Ateşlerde yürümek

Bahattin Karataş

Bahattin Karataş

22 Kas 2017 18:18
  • Vaizler vefa, samimiyet, fedakarlık, hasbilik gibi güzel sıfatları ve konuları anlatırlarken; Asrı Saadete geçer, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz.Ali ve ashabdan örnekler verirlerdi... Cömertlik söz konusu ise Hz.Ebubekir mutlaka başta gelir, adalet derken Hz.Ömer, haya ve iffet derken Hz. Osman, kahramanlık, zühd ve takva derken de Hz. Ali'den örnek vermeden geçemezlerdi..

    Günümüzden bir örnek vermezlerdi. Sanki İslam,sadece Asr-ı Saadet'te yaşanmak içindi.. Sanki İslamın sonraki asırlara verecek, hiç bir şeyi yoktu..

    Tebük savaşında tecessüm etmiş bir cömertlik vardı. İnsanlar evlerinde, ellerinde ne varsa getirip döküyorlardı. Herkes o gün hayırda yarışmıştı adeta. Hz. Ömer ve Abdurrahman b. Avf, nice altın ve gümüşler getirmişler; Hz.Osman beşyüz deveyi yüküyle beraber, himmet etmişti... Getirdiklerini Mescid-i Nebevi'de örtünün üzerine dökmüşlerdi. Hz.Ömer, 'Ebubekir bugün beni geçemez artık' diyordu. Efendimiz (Sav) de, o kadar memnundu ki! Biraz sonra Sıddık-i Ekber, nesi varsa tümünü almış, getirip koymuştu. Allah Resulü 'evine ne bıraktın Ya Eba Bekir?' diye sorduğunda ise,"Allah ve Resulünü Ya Rasulallah! demişti.. Hz. Ömer de, "anladım ki Ebubekir'i geçmek imkansızmış" demişti. Günümüze gelince; vaizler artık,hizmetin infak kahramanlarından da bahsetmeye başladılar. Hizmet, örnekleri kendinden bir hareketti çünkü. Bir taraftan asr-ı saadet, bir taraftan da günümüzün cömert insanları bu asırda buluşmuşlardı adeta. O kadar çok isim vardı ki... Himmetini üçe beşe katlama derken, evinin anahtarını, nişan takılarını getirip koyanlar... Git yavrum git! Kur'an, yeryüzünde cemaatsiz kalmasın. Ben ki iki göz beklerim, ama seni bekleyen milyonca göz var git.! diyen ana babalara varıncaya kadar, o kadar çok örnekler gördük ki! 

    Türkmenistan’a hizmete giderken bir ailemiz, 'bir çamaşır makinası olsa bari' demişti... Gidip bakınca ne makinası, çamaşır yıkayacak plastik bir leğen bile yoktu. Çamaşır asacak ip bile bulamadım demişti bacımız.. Eşi çarşıdan bir ip getirip karşı komşunun penceresine bir ucunu bağlayarak, ancak serebilmişti çamaşırlarını. Çok geçmeden tüm çamaşırları yere düşmüştü. Aldığı ipin kağıttan olduğunu ve su değince de eridiğini müşahade etmişlerdi.

    Şimdi Antalya'nın portakal çiçeklerinin kokusunu, tarihini, denizini bırakıp gidersen büyük fedakarlık, İstanbul, Ankara, İzmir'den Afrika'ya gidersen büyük yiğitliktir. 

    Hocaefendi, Hz.Musab'ı (r.a) varlıklı bir ailenin güzeller güzeli bir çocuğu olarak anlatıyordu. Hatta sokaklardan geçerken kadınlar, kızlar Musab geçiyor, Musab geçiyor! diye seslenirlerdi. Eve geldiğinde annesi, "yavrum sana ne ikram edeyim" deyip etrafında pervane gibi dönerdi. Hadramutun ceylanları, ona ayakkabı giydirmek için yarışa girer; deri ayakkabıları bir yerden gelir, elbiseleri ise başka bir yerden gelirdi. İşte Musab öyle bir insandı.!

    Bir gün, Safa tepesindeki ilk ışık evinin önünden geçerken, içerden gelen bir sese vurulmuş ve kapıyı vurarak içeri girmişti. Müşrik olarak girdiği o evden, mümin olarak çıkmıştır Musab! Medineliler bize bir muallim gönder de dinimizi bize öğretsin dediklerinde Efendimiz (Sav) Musab! demişti... 

    Medine, onun mütebessim çehresiyle aydınlandı. Kandil kandil evlere, İslam ışığı ulaştı. Ertesi yıl, tam 75 kişi ile Akabe tepesine geldi. Burası, Peygamberimizin (as) Medinelilerle buluştuğu ilk yerdi...

    Allah-ü Teala da bu asra, aklımıza ve hayalimize gelmeyecek öyle Musablar, öyle fedakar arkadaşlar vermiştir ki bunları da saymakla bitiremeyiz. Birisi kalkmış ta Moğolistan'a gitmiş, ama arkasından harçlığı gitmemiş: Hanımına sen örgü ör ben de taksicilik yapayım ama geri dönmeyelim...

    Ve dönmemiş okullar açılmış, üniversite açılmış.. Onbinlerce talebeye ulaşılmış. Ve sonra bir gün bir şehre giderken trafik kazası geçirip, son nefesini verirken beni memleketime göndermeyin beni bu topraklara gömün, ben burda kalmak istiyorum demiştir.

    Ailesi Hocaefendi'yi aradığında "ayrılığına dayanamıyoruz efendim, götürmek istiyoruz" dediğinde Hocaefendi "kalsın o da oranın Eyüp Sultanı olsun" cevabını vermişti.

    Şimdi Mogol gelinler, önce Adem Tatlı'nın mezarına gidip dua edip, fotoğraf çektiriyorlar. 

    Bir başkası da, Tanzanya'ya gitmeden önce, Eyüp Sultan'a gidip Ey Koca Sultan siz hangi duygu ve düşüncelerle Medine'den buraya geldiyseniz, biz de aynı duygularla Tanzanya'ya gidiyoruz demiş ve dua etmişti. Kaporta ustası iken zenci çıraklarıyla beraber yemek yiyip, aynı şartlarda yaşamışlardı. O da bir trafik kazasında yaralandığında, son nefesini vermeden "ah keşke okulumuzun bahçesindeki keşenat ağaçlarının altına gömselerdi beni" demişti!

    Tanzanya'daki Hakan Usta'nın, Hz. Musab'la bir bağı yok muydu?

    Onun için vaizlerimiz muhacirlik, fedakarlık derken Hz.Musab'la beraber; Ademleri, Hakan usta ve Birol beyleri de anlatacaklardır... Medine'yi, Habeşistan'ı anlatırken, dünyanın tam 165 ülkesindeki mefkure muhacirlerimizi de anlatacaklardır...

    Hayat dediğiniz nedir ki? İşte geldik ve gidiyoruz... Ama giderken yiğitçe gidebilmek, ölümün yüzüne gülebilmek, merdane geliyorum Rabbim diyebilmek.. Çok önemlidir. Hayatı böyle yaşamalı... 

    Vaizler eskiden iffeti anlatırken Hz Aişe ve Meryem annemizi anlatırlardı.. Züleyha mermer putu örterken Hz.Yusuf, ''Sen haya edersin de bir mermer puttan, Ben haya etmez miyim ulu mabuttan?'' diyordu.. 

    Azerbaycan'da yahu sen erkek değil misin? Bir yıldan beri gelip gidiyorum, kaşını kaldırıp yüzüme bakmıyorsun? diyen bir kıza, arkadaşımız;
    -Kardeşim biz buraya namusunuzu, iffetinizi kirletmeye gelmedik ki demişti.. Şimdi bu yiğidin iffet anlayışının Hz.Yusuf'la, Hz. Meryem ve Hz. Aişe annemizin iffetiyle bir bağı var mıdır yok mudur?

    Bizim davamızın insanı öncekiler gibi bela ve musibetlerle sınanmamıştı. Öncekiler gibi eleklerden geçmemişti. Ateşlerde yürümemişti.

    Acılarla sınanmayan davalar hiç bir zaman kalıcı olmaz. İşte bugün dinlediğimiz, anlattığımız her şey acılarla, tarihe yazılmış destanlar.. Onları okuyor, onları anlatıyoruz.

    Bugün hırıstiyanlığın bütün ritüellerine baktığımızda acılar üzerine kurulmuştur. Hz.İsa (as) şu kayanın üstünde saatlerce ağlayıp, gözyaşı döktü. Orası ızdırap kilisesi oldu. Şu mağarada yakalandı. O mağaranın adı şöyle oldu. Şurada çarmıha gerilmek istendi.. Şu durakta düştü.. Orada durup dualar okunur. 

    Bizim de Safa Merve'de sayimiz, Mina'da taşlamamız, Müzdelife ve Arafat'ta vakfemiz gibi.. Neden Mina, neden Müzdelife, neden Arafat diyoruz? Çünkü bir peygamber evladını orada kesmekle sınanmış.. Biz de onu unutmuyoruz.. Neden Safa Merve? Çünkü bir anne yavrusuna su aramış, o tepe bu tepe demiş yedi defa koşmuş, biz de yedi defa koşuyoruz. Aklını yitirmiş, oğlum susuzluktan ölecek diye.. Neden Kabe orada? Neden etrafında dönüyoruz? Çünkü İbrahim (as) "Allah'ım ekinsiz insansız bir yere ailemi bıraktım sen onları koru” demişti. 

    Bu nasıl bir imtihandı? Çölde, insansız bir yere kundakta bir bebek ve anneyi bırakıp çekip gidiyorsun.

    İşte Kabe orda kök salıyordu... Havva annemiz Arafat'a düşmüştü. Bugün hepimiz af dilemek için annemizin o mekanına koşuyoruz.. Ey anacığım! Allah seni burada affetti. Umarız bizi de affeder diyoruz... 

    İşte bunlar acılarla örülmüş bir davanın, bir dinin ritüelleridir onları yaşıyor ve yaşatıyoruz. Kalıcı olmanın şekli budur..

    Hizmet, bu acılarla sınanmamıştı. Şimdi imtihan oluyoruz. Bu helaket ve felaket asrının çilekeşini de bugün sürgünlerle, hapislerle anıyoruz. Barla dağlarında, ıssız gecelerde yıldızlarla konuşmasıyla, seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey tatmadım sözleriyle anıyoruz. 

    Bu nasıl bir şey? Seksen sene yaşayacaksın, dünya zevki tatmayacaksın. Dünyanın hiç mi tadı yoktu? Tatmadılar gittiler. Neden? Bizden sonra insanlık mesut bahtiyar olsun diye.. Şimdi başımızdaki zat da öyle değil mi? Ona da şahidiz. Dünyadan bir kâm almadı.. Dünya zevki adına bir şey tatmadı. Allah aşkına zaten yirmi senesi sürgünde geçti. Seksene merdiven dayamış birisi bundan sonra mı sarayları, şatoları hayal edecek? Muhteşem bir hayat bırakıyorlar geride... Bizi davaya bağlayan koparmayan çileli hayatları değil mi zaten? Bütün mesele bu!

    Şimdi de cemaat çile ile sınanıyor. İki yüz bin insan açlıkla imtihanda.. Devletten ve özel sektörden atılmışlar. Kendisi de, eşi de içerde, çocuklar dışarıda olanlar var. Hamile olup, elleri kelepçeli doğum yapmış, ertesi gün polislerin kollarında hapishaneye gidenler ya da gaybubette bugün yarın polis gelecek diye bekleyenler de var. Altmış bin insan tutuklu içerde. Nice yıllar baharlar geldi geçti. Ne bir çiçek, ne de yavrularını koklayamadılar. Kolay değil.!

    Bir dava çile ile sınanıyor. Bu tepeyi geçenler, aşanlar Allah‘ın izni inayetiyle mahşer meydanında hiçbir tepeyle karşılaşmazlar inşaAllah! Peygamberimiz,
    Ya Eba Zer! 
    "Gemini yenile, çünkü deniz derindir.
    Azığını tam al, çünkü yol uzundur.
    Yükünü hafif tut, çünkü geçit çok sarptır.
    Amelini ihlaslı yap, çünkü kalplere Allah bakıyor" diyordu.

    Hapishanelerde,dövüle dövüle işkence ile öldürülen arkadaşlarımızın sayısı yüzü geçti. Girdikleri hücrelerden bir daha çıkmadılar... Yolda giderken kaçırılan arkadaş sayısı da otuzu geçti.. Bir daha haber alınamıyor.. Hakaret, kovulmak, dövülmek hepsi var artık. 

    Demek, Zekeriya gibi biçilmek de varmış...
    Kocası hapiste olan, hamile bir bayan, kayınpederi ve kayınları tarafından” sen teröristsin bu evde doğum yapamazsın terörist torunu da, seni de bu evde istemiyoruz, deyip sokağa atılmıştı. Arkadaşların gelsin alsınlar seni denmişti.

    İşte böyle bir zamanda Ebubekir, Ömer, Osman olmak lazım. Bir iftar vakti Hz. Osman, Efendimize (Sav) gelir evde bulamaz. Annemize sorar.. İftar vaktidir nereye gitti? O da 'yiyecek bir şey bulamadı. Aç karnına tekrar niyetlenip mescide gitti.' der. 
    Ben ki bu evin damadıyım. Allah bana bunca servet verdi.. Nasıl olur? Devletin başın da o. Orduların komutanı o. Dertlerimizin dermanı O (Sav). Nasıl olur aç olur der? Ama kimseye derdini açmayan da yine o(Sav).

    Hiç olur muydu? 

    Sırtına erzakları alır getirir, eve yığar Hz.Osman. Efendimiz (Sav) gelir, Ya Aişe bana ikram edecek bir şeyin var mı? der. 
    Annemizse, 'bak neler geldi?' der.  

    Onları ikram eder. Yer, içer mescide gider.. Hz. Osman sırtında çuvallarla tekrar gelir.. Bir şeyler bırakır.. 
    Annemiz,
    -Ya Osman Efendimiz, (Sav) seninle ilgili öyle şeyler söyledi ki seni gıpta ettim.. 
    -Ne dedi anneciğim? 
    -Ya Rabbi ben Osman'dan memnunum sen de memnun ol! Ben ondan razıyım sen de ol! Serveti çok faydalı oldu İslama! Sen arttır Allahım.! Bereket ver! dedi. 
    -Anacığım hakikaten Osman'dan razıyım dedi mi? 
    -Evet dedi.. 

    İşte şimdi tam Hz.Osman olmak vakti. Kardeşlerimizi oralarda aç susuz bırakıyorlar.. Yurtsuz, yuvasız bırakıyorlar.. Çocuklarından ayrı, hor hakir görüyorlar, iş vermiyorlar. İşte şimdi tam Hz. Ebubekir olma vaktidir. 

    Türkmenistan'dan gelmiş bir aileyi bir kampa vermişler tuvalet banyo müşterek. 'Şartlar o kadar zordu ki kalınacak gibi değildi' diyor arkadaşımız. Burada yapamayacağız diye düşünmüşler, Hizmet bitti herhalde.. Eğer olsaydı arkadaşlar gelir bizi buralarda bulurlardı. Bir ara da eşiyle çekip ülkemize gidelim orada hapishanelerde ölelim bari demişler. 

    Pazartesi dönmeye karar verdik diyor. Hafta sonu bir aile, ellerinde bir kağıt isimlerimizi okudular. 
    -Şunları arıyoruz. 
    -Biziz dedik. 
    -Biz Auros'tan geliyoruz, kardeş aileniziz dediler. 
    -Dünyalar bizim oldu. Anladık ki, hizmet henüz bitmemiş.. 
    İşte bugün, tam o gün.. Bu hizmet bitmedi ve bitmeyecek. Bin defa budasanız körpe dalları, bin defa kırsanız, işte yine çiçekteyiz, işte yine meyvedeyiz. Bu hizmet bitmedi bitmeyecek, yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek..!!

    Bahattin Karataş
    22 Kas 2017 18:18
    YAZARIN SON YAZILARI