Müreysi Kuyusu başındaki tatsız olayın üzerine Efendimizin (S.A.S.) giderek problemi kökten halletmesine rağmen, münafıkların başı İbn-i Übeyy İbn-i Selûl’ün nifak sözlerinin duyulması üzerine vaziyetten Hz. Ömer haberdar olunca âdeta deli divane oldu ve Efendimizden (S.A.S.) bu münafığın cezalandırılmasını istedi. Fakat bu problem, ceza ile halledilecek cinsten bir mesele değildi. Çünkü İbn-i Übeyy’i lider gören ve onun arkasından giden çok insan vardı. Uhud’dan ihanetle bir çoklarının onunla birlikte ayrıldıkları günü herkes hatırlıyordu. Aynı zamanda bu adamlar, perde arkasından ne türlü entrika çevirirlerse çevirsinler dış görünüş itibariyle Müslüman olduklarını söylüyor ve Allah Resulünün arkasında namaza duruyorlardı.
Hz. Ömer cezalandırılması için ısrar edince, Efendimiz (S.A.S.) “Hayır, dedi. O zaman da insanlar, Muhammed arkadaşlarını öldürüyor’ diye dedikodu ederler!” buyurdu.
Hz. Ömer geri adım atıp ısrardan vazgeçip dedikoduların kökünü kesmek için, “Ya Resulullah öyleyse insanlara emretsen de yola çıksalar,” teklifinde bulundu. O ana kadar bütün tekliflerine hayır diyen Efendimiz (S.A.S.) bu sefer: “İşte bak bu olur” buyurdu. Bunun üzerine Müreysi kuyusunun başından Hz. Ömer’in gür sesi yankılanmaya başladı. Hz. Ömer’in bu çıkışı, ashabı bir anlık tereddüde sevketmişti; zira günün orta vakti ve bu kadar güneş altında yola çıkmak Resulullah’ın âdeti değildi. Çok geçmeden Allah Resulü (S.A.S.) de, Kasva isimli devenin üzerinde görülüverdi; demek gerçekten de yola revân olunuyordu! Bu arada Evs’in efendisi Said İbn-i Ubâde Efendimize (S.A.S.) selam verip “Yâ Resulullah, diye seslendi. Bugün öyle bir saatte yola çıktınız ki, daha önceleri hiç bu vakitte hareket etmezsiniz; bunun sebebi nedir?” Efendimiz (S.A.S.) ona, “Arkadaşımızın söyledikleri sana ulaşmadı sanırım, buyurdu. Gerçekten de duymamıştı ve Hz. Said: “Hangi arkadaşımızın ya Resulullah, diye sordu. Efendimiz (S.A.S.) “İbn-i Übeyy, hem de Medine’ye dönünce, aziz olanın zelil olanı oradan çıkaracağını sanıyor!..” buyurdu. Hz. Said ise: “İstersen yâ Resulullah sen onu çıkarırsın; çünkü Aziz olan Sensin, zelil ise şüphesiz o!.. Ancak yâ Resulullah! Sen yine de ona yumuşak davran! Çünkü Allah seni buraya getirdiğinde kavmi onu, inci boncuk giysilerle, taç giydirip başlarına lider yapmaya hazırlanıyordu. Tacındaki kıymetli taşların hepsi tamamlanmış, sadece Yuşâ adındaki bir Yahudi ‘Hayır’ diyerek elindeki taşı vermemişti; lider olabilmesi için elindeki kıymetli taşa olan ihtiyaçlarını biliyor ve yüksek bir bedel istiyordu. İşte tam bu sırada Allah (c.c.) Seni gönderdi ve o da, bu sebeple Senin, ona ait mülkü gasbettiğini düşünüyor!” dedi. Olanları öğrenen münafığın oğlu Abdullah, Peygamberimizin (S.A.S.) yanına gelip “Yâ Resulullah, Senin hakkında söylediklerinden dolayı şayet babamı öldürecek olursan, o işi bana bırak, Vallahî ben, daha Sen şu oturduğun yerden kalkmadan onun başını buraya getiriveririm. Gerçi Hazreç kabilesinde herkes bilir ki, anne-babasına iyilik konusunda onlar arasında benden daha ileri olan kimse yoktur; şu zamandan bu yana onun yemeklerini hep ben hazırlar içeceğini de hep ben takdir ederim! Ben şundan korkuyorum ya Resulullah; şayet onu benden başkasına emrederek öldürtürsen, babamın kâtili gözümün önünde ve insanlar arasında dolaşırken nefsim buna dayanamaz ve ben de belki bir gün kendimi kaybedip onu öldürür ce Cehenneme girerim! Elbette Senin affın daha değerli, lütfun da daha büyüktür!” dedi.
Efendimiz (S.A.S.) “Ey Abdullah, dedi. Ben ne senin babanı öldürmeyi murad ettim, ne de bunu emrettim. Bilakis o bizim aramızda olduğu sürece biz ona hep ihsanla muamele edip iyilik düşünürüz.” buyurunca, Abdullah da “Yâ Resulullah, diye söze başladı. Şu Medine ahalisi babamı, başlarına lider yapmak için omuz omuza verip anlaşmışlardı. İşte tam bu sırada Allah (c.c.) Seni buraya getirdi; bu sebeple Allah onu alçaltırken Senin vesilenle bizleri kıymetler üstüne çıkardı. İşte şu anda onun etrafında öyle insanlar dolaşıyor ve daha önce gerçekleştiremedikleri işleri elde edebilmek için onu tahrik edip duruyorlar.” dedi.
Atik Vadisi’ne geldiklerinde Abdullah, ordunun önüne geçti ve babasının gelmesini bekledi. Gelince de devesinin yularını tutup çöktürdü. Babasının karşısına dikildi: “Allah’a yemin olsun ki, Resulullah izin vermedikçe seni Medine’ye sokmayacağım. Böylece kimin aziz, kimin zelil olduğunu görmüş olursun.” dedi. Bunu Efendimize (S.A.S.) bildirdiler, Efendimiz (S.A.S.) gelip “Babanı serbest bırak Abdullah!” buyurdu. İşte ancak o zaman babasına izin verdi!..
O hızlı yürüyüşle insanları Medine’ye sevk etmek çok önemli bir strateji idi… Çünkü öyle bir tedbir uygulanmasaydı. Meselenin dedikodusu hatta münakaşası yapılacak… Eskide kalmış olumsuzluklar zihinlerde hortlayacaktı. Bunlara böylece hiç fırsat verilmemiş oldu. Zaten daha sonra her şeyi yerli yerine oturtup, kalpleri tatmin edecek vahiy mesajları sağanak sağanak inecekti!..
Bu strateji, bu süreçte de iftiraya varan iddialara fırsat vermemek için uygun bir yöntem. İşte böyle bir şekilde insanlar faaliyete yönlendirilerek uygulanabilir. Zaten Hocaefendi bize “Asr-ı Saadetteki olayları siyer felsefesiyle ele alırsınız, pek çok kördüğüm olmuş problemlerinize çözüm bulmuş olursunuz!..” demiyor mu?