Aşık-ı Sadık Fethullah Gülen Hocaefendi-52

Tarık Burak

Tarık Burak

11 Şub 2020 13:02

  • Hizmet, Allah’ın lütfudur, ihsanıdır…

    “Bazıları diyor ki ‘Bu büyük bir proje. Bir cami hocasının kafasından çıkmış olamaz.’ Tahkir etmek için böyle diyorlar. Doğru. Ben hayatımın hiçbir döneminde bu faaliyetlerin benim projem olduğunu, benim kafamdan çıktığını iddia etmedim ki. Bu türlü iddialardan Allah’a sığınırım. Bu her şeyden önce Allah’a karşı bir küstahlık ve saygısızlıktır. Bunların hepsi Allah’ın lütfudur, Allah’ın ihsanıdır…”

    Fethullah Gülen Hocaefendi’yi ille de mahkûm etme düşmanlığıyla oluşturulan soruşturmada artık sona gelinmişti. 10 Mart 2003 günü, mahkeme kararını açıkladı. Karar, davanın beş yıl süreyle ertelenmesiydi. Davanın beş yıl sonraya ertelenmesi akıldışı bir hadiseydi. 
    Hemen o gün Avukat Abdülkadir Aksoy ve Avukat Orhan Erdemli karara itiraz ettiler. İki avukat dilekçelerinde, “Fethullah Gülen suçluysa mahkûm edin, suçsuzsa beraat ettirin” dediler. Ne var ki mahkeme, Hocaefendi’nin avukatlarının “Davayı bir sonuca bağlayın” talebini reddetti.
    Hocaefendi, bu erteleme kararının açıklanmasından dört gün sonra şöyle diyordu:
    “Mahkeme kararı hakkındaki kanaatım yakın ve uzak çevrem tarafından şimdiye kadar defalarca soruldu. Şahsen ben bu konuda konuşmamaya niyetli idim. Tıpkı mahkeme sürecinde olduğu gibi. Malum olduğu üzere mahkeme süreci içinde çoklarının yaptığı gibi ileri-geri de konuşmadım. Gerek kamuoyunu gerekse mahkeme heyetini müspet veya menfi etkileyecek sözler sarf etmedim, tavırlar içine girmedim. Sadece kanuni haklarımı kanuni yollara riayetle avukatlarım vasıtasıyla kullandım.
    Hastalıklarımın da etkisiyle yanlış anlaşılabilecek, yanlış yorumlara konu olabilecek her türlü tutum ve davranıştan uzak kalmaya özen gösterdim. Yerli-yabancı gazete ve TV’lerin röportaj tekliflerini kabul etmedim. Yine yerli ve yabancı, hatta mahkeme öncesi girilen diyalog sürecinde edindiğimiz dostlar dahil –hiç mübalağa yapmıyorum- yüzlerce, binlerce kişinin ziyaret isteklerini geri çevirdim. 
    Aynı endişelerden hareketle telefon konuşmalarımı dahi kısıtladım. Seslerini duyduğumda gurbetteki hasret ateşime bir damla su serpeceğine inandığım en samimi dostlarımın, en yakın arkadaşlarım, en candan akrabalarımın dahi zaman zaman telefonla konuşma isteklerini sineme taş basarak reddettim. 
    Siz bu hayata bir isim koyacaksanız iradi inziva ya da iradi hapis diyebilirsiniz. İradi sürgün demek belki en doğrusu. Altmış beş yıllık hayatının en küçük karesini bile halkın içinde geçiren bir insan için bunun ne kadar zor ve tahammül edilmesi imkânsız bir şey olduğunu ancak benimle aynı hissiyatı paylaşanlar anlayabilir. Ama ben bütün bunlara milletim için seve seve katlandım. Allah’ın hakkımda takdir buyurduğu kaderin cilvesi dedim, o cilveleri okumaya çalıştım. Günahlarıma keffarettir deyip bu dönemi bir muhasebe ve murakabe vesilesi bildim.
    Ama madem bu kadar istek var, belki bazı yakın çevremin ısrarla söylediği gibi Türk ve dünya kamuoyunun da beklentileri var, öyleyse söyleyeyim: 
    Ben hayatım boyunca ne bir şahsa ne de bir kuruma ne asalak ne de tufeyli hiç olmadım. Harçlığımın olmadığı, maaşımın yetmediği yerde borç aldım, karnımı öyle doyurdum. Eğer borç alacak birisini bulamadıysam aç durmayı tercih ettim. Müdürlüğünü yaptığım kurumda talebenin hakkı dedim, kul hakkı dedim, sabununa bile elimi sürmedim. Hiçbir kimseden, hiçbir kurumdan ulûfe almadım, ulûfe beklentisi içine de girmedim. Allah’tan başka hiç kimseye minnetim de olmadı.
    Suç işlemedim. Bana isnat edilen suçların hiçbirisini ama hiçbirisini işlediğime inanmıyorum. Vatana ve millete, devletin sunduğu maddi-manevi imkanlarla yaptıkları hizmetler ile övünüp, “Ben, ben” diye diye etrafta dolaşanlardan çok daha fazla bu milletin, bu vatanın varlığına, birliğine, bütünlüğüne, bugününe ve yarınına hem de devletin o imkanlarına sahip olmadan hizmet etmeye çalıştım. 
    Ziya Paşa; “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” diyor. Sözü uzatmaya gerek yok, yapılan işler ortada. Önce Allah’ın lutfu ve inayeti, ardından milletimin samimi, fedakâr, hasbi insanlarının insanüstü gayretleri ile gerçekleştirdiği, dünyanın dört bir yanına dağılan ve tarihte eşine az rastlanır cinsten başta eğitim ve öğretim olmak üzere hayatın değişik alanlarındaki faaliyetler meydanda. 
    Ama bunları tek başıma ben yapmadım; zaten ne dün ne de bugün ancak şeytana yakışır böyle bir iddiada bulunmadım, yarın da bulunmayacağım. Bu işler devletime danışılarak ve devlet büyüklerinin teşvikleri ile yapılmaya çalışıldı. Bundan emin olabilirsiniz. Defalarca ifade ettiğim gibi, önünde bin bir barikat geleceğine doğru yürüyen bu milletin yüzünü ak, alnını açık edecek bütün bu işlerde benim rolüm, milletimin bana verdiği hüsnü zan kredisini yine onlar hesabına kullanmaktan ibaret oldu.
    Her bir kuruşunda vefakâr halkımızın alın teri bulunan devlet imkanlarını suistimal edenlerin elini kolunu sallayarak dışarılarda dolaştığı, skandal skandal üstüne adı her türlü yolsuzluk, hilekarlık, düzenbazlık, sahtekarlık vb… şeylere karışanların el üstünde tutulduğu bir yerde benimle alakalı bu davanın neticesi kamuoyu vicdanında beraat olarak bekleniyordu. Kararı verenler işin aslını daha iyi bilirler ama davanın açılmasıyla yaralanan, yıllardan beri sürüncemede kalmasıyla da yarası derinleşen kamu vicdanı ancak bir beraat kararıyla tatmin olabilir, yarasını iyileştirebilirdi.
    Evet, artık herkes biliyor ki, asıl işi ben olan, beni suçlu göstermek, hakkımda mahkûmiyet kararı çıkması için ellerinden gelen her türlü gayreti gösteren bazı insanlar var. Ama bu insanlar bilmiyorlar ve anlamıyorlar ki bu hizmetlerin varlığı ve devamının benim fani şahsımla bir alakası yok. Bunlar asırlarca dünyada söz sahibi olmuş bir milletin içinden nebean eden duygu, düşünce ve inancın yeniden harekete geçişinin bir göstergesi ve sonucudur. Bu ruh korunduğu müddetçe de bu faaliyetler katlanarak devam edecektir.
    Ben kalp, şeker, yüksek tansiyon başta, daha onlarca hastalıkla hayatının son demlerini yaşadığına inanan bir insanım. Kabre bu kadar yaklaşan, yaklaştığını hisseden, ötelere iman ile dopdolu bir kalbe sahip olan her insan gibi benim de tek amacım, bu günlerimi Rabbimin rızasını tahsil istikametinde değerlendirmekten ibarettir. 
    Bu açıdan işin aslını isterseniz, karar beraat olmuş veya mahkûmiyet olmuş; mesele Allah rızası olduktan sonra çok da önemli değil. Ama yukarıda da ifade etmeye çalıştığım gibi yaralanan ve mutlaka tamiri gereken bir kamu vicdanı vardır. Mevcut kanunlar muvahecesinde ispatı yapılamamış sözde suç vardır. İspat ya da itiraf ile tespiti yapılamamış suça beraat vermemek herkesin bildiği; “Aksi ispatlanana kadar her şahıs masumdur” hukuk kaidesine aykırıdır. 
    Bu açıdan inanıyorum erteleme kararına avukatlarımın yapmış olduğu itiraz Devlet Güvenlik Mahkemesinin yetkili hakimleri tarafından tekrar dikkatlice incelenecek ve adaletin tecelli ettiğini gösterecek bir kararın geç de olsa verileceğini ümit ediyorum.” 
    Hocaefendi, 2003 yılının Mart ayında ülkemizde akla zarar iddialarla mahkum edilmeye çalışılırken, Norveç’in başkenti Oslo’da yapılan uluslararası gençlik festivaline katılan 450 gençten yirmisi, dünyanın değişik ülkelerindeki Türk okullarından mezundu ve kendi aralarında Türkçe konuşuyorlardı.
    Bir ‘Camii Hocası’nın İmajı
    2003 yılında, Ege Ordu Komutanı Orgeneral Hurşit Tolon, komutanlığın İzmir’deki karargâhında 35 yıldır Hocaefendi’yi tanıyan bir gazeteci olan Halit Esendir’le konuşuyordu. Orgeneral Tolon’un Esendir’e söylediği şey şuydu: “Bir cami hocası olan Fethullah Hoca’nın yanında bu kadar üniversite mezunu kapasiteli insan nasıl olur? Bunu anlamıyorum.”
    Bu soruya Suat Yıldırım Hoca çok güzel cevap veriyor: 
    “…Onun asıl göstermek istediği model: İyi bir eğitim ve öğretim; verimli, itibarlı bir üretim ve ticaret, dengeli bir ibadet, güzel ahlak örnekleri ile dolu, aktif bir hayatiyet ortaya koyarak, insanları hayra çağırmaktır. Merhum Prof. Dr. Ali Fuad Başgil'in temenni ve formüle ettiği üzere, dinin mümine kazandırdığı gönül zenginliğini ve ruh huzurunu yaşayan, dinden uzak olanları da davranışlarındaki olgunlukla dine imrendiren bir tarzda Müslümanlığın güler yüzünü göstermektir. İman, fikir, ahlak ve davranış uyumuna ulaşmış insanların sayısını artırmaktır. O, bu gayret içinde olurken Türk milletinin anlayıp yaşadığı ve tarihi boyunca uyguladığı Türkiye Müslümanlığını esas almaktadır. Öyle zannediyorum ki, sözlerinin büyük tesir uyandırmasının sırrı da buradadır.”
    Fethullah Gülen Hocaefendi, pek çok insanın kafasındaki olumsuz “hoca” imajını yıktı. Çünkü Hocaefendi, hayatının hiçbir döneminde sadece klasik bir cami hocası olmadı. 30 yıl cami kürsülerinde verdiği vaazlar aslında onun hizmet hayatının mukaddimesiydi. Aristo’yu yorumlayacak kadar, Montesquieu’den bahsedecek kadar bilgi sahibi olması insanları şaşırtıyordu.  
    Fethullah Gülen Hocaefendi, Bediüzzaman Said Nursi'nin Risale-i Nur külliyatı’nı, M. Akif’in Safahat’ının tamamını ezberden bildiği gibi İmam Rabbani, Gazali, Mevlana, İmam-ı Azam ve diğer müçtehitlerle temsil edilen İslam medeniyetinin klasik ve çağdaş bütün fikri mahsullerine tamamen vakıftı. 
    Bunun yanında edebiyat, fikir ve felsefe alanında Batı klasiklerine vukufu, biyoloji, astronomi gibi fen bilimlerinde ortalama bir üniversite mezununun birikiminden daha fazla bilgiye ve tıp alanında uzmanları hayran bırakacak seviyede bir birikime sahip olduğu herkesin malumuydu. Sadece Türkiye’deki değil dünyadaki ünlü akademisyenler bunu takdirle ifade etmektedirler.
    'Geleceği kucaklamak bilgi toplumu olmaktan geçer. Eşyaya hükmetme mevkiinde yaratılan insan, görecek, okuyacak, sezecek ve öğrenecektir. Öğrendikten sonra da hadiselere sözünü geçirme ve onları teshir etme yolunu araştıracaktır. 
    İşte bu noktada, Yüce Yaratıcı’nın emriyle, eşyanın insana, insanın da kendi Yaratanı’na teslim olduğu noktadır. Bazı kimseler dünyayı ilme göre idare etmenin, insanın makineleşmesi ve bir karınca topluluğu haline gelmesi gibi felaketler getireceğine inanır. Bu katiyyen doğru değildir. İlimsiz bir geçmiş olmadığı gibi, ilimsiz bir gelecek de tasavvur edilemez. 
    Her şey netice itibariyle ilme bağlıdır ve ilim olmadan dünyanın insana vereceği hiçbir şey yoktur. Vakıa, pek çok şehirlerimizde, insanın makineleştiği, insancıl duyguların yok edildiği; düşünce ile beraber sıhhatin, sıhhatle beraber insani faziletlerin silinip gittiği bir gerçektir. Ancak bunu ilme ve tekniğe yüklemek de bir haksızlıktır. Belki bunda asıl kabahati, gerçek ilim adamının, sorumluluk yüklenmekten kaçınması keyfiyetinde aramalıyız. 
    İçtimai sorumluluk şuuruna varmış ilim adamları, kendilerinden bekleneni eda etselerdi, belki de endişe verici bu hususların pek çoğu şimdi olmayacaktı!' (Fethullah Gülen, Ölçü veya Yoldaki Işıklar (2), Sf. 89-90; Prizma, Sf. 248)
    Hocaefendi, zaman zaman dile getirilen, “Bütün bu projeler bir cami hocasının kafasından mı çıktı?” sorusuna şu cevabı veriyor:
    “Bazıları diyor ki ‘Bu büyük bir proje. Bir cami hocasının kafasından çıkmış olamaz.’ Tahkir etmek için böyle diyorlar. Doğru. Ben hayatımın hiçbir döneminde bu faaliyetlerin benim projem olduğunu, benim kafamdan çıktığını iddia etmedim ki. Bu türlü iddialardan Allah’a sığınırım. Bu her şeyden önce Allah’a karşı bir küstahlık ve saygısızlıktır. Bunların hepsi Allah’ın lütfudur, Allah’ın ihsanıdır…”
    Devam edecek…

    11 Şub 2020 13:02
    YAZARIN SON YAZILARI