[Tarık Burak yazdı] Geriye Dönüp Bakacağımız Günler

Samanyoluhaber yazarı Tarık Burak'ın Hocaefendi'nin hayatını anlattığı yazı dizisi "Aşık-ı sâdık Fethullah Gülen Hocaefendi' serisinin 39. bölümünü yayınlıyoruz.

Bir gün gelecek 'Hey gidi günler' diyeceksiniz"

TARIK BURAK 

Geriye Dönüp Bakacağımız Günler


‘Belki bunlar sizin gelecekte iyi günleri idrak ettiğiniz zaman, geriye dönüp yüzüne bakacağınız günler olacaktır. Çok kimseler, tatlı günleri ileride arayacak, fakat siz yer yer dönüp gerilere bakacaksınız.’


Fethullah Gülen Hocaefendi, 24 Kasım 1990 tarihinde, Avrupa’daki Türkler’in ısrarlı davetleri üzerine İstanbul’dan Hollanda’nın Amsterdam şehrine gitti. Hollanda, okyanusun kenarında ve su seviyesinin altında kalan bir ülkeydi. Hocaefendi, okyanus seviyesinin altında ve küçük bir ülke olmasına rağmen insanların gayretleriyle nasıl bir ülke oluşturduklarını yakından gördü. 

Ayrıca gördüğü manzara da bir başka güzeldi. Okyanus ile semanın iç içe geçip, ufukta bitişmesini hayranlıkla izledi. Hocaefendi, daha sonra Amsterdam’dan Türk öğrenci yurdunun bulunduğu Rotterdam’a gitti. Yolda gördüğü şehir ve kasabalar Müslümanların ülkelerinde olması gereken bir düzeni, tertibi ve yaşayışı aksettiriyordu.  

Hocaefendi, Hollanda’da bir hafta boyunca Türklerle görüştü, yurtta sohbet etti. Anadolu insanın himmetleri burada meyve vermeye başlamış, yurtlar açılmıştı. 13 yıl önce geldiği bu topraklarda Efendimiz’in (sav) garipliği sona eriyordu artık. Gözleri çeşme olup şükür gözyaşları döktü. Türk öğrenci yurdunu yöneten Akyazılı Vakfı’nın hepsi üniversite mezunu olan kurucularının düzgün bir imajla Hollanda devletiyle muhatap seviyeye gelmiş olması Hocaefendi’yi ayrıca sevindirdi. Bu sonucun ortaya çıkmasında, 1980’de Hollanda’ya giden ve bu hizmetlere öncülük eden fedakar Hizmet insanlarının payı büyüktü. 

Hocaefendi, basiretiyle adeta bugün yaşanacakları görmüş gibi Avrupa’daki Türklere: “Burada kalın, vatandaş olun, çocuklarınıza sahip çıkın” dedi. Bugün, insanlığın huzur ve barışı için aslında Hizmetin Avrupa’da ne kadar güçlü olması gerektiğini daha iyi anlıyoruz. 1960’lı yıllardan beri Avrupa’ya gelip de, kömür ocaklarında, fabrikalarda, ağır işlerde çalışıp, kazandığı parayla bir an önce Türkiye’ye dönmenin hesabını yapanlarla İslamiyet’e zor Hizmet edilirdi. Hocaefendi’nin 1990’da Avrupa’daki Türklere verdiği: “Yaşadığınız ülkelerin verdiği vatandaşlık haklarından yararlanın, seçme ve seçilme hakkı elde edin. Çocuklarınızı üniversiteye gönderin.” mesajı ancak 15 Temmuz Düzmece Darbesi’nden sonra açık olarak anlaşılacaktı. 

Hocaefendi’nin bu seyahatinde verdiği asıl önemli mesaj, Türkler’in doğru insan olmaları, inançlarını hal diliyle ortaya koymalarıydı. O her zaman şu fikirlerini dile getirecekti:  

‘Birilerini aldatırsak, esasen farkına varmadan dinimizin sinesinde bir yara açmış oluruz. Biz şahsî hayatımız itibarıyla doğruluğu deldiğimiz takdirde hiç farkına varmadan karşı tarafın düşüncesinde, anlayışında, bakışında, dinde bir delik açmış oluruz; “Bu din de delik!.. Bunda da boşluklar var.” derler. Bu açıdan da bir hukuk-u âmme gibidir. Dine kendini adamış insanlar, öyle bir istikamet içinde yaşamalıdırlar ki, Ebu Zerr el-Ğıfarî gibi bir yerde kefensiz, gömleksiz ölmelidirler. Kefensiz, gömleksiz ölmeye hazır bulunmadır asıl mesele.

Allah’ın emrettiği gibi dosdoğru olursanız, sözde, tavırda, davranışta, konuşmada, telkin ettiğiniz şeylerin arkasında olmakta ve yaptığınız şeylerde istikameti korumada başkalarını imrendirirsiniz, kendinizi ütopya yaşanan bir dünyadan gelmiş gibi gösterirsiniz ve “Keşke biz de bu dünyaya akabilsek!” dedirtirsiniz. Fakat, -hafizanallah- bir tarafta bir boşluk, hakkaniyetsizlik, yalan olursa, milletin bakışı da ona göre olur; “Demek ki bunların din adına dayandıkları temel sistemlerde böyle boşluklar var.” der ve dinden nefret ederler. Kimsenin hakkı yoktur insanları dinden nefret ettirmeye. Bizim vazifemiz; Allah’ı, Peygamber’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kur’an’ı ve dini sevdirmektir, bu da sizin bu mevzudaki istikametinize vabestedir. Aksi takdirde, Devr-i Risalet Penahi’den bu güne kadar gelen hakiki mü’minler, Allah’ın huzurunda, bu türlü insanlardan davacı olurlar; “Biz bu emaneti bizden sonrakilere arızasız, kusursuz, delik deşik etmeden verdik, ama onlar onu kalbur gibi delik deşik ettiler, her gayr-ı meşruyu meşru saydılar, insanları dinden kaçırdılar, davacıyız Allah’ım” derler.

Hocaefendi, Hollanda ve Almanya’da görüştüğü herkese hep insanlığa Hizmeti nasihat etti. Bundan sonra Danimarka, Fransa ve İtalya’ya geçti. Danimarka ve Fransa’da sohbetler yapan Hocaefendi, Paris Louvre Müzesi’ni, Notre Dame Katedrali’ni gezdi. 11 Aralık 1990 günü Paris ile Strasbourg arasındaki seferlerine yeni başlamış olan hızlı trenin ilk seferine katıldı. Hocaefendi bu yolculukta, yeni basılacak olan Sonsuz Nur kitabının ilk cildinin tashihini yaptı.

Hocaefendi, 13 Aralık 1990 günü Paris’ten Roma’ya geldi. Ertesi gün, cuma namazını inşaatı devam eden Roma Camii’nde kıldı. Hizmetle ilgili temaslarını sürdüren Hocaefendi, bir gün Roma’da kaldıktan sonra, ertesi gün İngiltere’nin başkenti Londra’ya geçti. Burada iki gün programlara katıldı. Ardından tekrar Amsterdam’a, oradan da 19 Aralık 1990 günü, 25 gün süren Avrupa turunu tamamlayarak İstanbul’a döndü.

Özlenen Günler (1991)
Fethullah Gülen Hocaefendi 24 Mart 1991 yılında İzmir Hisar Camii’nde verdiği vaazında eski hizmet günlerine olan özlemini dile getirdi. Yapılan hizmetlerin ne kadar bereketli ve samimi olduğunu ifade ederken “Benim Kestanepazarı’ndaki tahta kulübeciğim” dediği 4 yıl Kestanepazarı Camii’ndeki kulübede geçen günlerini de andı:

“Geriye Dönüp Bakacağımız Günler”
“Size bir şey söyleyecek, bir şey diyecek güçte ve iktidarda değilim, inanın değilim. Belki bunlar sizin gelecekte iyi günleri idrak ettiğiniz zaman, geriye dönüp yüzüne bakacağınız günler olacaktır. Çok kimseler, tatlı günleri ileride arayacak, fakat siz yer yer dönüp gerilere bakacaksınız. Alınlarında nur tele’vü’ eden, çehreleri dırahşan, evlerinizin çehrelerine bakacaksınız. Emeğinizle kurduğunuz yurtlarınızın çehrelerine bakacaksınız, okullarınızın çehrelerine bakacaksınız ve camileri lebâlep dolduran genç delikanlıların çehrelerini tahayyül edeceksiniz ve bir gün sahabinin dediği gibi “Hey gidi günler” diyeceksiniz, “Meğer tatlı günler o günlermiş” diyeceksiniz. Belki ben de öyle diyeceğim. Ama belki yerin altında, belki de yerin üstünde ben de öyle diyeceğim.

Hey gidi günler! Tam yaşanacak günlermiş, hiç durmadan gecelerinde koşulacak günler. Hiç durmadan soluk soluğa küheylanlar gibi gündüzlerinde koşulacak günler… Himmet toplantısı deyip utana utana, hicab ede ede, terleye terleye “ne olur Allah aşkına, coşun” denen günler!

Burs verin, kurbanlarınızı verin, imam hatip yapın, yurt yapın, pansiyon yapın, okul açın… açın deyip terin tabandan çıktığı günler!
Ben de diyeceğim, siz de diyeceksiniz. Bugün, belki bu günler hicranlı günler, belki hasretli günler ama bir gün gelecek “özlenen günler” olacak. Nesibe, yetiştiği gül devriyle şen, şâd ve hurrem değildi. O Uhud'u düşününce seviniyor ve gülüyordu. Sırtında elin yumruğun girip saklandığı sırtındaki yarayı gösterdikleri zaman mesud ve bahtiyar oluyordu. Gül devrini yaşarken değil. Abdullah İbni Hüzâfetü’s-Sehmî başının kaynayan sulara sokulduğu günleri hatırlıyor “Hey gidi günler!” diyordu.

Huzeyfe babasının evinden kovulduğu günü düşünüyor, “Hey gidi günler!” diyordu. Ammar yeldire yeldire geziyordu. Sırtında ateşlerin söndürüldüğünü düşünüyor “hey gidi günler” diyordu. Zübeyr bin Avvam hasırlara sarılıp yakıldığı günleri hatırlıyor, “Hey gidi günler” diyordu. Onlar “hey gidi günler”di. Çünkü o günlerde müminler, tırmanma şeridinde sürekli olarak tırmanıyorlardı. Hiçbir şeye gönül kaptırmadan, başka hiçbir sevgiye dilbeste olmadan, turnikeye önce girmiş olmanın hakkını araştırmadan, hizmet karşısında hakk-ı temettu aramadan, sadece “hizmet diyor” ve yürüyorlardı.

“Hey gidi günler!” “Hey gidi günler!” diyorlardı, o çile günlerine, o ızdırap günlerine. Çünkü o günlerde “içlerinde Allah’ın hoşnutluğundan başka mülahaza” yoktu, çünkü o günlerde büyüklük yoktu, çünkü o günlerde herkes küçüktü, çünkü o günlerde herkes neferdi, çünkü o günlerde turnikeye evvel girmiş olmanın hesabını yapma yoktu. Çünkü o günlerde “Kün inde’n-nâs ferden mine’n-nâs.” vardı, “insanlar arasında insanlardan bir insan ol” vardı.

“Ah! nankör nefsim!” sen de “hey gidi günler” diyeceksin. Kafanda hiç o türlü duygular ve düşünceler yoktu, dinleseler de dinlemeseler de alınmıyordun. Sekiz saat derse girdikten sonra, iki yerde de akşam derse iştirak ediyordun. Bir Cumartesi-pazar, burası Simav senin, orası Gediz benim, şurası da Demirci senin. Ve pazartesi derslere yetişme de yine senin. Ama alınmıyordun gönül koymuyordun, “dinleyen yok” diye üzülmüyordun, “tesir etmiyorum” diye müteessir olmuyordun.
 
“Hey gidi günler!” ne kadar arkada kaldınız, bizden ne kadar uzaklaştınız, biz ne kadar büyüdük. “Hey gidi günler!” siz ne kadar küçük kaldınız. “Ah eyyâmullah!”, “ah peygamber günleri!”, “ah hizmet günleri!”, “ah başka mülahazaların içine girmediği günler!” Biz büyüdükçe sizler arkada küçük kaldınız. Benim Kestanepazarı’ndaki tahta kulübeciğim içinde kaldınız! Ah tahta kulübem, her şey senin içinde kaldı gitti. Ah küçüklük, sen ne iyiydin, arkadaştık seninle ve yine “hey gidi günler...”

Turgut Özal’ın Büyük Hizmetleri (1991)

12 Eylül askeri harekatından sonra devleti yöneten komutanlar hükümeti ANAP'a bırakmışlardı ama 163. madde hâlâ Demokles'in kılıcı gibi tepelerinde sallanıp duruyordu. İhtilalden sonra gözaltına alınan insan sayısı 650.000’di. Mahkemelerde açılan 210.000 davada 230.000 kişi yargılandı. Bunlardan 7.000’i idam talebiyle yargılandı ve mahkemeler 517 idam cezası verdi. Bu cezaların 49’u infaz edildi. Sıkıyönetim kanunları çerçevesinde 3.000 öğretmen, 120 üniversite öğretim üyesi ve 47 hakim görevlerinden uzaklaştırıldı. Prof. Dr. Şerif Mardin gibi dünya çapında ün yapmış bilim adamları Said Nursi hakkında bilimsel araştırmalar yapıyor, bunlar ABD'de üniversitelerde tartışılıyor, kitap şekline dönüştürülüp yayınlanıyordu ama Türkiye'de durum başkaydı. Türkiye'de hâlâ Risale-i Nur külliyatını okumak ve bulundurmak yasaktı.  

Turgut Özal, insanları düşüncelerinden dolayı cezalandıran Türk Ceza Kanunu’nun 141, 142 ve 163. maddelerini 12 Nisan 1991’de kaldırdı. Hocaefendiye göre Turgut Özal’ın en büyük hizmetlerinden biri buydu. Hocaefendi, bu kararın ardından Turgut Özal’a gönderdiği tebrik mesajında, “Tanzimat’tan beri böyle bir gelişme ve değişme olmamıştı. Sizi bütün ruhumla tebrik ediyorum” demişti. Özellikle 163. Madde’yi kaldırmak o günün şartlarında kolay alınacak bir karar değildi. İrtica tehlikesini öne süren bazı çevreler bundan hoşnut değildi. Örneğin dönemin Türkiye Barolar Birliği Başkanı Eralp Özgen, dönemin Adalet Bakanı Oltan Sungurlu’ya, beş bin civarında imzadan oluşan bir dilekçe verip, “163. Madde’nin kaldırılmasına karşıyız” diyordu. Ancak Özal, bu türden baskıları göze alarak bu adımı atmıştı. Bu hiç de kolay olmamıştı. Hocaefendi’nin deyimiyle Özal zor ve meşakkatli bir işi başarmıştı.

163. Madde, devletin temel yapısını dini esaslara dayandırmak amacıyla örgütlenme denilen bir suçu düzenliyordu ve cezası 8 yıldan 15 yıla kadar hapisti. Bir kişi, hiçbir eylemi yokken de bu maddeden dolayı, ceza alabiliyordu. 163. Madde dört kısımdan oluşuyordu, dört fıkranın dördü de birbirinden esnekti.

Öldüğü tarihe kadar sürekli bu tür davalarla karşı karşıya kalan Necip Fazıl Kısakürek, bunu anlatırken şöyle diyordu: “Bir insan manava gidip, patlıcan istese ve gözünün önünde manavın eksik tarttığını görse, ‘Allah’tan kork, hakkımı yedin’ dese, manav bu adamı mahkemeye verse, bu adam 163. Madde’den dolayı cezalandırılır. Çünkü ‘Allah’tan kork, hakkımı yedin” demekle din ve dince kutsal sayılan değerleri istismar etmiş, kendi dünyevi çıkarları için kullanmış olmaktaydı.”


Hocaefendi Vaazlarına Son Verdi (16 Haziran 1991)

Fethullah Gülen Hocaefendi, 16 Haziran 1991 günü vaazlarına son noktayı koydu. Bunun temel sebeplerinden biri İstanbul’da vaaz verdiği camilerde, vaaz kürsüsüne bomba konulması suretiyle yapılan suikast girişimleriydi. Güvenlik birimleri, Hocaefendi’nin cuma günleri vaaz verdiği Üsküdar’daki Valide Sultan Camii’nin kürsüsüne bomba konulacağını tespit etmişti. Aynı suikast hazırlığı, Hocaefendi’nin belirli aralıklarla vaaz verdiği Süleymaniye Camii için de yapılmıştı. Hocaefendi, vaaz dinlemeye gelen insanların zarara uğramasından endişe ettiği için böyle bir karar almak zorunda kalmıştı. Zaten emniyet de halkın güvenliği için ısrarla bu noktada diretiyordu.  



Milletin Önünü Kesen Kanlı Kâbus

Hocaefendi, Sızıntı Dergisi’nin 1991 yılı Ağustos sayısı için “Milletin Önünü Kesen Kanlı Kâbus” başlığıyla bir yazı yazdı. Bu başyazıda, “Şaşkın Kaptan” adını verdiği soyut bir lidere sesleniyordu. Aslında Hocaefendi, edebi bir yaklaşımla ihtilaller ve terör başta olmak üzere Türkiye’nin son 70 yıl boyunca yaşadığı bütün sıkıntıları işliyordu. Toplumda din düşmanlığı yapanların etkisiyle aşınan değerlerin yerini inkârcı ve nihilist bir dünya görüşünün almasından başka bir şey beklenemeyeceğini hatırlatan Hocaefendi, Türkiye’nin geçirdiği süreci “sisli-dumanlı” dönem olarak nitelendiriyordu. Ama Cumhurbaşkanı Turgut Özal, başyazıda yer alan şu kısımları üzerine aldı: 
“Sen, "çağdaşlık" "çağ atlama" nakaratıyla kendi kendini avuta dur; kazanç, gelir dağılımı, refah, mutluluk, keyif, neş'e gibi gevezeliklerle teselli olmaya devam et; beraberlerinde bulunmayı şeref saydığın "çağdaş" dünyaların arş-ı nizamlarından kopup gelen sur sesi çoktan bir korkulu rüya gibi her yanı sardı... " 

Halbuki, Hocaefendi, o güne kadar Turgut Özal’a günlük siyasetle ilgili hiçbir tavsiyede bulunmamıştı. O zaten hayatı boyunca siyaset karşısındaki tavrını hiç değiştirmemişti. O kararını vermişti, siyaset ona göre değildi. Çünkü, Türkiye’nin bulunduğu durumdan kurtuluşu ancak siyaset üstü bir yaklaşımla toplumun bütün fertlerini kucaklamakla mümkün olabilirdi. Günlük politika oyunlarını, kitlelerin aldatılıp iğfal edilmesini, iktidar ve menfaat mücadelelerini ve bu uğurda bütün gayrı meşrûların meşrû gösterilmesini siyaset telâkki etmiyordu. Bu yüzden, kalbî hayatı, düşünce istikameti ve Hakk'la münasebetleri adına her siyâsî hareketten uzak kalmayı zarûri görüyordu. 

 

Azerbaycan’a Açılan Dostluk Köprüsü

Türkiye’de siyasi çalkantılar yaşanırken, İstanbul’dan Orta Asya’ya giden kafileler Türkiye’nin bu kardeş ülkelerin çocuklarını okutabiliceği yönünde bir kanaate varmışlardı. Bu ülkelere giden Türk işadamları, 1991 Eylül ayında çoğunluğu Azeri olmak üzere 100’den fazla öğrenciyi okutmak için turist vizesiyle Türkiye’ye getirdiler. Ancak bu öğrencilerin uzun süreli turist vizesiyle Türkiye’de öğrenim görmeleri mümkün değildi. Bu öğrenciler için Moskova’daki Türk Büyükelçiliği’nden eğitim vizesi alınması gerekiyordu. Ne var ki bu vizelerin alınmasında sıkıntılar çıkıyordu. Azerbaycan’daki yetkililer, “Mademki Türkiye’ye öğrenci götüremiyorsunuz gelin burada okul açın” dediler. Orta Asya’daki Türk kolejlerinin macerası işte böyle başladı. Bina problemi yoktu. Çünkü bu ülkelerden geri çekilen Rusların boşalttığı boş okullar ve binalar vardı. Bunlar yeni kurulan Türk kolejlerine tahsis edildi. 

Aynı dönemde, Türkiye sınırındaki Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti’nde yaşayan Azeri halkı da sıkıntı içindeydi. Yiyecek kıtlığı vardı. İnsanlar ekmek bulmakta zorlanıyordu. Nahçıvan’ın lideri, Meclis Başkanı Haydar Aliyev’di ve Aliyev’in umudu Türkiye’ydi. Türkiye’ye yardım çağrısı yapıldı. Bu çağrıya yine Hocaefendi’nin çevresindeki insanlar cevap verdi. Nahçıvan’a ulaşacak yardımlar Erzurum’dan koordine edildi. Nahçıvan Başbakanı İbrahim Bican’la temasa geçildi. 

Türk halkı sıkıntıdaki Nahçıvan halkına yardıma hazırdı. Iğdır ve Aralık belediyelerinin de desteğiyle Aras Nehri’nin dar bir bölgesinde bir servis köprüsü yapıldı. Bu köprünün açılışı Nahçıvanlı Azeriler için inanılmaz bir gündü. Açılışa on bin civarında Azeri gelmişti. Köprünün Nahçıvan tarafında kurdele kesildikten sonra, sıra Türkiye tarafının açılışına geldi. Hizmet gönüllüleri ve Nahçıvan lideri Haydar Aliyev en öndeydi, arkalarında köprüye hücum eden muazzam bir kalabalık vardı. Sınırdaki Türk askeri yetkililer böyle bir izdiham yaşanabileceğini öngördüğünden köprünün hemen başında tedbir almıştı. Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçesinden gelmiş bir askeri birlik, köprünün başında bir halka oluşturmuştu. Böylece Türkiye’ye izinsiz geçişler önlenmiş olacaktı. 

Haydar Aliyev, Türk toprağına ayak bastığında, askerlerin barikat kurduğunu görünce, askeri birliğin başındaki albaya şu sözleri söyledi: “Albay, şu gördüğün millet, Anadolu toprağını öpmeye geliyor. Elindeki silahı Ruslar bize 40 yıl doğrulttular, ama korkmadık. Sen silahını bize doğrultmuşsun ama merak etme, bir kişi bile burada kalmayacak. Şu gördüğün halk sadece gelip Türk toprağını öpecek ve hepsi geri gidecek.” Aliyev’in bu uyarısı üzerine albay, halkayı biraz genişletti. Azeriler coşkuyla Türk tarafına geçtiler. Belediyenin ve yöre halkının hazırladığı kumanyadan yediler. Ve gerçekten de hepsi geri döndü.
Yardımlar Nahçıvan’a Aras Nehri’nin en dar yerinde kurulan işte bu servis köprüsüyle ulaştı. Üç dört ay içinde bu şekilde Nahçıvan’a 100 kamyona yakın yardım ulaştı. Haydar Aliyev, birkaç yıl sonra Azerbaycan devlet başkanı olunca, o zor günlerde Türk halkından gelen yardım elini hiç unutmadı. Aliyev, Bakü’de Türk üniversitesi kurulurken, çok kıymetli 200 dönümlük bir araziyi göstererek, “Bu arazi üniversitenin olsun. Lazım olursa yine yer veririm” diyerek Kafkas Üniversitesi’nin yerini tahsis etti. Ondan sonra Azerbaycan’da sayıları onları çok aşan Türk liseleri ve bir üniversite vücuda geldi. Ama… ne yazık ki… 15 Temmuz Sahte Darbesi bu Hizmet kurumlarına da zarar verdi… 

Azerbaycan o dönemde yönünü ne kadar Türkiye’ye çevirmişse, o düzeyde İran’a kapatmıştı. O yıllarda benzer okulların İran tarafından açılması gündeme gelince, ileri gelen Azeriler, “İran okullarıyla Azerbaycan bir molla cumhuriyeti olur” diyerek buna karşı çıkmıştı. 


Devam Edecek…

<< Önceki Haber [Tarık Burak yazdı] Geriye Dönüp Bakacağımız Günler Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER