Aşık-ı Sâdık Fethullah Gülen Hocaefendi-37

Tarık Burak

Tarık Burak

19 Eki 2019 23:18
  • Yol, Çile ve Izdırap 

    ‘Izdırap ve çileler her zaman istihkak ile alakalı değildir; onları yolun şiarı bilip yürekli olmak ve elemleri ahiret sermayesine dönüştürmek gerektir.’

    Ülkeye Hizmet İçin Çekilen Sıkıntılar

    Suriye’nin 'hafiye bir devlet' olduğunu Hocaefendi ve yanındaki arkadaşları hemen anlamıştı. Kaldıkları Yeşil Oteli'nin sahibi, gayr-ı meşru işlerini saklamak için her konuda polise bilgi veriyordu. Fethullah Gülen Hocaefendi ve arkadaşlarına yakınlık gösteriyor, biraz sahip çıkar gibi görünüyordu... Otelcinin gelip giden polislerle kumar oynadığı kafiledekilerin gözünden kaçmamıştı. Niyetinin ne olduğu belli olmayan otelci, bir gün Hocaefendi ile arkadaşlarını davet etti. Birlikte evine gittiler. Otelci yemek ikram etti. Çünkü Hocaefendi ve arkadaşlarını gizli iş çeviriyor zannediyor, onlara ortak olup para almayı hesaplıyordu. Sınırdan eşya değil sadece kendilerinin geçeceğini öğrenince korktu. Bir daha ne yanlarına gitti, ne hatırlarını sordu.
    Artık tek çare kalıyordu. Kendi çabaları ile geçeceklerdi. Üstelik bunu kısa zamanda yapmak zorundaydılar. 15 günlük vizelerinin 11. günüydü. Cuma Namazı'nı Hanefi Camii'nde kıldılar. 'Bu durum için çok şükrettim.' diyor Hocaefendi.

    Halep’te gördükleri ve yaşadıkları Suriye’deki otoriter rejimin insanlar üzerinde nasıl baskı kurduğunu gösteriyordu. Hocaefendi, Halep’te otelde kaldığı 11 gün boyunca, bir an önce Türkiye’ye giriş yapmak için dua etti. 
    Kasvetli, karanlık bir zamandı. Bu arada birisi onlara:
    ‘Huduttan geçmek isteyen bir kişinin üzerinde para bulmuşlar, İhvan'a para getirdin diyerek hapse atmışlar' dedi. Oysa üzerinde para bulunan adamın Müslümanlıkla bir alakası yoktu ki, İhvan-ı Müslimin ile bir ilgisi olsun. Üstelik adam aranmıyordu bile!.. Fakat bu söylenti, Hocaefendi ve arkadaşlarının ne kadar tehlike içinde olduğunu gösteriyordu. Suriye, yok etmek için her türlü yola başvurduğu bir gizli örgüte, her an ve keyfi olarak Hocaefendi ile arkadaşlarının adını da karıştırabilirdi! Çünkü Suriye'de devlet, istediği insanı, istediği zaman sebepsiz yere hapse koyabiliyordu. Tabii bu tutum sadece turistik amaçla bu ülkeye gelenleri etkilemiyordu. Asıl tehlikede olanlar Fethullah Gülen Hocaefendi gibi ülkesinde Müslümanlarca çok sevilen kişilerdi. Nitekim Hocaefendi, o sırada arkadaşlarına tedbirli olmaları gerektiğini anlattı:
    “Birçok bakımdan tehlike içinde olabiliriz. Bundan dolayı daha dikkatli olmaya çalışalım.” 
    Tedbir tavsiye eden Hocaefendi en başta buna kendisi uydu. Annesinin amcası Halepliydi. Zamanında burada kadılık, müftülük yapmıştı. Bu yönüyle Halep anne tarafından memleketi bile sayılırdı. Fakat şartlar burasını gezmeye müsait değildi.

    Halep'teki 11. günleri de bitmek üzereydi. Bu arada Türkçe konuşan birisiyle görüşme imkânı doğdu. Birisi Hocaefendi ve arkadaşlarını sınırdan geçirecek adamları bulmayı kabul etti. Zira, ülkelerine girmekten başka niyetleri yoktu Hocaefendi ve arkadaşlarının. Mihmandarlık yapacak kişiler hududa 40 kilometre mesafede bir köyde kalıyorlarmış. Fakat, bütün çabalarına, istenilen parayı verecekleri konusundaki vaatlerine rağmen iş yürümedi.

    Türkiye'ye uzanan yollar birbiri ardına kapanıyor, yollar ve dağlar geçit vermiyordu. Kilis sınırına 10 km. mesafede bir köyde anlaşma yapılacaktı. Hocaefendi yanında arkadaşları da bulunduğu halde o köye gitti. Türkçe de bilen bir Kürt ailesine misafir oldular. Adam çocuklarını bahçeye çıkarıp yatırdı. Kafiledekileri de salona alıp yemek verdi. Hocaefendi, burada karşılaştığı davranıştan hoşnut olmuştu. Diyor ki:

    “Hiçbir menfaatleri olmamasına rağmen o civanmertlikleri beni çok etkiledi. Hacdan döndüğümüz için bize çok hürmet ediyorlardı. Yatsı namazını kılmayı teklif ettim. Bizi yatak odalarına geçirdiler. Duvarda Barzani'nin büyük bir resmi ile Yılmaz Güney'in posterleri, aile resimlerinin yanında asılı. Böyle bir siyasi düşünceleri olmasına rağmen dini hisleri kuvvetliydi. Demek ki, onlara fikren bağırlarını açmışlar. Çok önemli geldi bana. Bir de anlayışa bakın. Biz namaza duracaktık. Adam abdestli olmalı, gelip bize uydu. O gece o şartlara rağmen böyle bir evde kalmak bana çok ağır geldi. Aile dışarıda yatarken bizim içeride uyumamız bani çok üzdü. Bizi sınırdan geçirecek adam Kilis'ten gelmedi. Ümitlerimiz bir kere daha sarsıldı.

    Ümitlerimiz sarsılmıştı evet. 'Şimdi ne olacak' Bundan sonra ne yapacağız'' diye düşünmeye başlamıştık. Yeniden Halep'e dönmek zordu. Çünkü yirmi yerde aranmıştık. Pasaportumuz, vizemiz olduğu halde yollarda didik didik ediliyorduk… Yani geriye dönmek en az, mayınlı araziden Türkiye'ye geçmek kadar tehlikeli idi. Onun için ileriye atılan her adımı kar sayıp hep ileriye gitmeliydik. Mecburen orada kalıp, araya birilerini soktuk. Başka bir ailenin yanına gittik. Onlar da biraz Türkçe biliyorlardı. Evleri, ilk kaldığımız eve göre daha dardı. Bizi salona aldılar. Evin bir de küçük yatak odası vardı. Ben önceki gün zaten çok az uyumuştum. Bir yastık verdiler hemen uzandım. Diğer arkadaşlar işleri ayarlıyordu. Evin gelini yemem için önüme bir şeyler koydu. Yemediğimi görünce beni kayın pederine şikayet etti. 

    Meğer onlar, gelip geçen kaçakçıları misafir ederlermiş. Ev sahibimiz bir hatırasını anlattı: 'Bir gün buradan koyun geçiriyorlardı. Yanımızda bir de resmi biri vardı. Ben, Türkçe bir iki kelimeyi kem küm söyleyince alay ederek güldü. Dedim ki: Ben Fransızca ve Arapça konuşabiliyorum. Türkçe'yi bu kadar biliyorum. Bu bildiğim Türkçeyi de bizim evde yirmi gün kadar misafir olan Türkler aralarında konuşurken öğrendim. Peki sen hangi dili biliyorsun' Adam fena bozuldu.'”

    Fethullah Gülen Hocaefendi, ev sahibi hakkındaki kanaatini de şöyle açıklıyor: “Zeki biriydi. Bize o gün iyilik adına ne varsa yaptı. Oğlu Halep'te memurmuş. Akşam bulunduğumuz eve geldi. Hacdan döndüğümüzü duyunca o da çok iltifatkar davrandı. Abdest almam gerekti. Memur olan oğlu, bizim şarktaki edep usulüne göre havluyu omzuna attı. İbriği eline aldı, başıma dikildi.” 
    ‘Abdest suyunuzu ben dökeceğim, dedi. O sıkıntılar içinde yer yer Allah'tan rahmet esintileri geliyor...’

    Dikenli Yollar 
    “Nihayet bizi almaya geldiler. Arkadaşlardan biri oradan geriye döndü. Biz de dağa çıkmaya başladık. Önce dağa çıkıp sonra ineceğiz. Mihmandarımız, Ahmet, 'Altı kilometre yolumuz var' dedi.

    Ben adama hiç güvenmiyorum fakat bir şey var ki, diğerlerinin akrabası. Çünkü geçmişte köylerin bir kısmı Türkiye'de bir kısmı da Suriye'de kalmış. Hepsi akraba. Neticede dağa tırmanmaya başladık. Onların sırtında eşya bellerinde silah vardı. Bizde ise sadece çantalarımız.

    Dağda dinlenirken birden bir grup insan belirdi. Hemen kayaların arakasına saklandık. Bizi görmediler. Kendi aralarında konuşarak önümüzden geçip gittiler. Hem bizim askerden korkuyor, hem de bizi yakalayıp Suriye'ye götürür diye Suriye askerinden korkuyorduk. Çünkü oradan bir daha dönmek çok zor olurdu.

    Dağda ine çıka yürüyoruz. Hava çok sıcaktı. Hacda tavaf ederken kalbim sıkışıyor, terden sırılsıklam oluyordum. Artık dağdaki halimi varın siz düşünün. Üstelik bizim ayakkabılarımız dağda yürümeye hiç elverişli değildi, kayıyordu. Mihmandarlarımız tam teçhizatlıydı. Devamlı dağda dolaştıkları için yolları çok iyi biliyorlardı. Yollar o kadar dolambaçlıydı ki, sanki Hayber Kalesi'nde dolaşıyorduk. Mayın ve tel örgü bulunmayan yerlerden geçiyorduk. Bu arada bazı ağaçları yakmışlar. Özellikle bu yanık ağaçlar arasından geçiyoruz. Üstümüz başımız islendi. İnce toprak ve kum serpilen bir yere geldik. Kumdan sonra özellikle dikenli tarla yapmışlar. İz bırakıp yakalanırız diye kumda ayakkabılarımızı çıkarmıştık. O dikenli tarlayı yalın ayak geçmek çok ıstıraplı oldu.

    Bir kilometre kadar daha yürüdük. Dizlerimin üzerine kadar dikene battım. Ayaklarımın altı paramparça oldu. Öyle ıstırap çektik... Bize yol gösterenlerden biri dedi ki: 'Nöbet değişimi sırasında biraz boşluk oluyor. Biz tam o esnada geçmeye çalışacağız. Orada mayın da yok.' Ve mihmandarlarımızdan biri keşif için gitti. Diğerleri yanımızda kalmıştı. Dağdaki dolambaçlı yollarda dolaştırılırken düşündüm: ‘Elimizde çanta da var. Bizi tam tanımıyorlar, bilmiyorlar. Acaba bize bir şey yaparlar mı?' Böyle endişe ettim. İçimden, ‘bunlar herhalde bizi dereye öldürmeye götürüyorlar, çantalarımızda kıymetli şeyler olduğunu sanıyorlar’ diye geçirdim. Adamlar silahlılar. Dikine dikine konuşuyor, 'Asker ateş açarsa biz de karşılık verir, onlar kurşunlardan kaçarken biz de geçeriz' diyorlar. Bu bizim asla istemeyeceğimiz bir durum. Dehşetli bir gerilim içindeyiz...’

    Hoacefendi, yolun bu kısmında güvenlik gerekçesiyle yanına sadece bir kişiyi almıştı: Hayati Yavuz… Az kişi ile yakalanmadan hareket etmek daha kolaydı. Yanında olan diğer arkadaşları çoktan Türkiye’ye dönmüştüler.

    Benim candan sevdiğim Hayatî kardeşim vardı, Kazakistan’da defnedildi. Arandığım dönemde Türkiye’ye kaçak olarak girmiştim; arandığım için kaçak Türkiye’ye girdiğimde yanımda bizden tek insandı o. Yaya, yedi-sekiz kilometrelik yeri beraber geçtik; tir tir titriyordum soğuktan. “Hocam, sırtını sırtıma ver benim!” demişti. Ama gitti Kazakistan’a… Hasta idi, “Türkiye’ye dön! Hastanede tedavi olursun!” dedim. “Hayır, ben Hizmet için oraya gittim, dönemem!” dedi.’ (Bamteli: Yol, Çile ve Akıbet, 06/10/2019)

    Hocaefendi, bu sıkıntılı yolculuğu şöyle anlatmaya devam ediyor:

    ‘Vakit bir hayli ilerlemişti. Bu arada terlemiş sırılsıklam olmuştum. Birden öyle bir soğuk bastı. Ben öyle bir soğuğu ancak zemheride (kışın tam ortası) Erzurum'da görmüştüm. Zangır zangır titremeye başladım. Bir ara yol arkadaşımla (Hayati Yavuz’la) sırt sırta verdik. Faydası yok. Atlet değiştirdim, nafile. Sırtımda sadece ceketim var. Hâlâ zangır zangır titriyorum. 'Bari kalkıp bir namaz kılayım. Üzerimde yatsı namazı borcu kalmasın. Vurulur da borçlu kalırım, onun için namazımı eda edeyim' diye geçiriyorum içimden. Namaz esnasında birden hava değişti. Sanki Ağustos ayındayız. Yakıcı bir yel esmeye başladı. Öyle ki, sırılsıklam olan iç çamaşırlarım namaz bitinceye kadar kurudu. Belli ki bir inayet idi. Cenabı-ı Hak bizleri bu dağlarda şükrettirmek için, bu nimetleri gösterdi. ‘Arkadaşıma söylemeyim de, bu inayet devam etsin!’ diye düşündüm. Fakat sonra 'Bir sıcak rüzgar esiyor, iliklerime kadar hissediyorum' dedim. O da; 'Deminden beri ben de bunu hissediyorum' dedi.

    İki, iki buçuk saat sonra giden kişi geri geldi. Derlenip toparlandık. Ben namazımı kılmıştım. Daha sonra istirahat etmeye çalıştık. Sabah namazını teyemmüm ile kılmayı düşünüyorduk. O sırada diğer adam da geldi. 'Tamam' dedi. Yola koyulduk. Gittiğimiz yolda bazen sürünüyoruz, bazen kayıyoruz. Zaten ayaklarımızda ayakkabı yok. Bazen önümüze bir kaya çıkıyor, tırmanıp geçmek zorunda kalıyoruz. Askerlerin arasından iki yüz metre kadar yürüdük ve uzaklaştık. Köpekler kokumuzu alıp havlamaya başladılar. Artık peşimize düşseler bile koşarak kaçabileceğimiz kadar mesafe kat etmiştik. Bize yetişemezlerdi.

    'Türkiye'ye Geçince İçimde Gül Açtı...'
    ‘Nihayet Türkiye'deydik! Ahmet bizi Kilis'teki bir Türk köyüne, yani kendi köyüne götürüyordu. Kayaların üzerine çıktık. Aşağıda dağın yamacına sıvanmış gibi görünen bir köy gösterdi. Orayı görünce içimde büyüyen ümitler, bir gül gibi açtı! Bir inşirah duymaya başladım. 'Elhamdülillah kurtulduk' dedim.

    Ahmet: 'Türkiye'ye geçmemize rağmen bizi bekleyen tehlikeler geçmedi. Sizi evime götüreyim. Ama ne olur ne olmaz babama söylemeyelim' dedi. Evine gittik. Öbür tarafta kaldığımız eve benziyordu. Aynen uzun bir salonu var. Kenarlara koydukları minderlerin arasına kilime benzeyen bir şeyi boydan boya sermişler. Orada yine bir gelin odası vardı. Oğullarından biri evliydi. İyi hatırlıyorum. O gelin de bize hizmet etmek için elinden ne geliyorsa yapıyordu. 'Çay mı, süt mü getireyim' diye telaş içinde koşuşturuyordu.

    Birkaç inekleri vardı onları dışarıya çıkarttılar. O an bizim derdimiz ayaklarımızdaki dikenleri ayıklamaktı. İlk fırsatta ayaklarımıza batan dikenleri temizlemeye başladık. Bir aralık çocuk ağladı. Ben onlar içeri girmesin diye beşiği salladım. Sonra abdest aldık. Ahmet'in babası geldi. Ahmet, bizi arkadaşları olarak tanıttı. Hep birlikte sabah namazı kıldık. Çıkmak için havanın aydınlanmasını bekledik. Köy sınıra yakın ve o sıralar sınır kaçakçılığı da yaygın olduğundan arama olabilir diye düşünüyoruz. Ahmet'in babası huysuzlanmaya başladı. Oğullarıyla Kürtçe konuşuyordu. Herhalde bizim nereden geldiğimiz merak edip 'Neden getirdin?' diye sitem ediyordu.

    Oğlu da sert cevaplar veriyordu. Kaçakçıları evinde saklayanları jandarma götürüp çok fena dövüyormuş. Canlarına tak demiş. Biz de kendilerinin başına dert açarız diye çok tedirgin oluyordu. O güzel, nurani sakallı, bizi çok iyi karşılayan adam, oğluyla konuşmasını da kafi bulmayarak sordu: 'Siz ne zaman gideceksiniz?'

    ‘Bize o kadar iyi davrandılar. Şimdi kalkıp hemen buradan gidelim. Bizim işimizi Allah görür. Adamcağızı fazla kızdırırsak Gayretullah'a dokunan bir şey yaparız. Kalk en iyisi biz gidelim. Bu işi tatlıya bağlayalım. Hatta cami açıksa gidip orada oturalım’ dedim. Artık orada kalamazdık. Kalkıp yola koyulduk. Köyden iki-üç yüz metre uzaklaştık. Baktık ki birkaç jandarma tarlanın içinde pusu kurmuş bekliyor. Elimizde çantalar olduğu için kaçakçılık yaptığımızı sanıp bizi tutabilirlerdi. Fakat öylece baktılar ve hiçbir şey yapmadılar. Biz yolumuza devam ettik...”

    Hocaefendi, bu çok sıkıntılı yolculuktan sonra Gaziantep üzerinden Ankara’ya, oradan da İzmir’e geldi. İzmir’de bir sabah saat 07:30’da İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne gitti. Sabahın erken saatinde savcılar henüz yerlerine gelmemişti. Bir saat kadar bekleyen Hocaefendi, yerine gelen DGM Başsavcısı Enver Güner Tuncelli’nin odasına girerek, “Ben aradığınız Fethullah Hoca’yım. Beni arıyormuşsunuz. İfade vermeye geldim” dedi. Başsavcı Tuncelli, beklenmedik bir anda onu bu şekilde karşısında görünce şaşırdı. Askeri savcılardan Yüzbaşı Mustafa Çamuk’u arayarak “Fethullah Hoca geldi” dedi. Ardından da Hocaefendi’ye, “Savcı Mustafa Bey’in odasına gidin, ifadenizi alsın” dedi. 

    İfadeyi alan askeri savcı, ona yalnızca Diyarbakır’daki Mehmet Özyurt’un tutuklanması olayı hakkında sorular sormadı. “12 Eylül’den sonra niçin teslim olmadınız?” gibi sorular sordu. Hocaefendi: “Önce teslim olmak istemedim, sonra giderim dedim. Ama daha sonra güvenim sarsıldı. Teslim olmadım” cevabını verdi. Askeri Savcı Çabuk, sorgu sırasında ilginç bir şey daha yaptı. “Size özel bir şey soracağım” dedi. Daktilonun başında, Hocaefendi’nin ifadesini yazan kâtibe kıza, “Burasını yazma” uyarısını yaptıktan sonra Hocaefendi’ye dönerek, “Atatürk için ne düşünüyorsunuz?” dedi. Hocaefendi, Atatürk hakkında: “Askeri bir dehaydı” dedi. Üstad Bediüzzaman’ın da Atatürk hakkındaki görüşü aynıydı: ‘...Ankara reislerinde, hususan reis-i cumhurda …büyük bir deha hissettim..’(Müdafaalar, 47-48) 

    Cevap savcıyı memnun etmişti. Daktilonun başındaki görevli kıza dönerek, “Bu kısmı da yaz” dedi. Böylece savcının Atatürk sorusu ve Hocaefendi’nin cevabı da ifadeye geçti. İfadenin bitiminde Savcı, Hocaefendi’ye “Gidebilirsiniz, fakat İzmir’den ayrılmayın. Sizi yine çağırmak icap edebilir” dedi. 

    Askeri savcı bir süre sonra Hocaefendi’yi yeniden çağırdı. Hocaefendi’nin pasaportunda Suriye’ye gittiği belliydi. Savcı, Suriye’ye neden gittiğini ve neden Suriye üzerinden geldiğini merak ediyordu. “Bu Baasçıların memleketinde ne var?” dedi. Hocaefendi, hac dönüşü karayolunu tercih ettiği için Suriye üzerinden gelmek zorunda kaldığını anlattıktan sonra, “Bu ülkeler acayip şekilde idare ediliyor. Benim için bu geçiş çok faydalı oldu. Türkiye’nin cennet bir vatan olduğunu bir daha öğrendim” dedi.

    Askeri Savcı Mustafa Çabuk, Ege Ordu Komutanlığı’na ve İzmir Emniyet Müdürlüğü’ne birer yazı yazdı. Sonuç olarak, Hocaefendi hakkında herhangi bir soruşturma emri bulunmadığını, hakkında suç delili niteliğinde herhangi bir tutanak ve belge düzenlenmediği bilgisini aldı. Ayrıca, askeri savcılığın Hocaefendi hakkında 15 Nisan 1983 tarihli bir takipsizlik kararı vardı.
    Bütün bunlardan sonra savcı Hocaefendi hakkında takipsizlik kararı verdi ve tutanağına şunları yazdı: 
    “Sonuç olarak, uzun müddet sürdürülen soruşturmaya rağmen, Fethullah Gülen’in Bornova’da görev yaptığı süre içinde ve daha sonraki dönemde laikliğe aykırı ve şeriat düzeni kurulması yönünde çalışmalar yaptığına dair delil elde edilememiştir.”

    Zaman Gazetesi Yayın Hayatına Başladı (3 Kasım 1986)
    3 Kasım 1986 yılında kurulan Zaman Gazetesi ‘’Gerçekler Zamanla Anlaşılır’’ sloganı ile yayıncılık hayatına başladı.  Gazete 35 ülkede 10 farklı dilde yayın hayatını sürdürdü. 15 Temmuz Düzmece Darbesi’ne kadar Zaman Gazetesi günlük gazeteler arasında en fazla tiraja sahip olan gazeteydi. 
    Ayrıca, Konsensus Araştırma Şirketinin yaptığı ankette “Türkiye’nin En Tarafsız Gazetesi” seçilmişti.
    Gazetenin tiraj denetimi dünyadaki tiraj denetim örgütlerinin federasyonu IFABC'nin de kurucu üyesi olan BPA tarafından yapılmaktaydı. Gazete, 35 ülkede 10 farklı dilde, 2 farklı alfabede yayınlanmakta ve 10 ülkede basılmaktaydı. Aynı zamanda Türkiye'nin ilk internet sitesine sahip gazetesiydi. Görselliği ile çeşitli konularda defalarca SND tasarım ödülü almıştı.

    Ülkeyi Karıştırmak İsteyenler Yine İş Başında
    1986 yılında bu güzel gelişmeler yaşanırken, diğer taraftan da Türkiye, inanan-inanmayan, laik-antilaik gibi kutuplaşmaya doğru adım adım ilerliyordu. Provakatörler bu yıllarda yine iş başındaydı. 6 Eylül 1986’da İstanbul Neve Şalom Sinagogu'na yapılan baskında 21 kişi katledildi. 
    Bunun yanında 1986 - 1987 yıllarında terör de Türkiye’yi çok zorluyordu. Hocaefendi her zaman olduğu gibi bu dönemde de çağrısını yeniliyordu:
    “Gidin, dükkânlarınızı açın ve malınızı korurken şehit olun; paniğe kapılıp üç beş çapulcuya teslim olmayın.” Güneydoğu’ya gitmekte ciddi sorunlar yaşayan doktor ve öğretmenler tayin edildikleri bölge illerine gitmeyince de onlara şöyle diyordu: “Milletimiz adına ölmek için başka hangi günü bekliyorsunuz?’ 

    Bu arada, 1986’da Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in Çukurova Üniversitesi mezuniyet töreninde yaptığı bir konuşmadan sonra türban problemi ortaya çıkmış ve 12 Ocak 1987’de YÖK'ten ilk türban yasağı uygulaması gündeme gelmişti. 


    Devam Edecek…

    19 Eki 2019 23:18
    YAZARIN SON YAZILARI