Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin eski eserlerinde âşık ve ârif velilerin farkından bahsediliyor:
“Âşık-ı hakikî, yolunda hata, tâbirde yanlış etse de, yine Mâşuk-ı Hakîki’ye gider. Zîrâ AŞK, câzibedâr cemâle müncezib bir cezbedir. Bazen netice hak ve mütehakkık; delil, vesîle hatâ olabilir.
“Ârfi velî, yolunda yanlış, surette hatâ etse, Matlûb-i Hakîkî’yi bulamaz. Zirâ yol bozuksa, maksuda götürmez. Şart olmazsa, meşrut dahî hâsıl olmaz. Hatâlı âşık, bizzat kendisi hidayet üzeredir (ama), başkaları için müdılldir. Hatâlı ârif ile, kendisi, yanlış yoldadır. Ârifler gürûhundan bir kısmının idamına ve yanlışa kaymalara sebep olan işaretleri ve şatahatkarı; âşık veliler açık açık söylediler (yine de), hürmete mazhar kaldılar. Mârifeti (ârifliği) aşkına gâlip olan Muhyiddin-i İbn-i Arabî, işaret etti, kendini oklara hedef etti… Molla Câmî, âşık veli olarak sarahatla apaçık ifade etti, hürmetle yaşadı. İbnü’l-Fârıd, Muhyiddin İbn-i Arabi’den daha ileri gitti, ümmetin azar ve itabından ondan geri kaldı. Aşksız İbn-i Seb’î’nin sözleri dinsizlik ve ilhad telakki edildi.”
Üstad Hazretleri, bu hususu bir temsille şöyle (bazı tasarruflarımızla) anlatıyor: “Âşık velilerin ârif velilerden farkı, yükseklere doğru tutamaksız basamaklarla yükselen bir merdiven var. İki kişi adım adım yükselmeye çalışıyor. Birisi kendi gayretiyle çıkmaya çalışırken, öbürü yukarıdan iplerle bağlı olarak çekiliyor. Birincisi yanlış yaparsa kayabilir e düşebilir. Öbürü hatâ da etse, yanlış adım da atsa, yine de düşmez… Hep korunup kollanır ve yukarılara yükseltir. İşte birincisi Arif Velilerin, öbürü de Âşık Velilerin misalidir.”
İşte Sahabe Efendilerimiz gibi Allah’ın Rızasına Âşık Kur’an’ın canlı tefsirleri İlahî himaye ile hep korunup kollanılmıştır. Ufak tefek zelleler olsa bile rahmet-i İlahiye ile hep hayra ve güzelliğe yönlendirilmişlerdir. Şimdi Kur’an âyetlerine bakalım:
“Ey iman edenler! Siz kendinizden başkalarını sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar (bilhassa hasetçi münafıklar) size şer ve fesat çıkarmada ellerinden geleni bırakmazlar. Daima sıkıntıya düşmenizi isterler. Size olan düşmanlıkları, zaten ağızlarından taşıp meydana çıkmıştır. Kalblerinin gizlediği düşmanlık ise daha fazladır. Âyetlerimizi size iyice açıkladık. Eğer akıllarınızı kullanırsanız, onlardan yararlanırsınız. İşte siz o kimselersiniz ki, onları seversiniz. Onlar ise sizi sevmezler. Halbuki siz bütün kitaplara iman edersiniz. Huzurunuza geldiler mi âmenna derler. Aralarında başbaşa kaldıkları vakit de size duydukları KİN ve DÜŞMANLIK sebebiyle, parmaklarını ısırırlar. De ki: “Geberin KİNİNİZ ile!’ Allah, bütün kalblerin künhünü bilir. Size bir ferahlığın, bir nimetin ulaşması onları tasalandırır. Size bir fenalığın gelmesine ise bayılırlar. Şayet siz sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, onların TUZAKLARI size hiçbir zarar veremez. Çünkü Allah, elbette onların yaptıklarını ilmiyle, kudretiyle kuşatmıştır. Hani bir vakit ey Resûlüm, sen ailenden sabah erken ayrılmış, müminlere (Uhud’da) savaş mevzileri hazırlamak için yola çıkmıştır. Allah, hakkıyla işitir ve bilir. Ve hani sizden iki bölük, Allah da kendilerinin yardımcıları olduğu halde, korkarak geri çekilmeye yeltenmişlerdi… Halbuki müminlere düşen, yalnız Allah’a dayanıp güvenmeleridir. Gerçekten, sizler birkaç bîçâre iken, BEDİR’de Allah sizi yardımına mazhar etmişti. O halde Allah’a karşı gelmekten sakının ki, şükretmiş olasınız. O vakit sen müminlere: ‘Rabbinizin indirdiği ÜÇ BİN MELEK ile size imdad göndermesi yetmez mi?’ diyordunuz. Eğer sabreder ve itaatsizlikten sakınırsanız, -düşmanlarınız da hemen üzerinize geliverirse- Rabbiniz formalı formalı tam BEŞ BİN MELEK göndererek size yardım edecektir. Allah bu imdadı sırf size müjde olsun ve kalbleriniz bununla müsterih olsun diye yaptı. Nusret ve zafer, ancak Azîz ve Hakîm olan Allah tarafından gelir. Evet, Allah Teâlâ kâfirlerden ileri gelenleri imha etmek veya onları başaşağı ederek ümitsiz bir hale düşürmek için size bu imdadı gönderdi.” (Âl-i İmran Suresi, 3/118-127)
“Şu kesindir ki, Allah size bir çok savaş yerlerinde yardım etti, HUNEYN GÜNÜ de… O gün ki, sayıca çokluğunuz sizi böbürlendirmiş ama bu, size fayda etmemişti. Olanca genişliğine rağmen, dünya başınıza dar gelmişti. Sonra da bozguna uğrayarak düşmana arka çevirip kaçmaya başlamıştınız. Sonra Allah, Resülünün ve müminlerin üzerlerine SEKİNESİNİ, güven veren RAHMETİNİ indirmiş, sizin göremediğiniz ordular göndermişti de Kendisini tanımayan o kâfirleri azaba uğratmıştı.” (Tövbe Suresi, 9/25-26)
“Allah onlardan râzı, onlar da Allah’tan (Mâide Suresi, 119. Âyet) âyetinin yüce övgüsüne mazhar, Allah rızasının âşıkları olan Sahabe Efendilerimizin durumu bu…
Asırlar sonra onların iz düşümü olmak, onların gittiği yolda yürümek arzusu ile ilerlemeye çalışan ihlaslı Hizmet erleri, onların mâruz kaldıkları zulüm ve gadirlere bu süreçte benzer şekilde mâruz kalıyorlar. Bir insan olarak bütün hatâ ve kusurları ile beraber, yollarının sırat-ı müstakim yani ana cadde, yani sapa ve sapkın keçi yolları olmadığının şuuru ile hedeflerine ilerliyorlar. Başlarına gelenlerin, neticede bir cebr-i lütfi, belâ ve musibetlerin eğiticilik yönlerini görerek bulundukları eşikten daha yukarı ve yüce eşiklere sıçrama vesilesi olduğuna kanaat getiriyorlar… Biliyorlar ki, ulvî bir câzibe ile yukarılara çekiliyorlar. Çünkü tarzları, ilkler gibi, İlahî rızaya aşkla bağlı olma… Makamların en yükseği olan rızaya… Hatâ da etseler, kusurları ve noksanlıkları olsa da o merdiven basamaklarını birer birer atlayarak inşaallah hem de birer ihlaslı ırgat olarak gaye-i hayallerine ulaşıp kavuşacaklar…