendi’nin bir doktoru, “Yedi sekiz insana yetecek kadar ilaç veriyoruz. Stent takılmadan önce günde 35 ilaca kadar çıkmıştı. Stentten sona 25’e kadar indi” diyordu.
    Hocaefendi, 15 Kasım 2007 günü, Güneydoğu’da harekâta katılırken eline kına yakan ve şehit olan üsteğmenin haberini veren gazetesinin manşetini incelerken, tansiyonu yine fırladı. 
    “Bu zatın etrafında bir aura var”
    2007 yılı Kasım ayında Hocaefendi ile görüşmek üzere Pennsylavania’ya gelen Profesör Simon Robinson, İngiltere’deki Leeds Üniversitesi’nin yöneticilerinden biriydi ve “global etik” dersleri veriyordu. 
    17 Kasım 2007 akşamı ikinci kattaki salonda Hocaefendi ile akşam yemeği yiyen İngiliz profesörün Hocaefendi’ye ilk sorularından biri şöyle oldu: “Okullar açılması fikri ne zaman, nasıl ortaya çıktı?”
    Hocaefendi, “Birdenbire ortaya çıkan bir şeyden ziyade zaman içinde oldu. Zaten yurtlar vardı. Sonra bu okullar hayata geçti” cevabını verdi.
    Robinson, dünyaya yayılmış olan Türk okulları başta olmak üzere, Hocaefendi’den ilham alan faaliyetlerin gelecekte bir değişime uğrayıp uğramayacağını merak ediyordu. Kafasında, “Bu hareketin Anadolu Müslümanlığı, Türk karakteri zamanla bozulur mu?” sorusu vardı.
    Hocaefendi’nin açıklamalarından sonra, “Evrensel değerlerin Türklük aynasından yansıması olan bu hareketin bu şekilde yoluna devam edeceğini anladım” dedi.
    Sohbetin devamında Profesör Robinson, Hocaefendi’ye şu kritik soruyu da sordu: “Bu harekette yorulma olursa ne olur?” Hocaefendi’nin cevabı şöyle oldu:
    “Burada bir şey var. Doyma bilmeden sürekli format değiştirerek iş yapma. Biz adanmış insanlarız. Bu meselenin cennete dahi götürülmeye kadar yolu var.”
    Hocaefendi, yemeğin sonunda Profesör Robinson’un, “Üniversite olarak size onursal doktora vermek istiyoruz” teklifini nazikçe teşekkür ederek geri çevirdi. Evden ayrılan Robinson, Hocaefendi’den hayli etkilenmişti. Kendisine eşlik eden Türk öğretim üyesine “Bu zatın etrafında bir aura var” dedi. Auro, bir insanın etrafını saran ışık halesi (daire şeklindeki ışık) demekti.  

    Hasır Üzerinde Bir Hayat

    Fethullah Gülen Hocaefendi, 28 Kasım 2007 günü namazını kıldıktan sonra odasına doğru giderken, “Hep hasırın üzerinde yattım. Odamda halı istemiyorum. Çünkü halının üzerinde ölmek istemiyorum” dedi. Odasında yere boydan boya serili olan bir hasır vardı. Samanyolu Televizyonu Washington DC temsilcisi Şemsettin Efe’nin hazırladığı ve 04 Nisan 2015’te yayınlanan “Kamp Saati”nde her ne kadar Hocaefendi için paravanla ayrılmış küçük odada bir yatak görülse de yerde üstü kapatılmış hasır gözlerden kaçmadı. Hocaefendi hep bir hasır üzerinde dinlenmişti. O da omzuna inen darbelerden ne kadar gözüne uyku girebildiyse… 

    “Ateş nereye düşerse düşsün beni de yakar” 

    Fethullah Gülen Hocaefendi’ye göre adanmış insanların tam tersine bazı insanlarda öylesine güçlü bir benlik duygusu vardır ki, bütün insanlara dağıtsanız yine de artacaktır. Benliklerini aşamayan bunlar, kendilerine âşık insanlardır. Firavunlaşmış egolarına göklerde bile taht bulamazlar. Bunlar övüldükçe, hindiler gibi kabarırlar. Ama sonunda, kendi enkaz ve küllerinin altında ezilip giderler. Çünkü benlik, kurutucu bir zehir gibi insani meziyetleri öldürür.
    Benciller, yani “hodbin” ve “egoist” ruhlar, “Ateş düştüğü yeri yakar” derler. Dünya yansa, bunların bir tutam otu yanmaz. Oysa adanmışlar, “Ateş nereye düşerse düşsün beni de yakar” der. Bugün ihtiyaç duyulan insan, dünyanın neresine bir ateş düşse bağrı yanacak kadar duyarlı olan insandır. Hangi vadide, hangi dağın arkasında olursa olsun, mazlum bir çocuğun hali bu insanın içinde bir kıvılcım gibi düşer. Böyle bir insan, başkaları için yaşar.

    2007 yılı Kasım ayında ABD’de kendisini ziyaret eden Şişli Etfal Hastanesi doktorunun “nefrolog” olduğunu, nefrolojinin böbrek hastalıklarıyla ilgili bilim dalı olduğunu öğrenen Hocaefendi, “Keşke bir de toplumdaki nefreti temizleyecek nefretoloji diye bir şey olsaydı” dedi.

    Hocaefendi’ye göre toplumun nefretten arınmasının yolu, “Biri bana elli defa kötülük yapsa, bütün bunlar benim ona kötülük yapmamı meşru kılmaz” düşüncesinin bütün fertlerde egemen olmasıdır. İyi insan, kobra yılanlarına bile insanca yaşama adabını öğreten, akreplere insanları ısırma yöntemini unutturan insandır. İyi insan, sözleriyle kobra yılanını ve akrebi deliklerinden çıkarıp dans ettirebilen insandır. İnsan, kin, nefret, öfke ve hırsın zindanına düşmemeli, bu duygularını ebedi bir zindana mahkûm etmelidir.

     İyi insan kendisi hakkında sürekli suç arayan, her gün bu yöndeki kişisel tahkikatını genişleten bir savcı, başkası için ise sürekli bir fahri avukat gibi olmalıdır ve Alvarlı Lütfi Efendi gibi, “Herkes yahşi men (ben) yaman, herkes buğday men (ben) saman” demelidir.

    İnsan için kendi nefsinden (benliğinden) daha keskin ve daha “yavuz” bir düşman yoktur. En muteber düşmanlık, insanın kendi benliğine düşman olmasıdır. Çünkü benlik insanın içinde beslediği azgın bir kurt gibidir, hatta azgın kurttan daha yırtıcıdır. Etrafındaki herkesi düşmanı gibi gören insan benliğinin saldırısı altında demektir. Oysa insan kendisini kötülüklerin merkezi, başkalarını iyiliklerin merkezi olarak görmelidir. Bencilliği aşmak zor bir konudur. Hazreti İsa (as) On İki Havarisi’nden biri olan Yahuda’yı bu kısırdöngüden kurtaramamıştır. Benlikten vazgeçme çabası, Allah için verilecek bir uğraştır.

    En kötü insanla bile geçinemeyen kişi kötü insandır. İyi insan kırdaki ve bayırdaki deliklerde yılan, çıyan arayacağına, elindeki feneri kalbine çevirmelidir. Bunun için benliğini aşama aşama eritmelidir. Ünlü filozof Sokrates’in “Kendini tanı”, İslam tasavvufçularının “Nefsini bilen Allah’ı bilir” dedikleri şey budur.

    İnsanın, kalbindeki haset duygusunu bir pas gibi görüp silme mücadelesi bir ibadettir. Çünkü haset ve kıskançlığın insana yaptıramayacağı kötülük ve ihanet yoktur. Şeytanı mahveden şey, “Âdem topraktan yaratıldı, ben ateşten. Ateş toprağın önünde eğilmez” düşüncesiydi. İnsanın yapması gereken şey, Hz. Âdem gibi olmaktır. O, yasak meyveye el uzatınca ve cennetten çıkarılınca düştü, ama doğruldu ve yürüdü. Oysa Şeytan diyalektik yaptı ve aldandı. Şeytan’ın Allah’ın huzurundan kovulmasına yol açan şey onun benliğiydi. Hazreti Âdem tevazu ve tevbeyle (bağışlanma dileyerek) kazandı, şeytan kibir ve demagojiyle kaybetti.

    İnsanlık tarihi bir anlamda, Goethe’nin Faust adını taşıyan kitabında ortaya koyduğu Faust-Mefisto kavgasıdır ve henüz bitmiş değildir. Faust-Mefisto kavgası, insanın şeytanla mücadelesidir. Faust toy bir delikanlı, kendi ömrünü yaşayan bir varlıktır. Şeytan ise bütün insanlığın ömrünü yaşayan bir ucubedir.
    Goethe’nin Faust kitabının sonunda belirttiği gibi hâlâ devam eden bu mücadele, şeytanın Hazreti Âdem’e düşmanlığı ve Hazreti Âdem’in oğlu Habil’in kardeşi Kabil tarafından öldürülmesiyle başlamıştır. Bu, iman ile inkârcılığın kavgasıdır.
    Devam edecek…

    29 Şub 2020 12:39
    YAZARIN SON YAZILARI