Sarı Sıcak

Harun Tokak

Harun Tokak

09 Nis 2023 12:16


  • Nazım Hikmet, on iki yıl hapis yattıktan sonra 1950'de bir af yasasıyla özgürlüğe kavuşuyor.
     Kırk sekiz yaşında askere çağrılıyor. 
    Askerde öldürüleceği bilgisi kendisine ulaşınca bir gece vakti Karadeniz üzerinden Rusya topraklarına geçiyor. 
    Kaçaktır ve ormanda yol almaktadır.
    Kayın ağaçlarının arasında penceresinden sarı sıcak ışık sızan bir ev görüyor.

    Karlı kayın ormanında
    yürüyorum geceleyin.
    efkârlıyım, efkârlıyım,
    elini ver, nerde elin?
    Memleket mi, yıldızlar mı,
    gençliğim mi daha uzak?
    kayınların arasında
    bir pencere, sarı, sıcak.

    Birkaç gün önce yayınlanan “Sarı Sıcak” belgeseli değerli gazeteci Bedrettin Uğur’un imzasını taşıyor.
    Uğur, sürecin başında yazı işleri müdürü olduğu Millet Gazetesini kayyıma rağmen bir sonraki gün “Kanlı Darbe” manşetiyle çıkaran cesur yürekli bir gazetecidir.
    Kanlı bir elin tuttuğu kana bulanmış basın kartı fotoğrafı hala hafızalarımızda çok taze duruyor.
    Sarı Sıcak, Anadolu türküleri gibi hem çok güzel hem de çok hüzünlü…
    Önce büyük bir kapalı otopark geliyor ekrana.
    Sonra buz gibi beton duvarlarda ayak sesleri yankılanıyor.  
    Elinde çantası ile sert ve kararlı adımlarla Hâkim Saim Bey görünüyor. Bir sandalyenin üzerinde duran yargıç cübbesini sırtına geçiriyor. Ama her nedense sırtındaki cübbe bir anda uçup gidiyor. 

    15 Temmuz bir organizasyon.” diye başlıyor konuşmaya. “Neden, diyeceksiniz? daha sonra ihraç listelerine baktığımızda ölen kişileri gördük.

    Beni bir hücreye koydular. İçeriye girdikten sonra hücrenin demir kapısı zank diye kapandı. İçime büyük bir yalnızlık çöktü. Ben hemen demir parmaklıklara koştum. Baktım avlu görünüyor. Düşününüz, bütün o felaket içerisinde küçük bir mutluluk oluyor, zifiri karanlıkta bir mum ışığı parlıyor. En azından avluyu görüyorsunuz,
    Oğlum 3,5 yaşındaydı. Bir gün ‘Kapalı görüş var.’ dediler. Oğlum camın öbür tarafında, ben bu tarafında.
    Oğlum, ‘Baba seni çok seviyorum.’ dedi. “Ben de seni çok seviyorum” dedim. “Baba ben de oraya gelmek istiyorum” dedi.
    Dizlerimin bağı çözüldü. Boğazım düğümlendi. Hıçkırmamak için kendimi zor tuttum. 
    Hâkim Saim Bey oğlu ile yaşadığı bu hazin sahneyi anlatırken yine gözleri doluyor. Boğazı düğümleniyor ve konuşamıyor.
    Taşkın pınarlar gibi dolan gözlerini bir eliyle kuruladıktan sonra;
    “2016’dan sonra Türkiye yaşanmaz oldu. Çünkü çocuklarımızın okuluna emniyet güçleri geliyor, ‘ailenizde f…den tutuklanmış olan var mı? Diye soruluyordu.
     Ve o çocuktan el kaldırması isteniyordu. Korkunç bir şey… 
    Preslendik, baskı altına alındık. Zindanla, medeni ölümle imtihan edildik.
    “Sonu ölüm de olsa çıkalım artık” dedik ve çıktık.
    Bazen kendimi büyük bir mahkeme salonunda yargıç kürsüsünde otururken hayal ediyorum. Bize bu acıları yaşatanların karşıma getirildiğini hayal ediyorum.
    Ayağa kalkıyorum. ‘Ben sizin verdiğiniz kararların mağduruyum. Bu yargılama adil olmaz, hislerim karışır.’ diyerek cübbemi koltuğa bırakıp arkama bakmadan göz yaşları içinde çıkıyorum.’’ 

    Sahne değişiyor ve Hâkim Esat Bey görünüyor;

    ‘‘8 yaşındaki kızım bana yazdığı mektuplarında ‘Babacığım! diye hitap edemiyordu. Seni çok seviyorum ‘sır’ diyordu. Adım ‘sır’ olmuştu. Birinin eline geçer ‘Babanla senin irtibatın var.’ derler diye çocuk psikolojisi ‘babacığım’ yerine ‘sır’ kelimesini kullanıyordu.’’ 

    Sonra sahne değişiyor ve hâkime Tuba Hanım geliyor ekrana;
    “Doğuma 38 gün vardı.” diye başlıyor anlatmaya. “Eşim gelecek doğuma, diyordum. Çocuğumu eşim olmadan doğurmayacağım yani. 
    Doğum, yaşananlar sebebi ile çok zor gerçekleşti. Saatlerce acı çekmek zorunda kaldım. Oğlumu küveze aldılar. 
    Zor yürüyordum. Eşim cezaevinde, oğlum küvezde eve tek başıma döndüm.
    Bir gün eşimin yanına görüşe gittim. Çocuğuma su istedim gardiyandan. Eşim, ‘Boşuna istiyorsun, vermezler.’ dedi. Su bile vermiyorlar. Sonra Kerbela’dan bahsedip dindar olduklarını söylüyorlar. Ama karnımızdaki çocuğa kadar yaptılar bunu. Şu an ben tekrar hamileyim, tekrar çocuk bekliyorum. 
    Birçok arkadaşım şu an Türkiye’de hiç çocukları olmamasına rağmen çocuk da düşünemiyorlar. 
    Birçok insan ‘Bize bunları yaşatanları bir daha görmek istemiyoruz.’ diyor. Aksine ben çok görmek istiyorum. Sormak istiyorum ‘Neden?’ diye. ‘Değdi mi? Çok mu güzel şu an Türkiye? İstediğiniz gibi mi? 

    Tamam, biz sürüm süründük, cezaevlerine girdik, Meriç’lerde öldük. Memnun oldunuz mu bunca yaptığınız şeyden? Değdi mi gerçekten bir yerden sürülmemek için bunca kararı vermenize?’ demek isterim.’’

    Sahne değişiyor ve hâkime Esma Hanım geliyor ekrana; 

    ‘Hakimlik benim en büyük hayalimdi. Çocukluktan beri, bunun için çalıştım bunun için okullara gittim. Hayallerimiz elimizden alındı.
    Kanalizasyonu, suyu bağlanmamış bir cezaevine konuldum. Mersin’in o sıcağında günlerce, haftalarca suyun akmadığı oldu. Çocukların, hastaların olduğu bir yerdi. Oradan çıkmak mucize gibi bir şeydi. Böyle bir yerde 16 ay kaldım. 
    Sonu ölüm bile olsa çıkmaya karar verdim. Aynı muamelelere maruz kalmamak için ölümü göze aldım. 
    Ben kucağımda 2 yaşında bir bebekle o bota nasıl bindim? O kadar çaresizdim ki her seferinde şu korku vardı. Ben cezaevine gireceğim ve çocuğum orada emekleyecek. Her gün aynı haberlerle uyandık. Her gün bir çocuk daha cezaevine atıldı. Ben de bunlardan biri olmaktan korktuğum için ölümü göze alarak Meriç’ten geçtim. 
    Benim değer verdiğim iki gömleğim var. Üstümden cübbem zorla alındı ama ben bu iki gömleği saklıyorum. Birisi tutuklandığımda giydiğim, üzerimde bulunan gömlek, diğeri de Meriç’te ülkemi terk ederken giydiğim gömlek. Onları saklıyorum, hep salkıyacağım. 

    Sahne değişiyor ve savcı Mustafa Doğan geliyor ekrana;
    “Tutuklandıktan yetmiş gün sonra ailemizi gördük. ’diye başlıyor konuşmaya. “Annem açık görüş alanına girince ‘Mustafa’m sana neler ettiler? Sen karıncayı incitmez, dalı kırmazsın!’ diye ağıtlar yakmaya başladı.
    Babam orada bana ilginç bir şey söyledi, ‘Bak oğlum şuraya’ dedi. ‘Hepiniz Anadolu’nun gariban insanlarının gariban çocuklarısınız. Belli, manzara ortada.’ Orada ben şunu anladım aslında: ‘Cezalandırılan meslekleri elinden alınan bizler değildik, ailelerimizdi.’ Ben babamın hayaliydim. Babam okula dahi gidememiş bir adamdı. 
    Ben tekrar mesleğe döneceğimize, kürsüde görev alacağımıza, cübbemi yeniden giyeceğime eminim. 
    Biz masumuz.
    Ben şuna inanıyorum ki bu süreçte hakkımızda karar veren hakimler ve savcılar insanlık suçu işlediler. Sadece bizlerin değil bizleri okutan babalarımızın, analarımızın hayallerini de çaldılar.’’

    Hâkim Mustafa Doğan’ın bu sözleri bana Yaşar Kemal’in en güzel eserlerinden biri olan Sarı Sıcak’ta anlatılanlara alıp götürüyor.

    Anadolu halkının yokluğa, açlığa, unutulmuşluğa karşı verdiği insanüstü mücadelenin hikayesidir Sarı Sıcak. 
    Benim gibi köy hayatı yaşamış çocuklar kendini bulur Yaşar Kemal’in hikayelerinde. 
    Sarı sıcağın altında ekin biçtiğimiz, döven sürdüğümüz, tozlu yollarda yürüdüğümüz, seher poyrazında harman savurduğumuz günleri bugün gibi hatırlıyorum. 
    Daha on üç, on dört yaşında sarı sıcağın altında tuğla ocaklarında çalıştığımız günleri de hatırlıyorum.
    Sıcaktan bütün dünyanın canlısıyla, cansızı ile terlediği o günleri.
    Dağlar gibi istiflenmiş tuğlaların arasında alevlerin nasıl da boğuştuğunu, siyak kızıl alevlerin kocaman kocaman yalım dalgası oluşturduğunu bilirim ben.
    Cehennemi andıran o tuğla ocaklarında sarı sıcağın altında boncuk boncuk terlediğim günler belleğimde öylece duruyor.
    Babam bir gün ağabeyimle beni karşısına aldı.
    “Evlatlarım! Dedi. “Bizim gibi tarlada, harmanda ömrünüzü tüketmeyin. Biz Kur’an’ı samanlıklarda, ahırlarda gizli gizli okuduk. Sırtımda hala yasaklı yılların kırbaç izleri duruyor. Gidin okuyun, memlekete, millete hizmet edin.”
    Savcı Mustafa Doğan’ın dediği gibi tertemiz nesillerin yetişmesi biraz da köylerdeki, kasabalardaki o basiretli ve fedakâr babaların, anaların hayaliydi. 
    Bu süreçte o elleri nasırlı, yüzleri sarı sıcaktan kavrulmuş babaların hayalleri çalındı.
    Fethi Gemuhluoğlu’nun dediği gibi bu memleket pis bir kedi gibi kendi evlatlarını yemeyi çok seviyor.
    Sahne değişiyor ve omuzlarına dökülü sarı saçları ile, uçsuz bucaksız bir denizi andıran gözleri ile Hâkime Hilal Hanım geliyor ekrana. 
    O soğuk, o sert beton bloklar ucu bucağı görünmeyen bir denize dönüşüyor.
    Hilal Hanım, “Ben tahliye oldum, ama aynı dönem görev yaptığımız koğuş arkadaşım hala içeride. Son defa onunla küçük demir parmaklıklar arasından göz göze geldik. 
    O ağladı, ben ağladım.
    Ve gardiyan o küçük pencereyi kapattı.
    Sahne kapandı.
    O içerde ben dışarda kaldım.
    Bulunduğumuz koğuşta bir gün banyo sobası tüttü. Ortalığı kesif bir duman kapladı.
    ‘Bizi burada ölüme terk ediyorsunuz, diye avazımızın çıktığı kadar bağırıyoruz. Kapılara vuruyoruz ama gardiyanlar açmak istemiyor. 
    Güç bela kapıyı açtırdık. 
    Havalandırmaya çıktık. 
    Karanlık ve yıldızlı bir geceydi.
    Bu bize çok iyi geldi.
    O gece gökyüzü çok güzeldi. Parlement mavisiydi. Sözün bittiği yerdi burası. Sıcak yuvadan, sevdiklerimizden, anne-babalarımızdan ayrıydık.
    Ben yavaş yavaş mırıldanmaya başladım;

     ‘‘Memleket mi, yıldızlar mı,
     Gençliğim mi daha uzak?
     Kayınların arasında
     Bir pencere, sarı, sıcak.’’

    09 Nis 2023 12:16
    YAZARIN SON YAZILARI
    YAZARLAR