FİKRET KAPLAN- SAMANYOLUHABER.COM
İnsan, her şeye gücü yeten Ezel ve Ebed Sultanı Yüce Allah’ın kudret elinden halifelik libasını giyerek yeryüzüne inmiş ve O’nun sanatına ayinedarlık yapmaktadır. Zamanın ve mekanın hangi parçasında olursa olsun her akıl sahibi, O’nu bilme, sevme ve O’nun yolunda olma gayreti içerisinde bulunarak hem dünyasını hem de ahiretini mamur etmelidir.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Mesnevî-i Nuriye’de şöyle buyurur: “İnsan bir yolcudur. Sabâvetten (çocukluktan) gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.”
O, bu yolculuğu sırasında ‘göklerin yarılıp parçalanacağı, Cehennemin köpürüp alevleneceği ve kıyametten sonra bir kere daha üfürülen sûrla beraber bütün ölülerin diriltilip hesaba çekileceği müthiş bir günle karşılaşır.
Her ferdin, yalın ayak, başı çıplak bir vaziyette kendi sırasının gelmesini dehşet ve korkuyla bekleyeceği; kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından kaçacağı, kendi başının çaresine düşeceği; peygamberlerin dahi “Nefsî, nefsî!” diyeceği bir gün..
İşte böyle zor bir günde, Hz. Ömer'in (ra) rivayetine göre, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize şöyle bir grup insandan bahseder:
“Mutlaka Allah’ın kullarından bazı insanlar vardır ki, Onlar ne Peygamber ne de şehittirler. Fakat kıyamet gününde, Allah katındaki makamlarından dolayı nebiler ve şehitler onlara gıpta edeceklerdir.”
Sahabeler dediler:
“Ey Allah’ın Rasulü bize haber ver, Onlar kimlerdir?”
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem):
“Onlar öyle bir topluluk ki, aralarında bir akrabalık, alıp verecekleri mal, mülk olmaksızın, Allah için birbirlerini severler. Hem, vallahi şüphesiz onların yüzleri pırıl pırıl nurdur. Şüphesiz onlar nur üzerindedirler. (İşleri nurdur) insanlar korktuğu zaman onlar korkmazlar, halk mahzun olduğu zaman onlar mahzun olmazlar” (Mecma‘ût-Tefâsîr (Lubâbu’t-Te’vîl) III, 267; Hak Dini IV, 2731) buyurdu ve şu ayeti okudu:
“İyi bil ki, Allah’ın velilerine, sevdiklerine korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Yunus Suresi, 62)
‘Onlar öyle bir topluluk ki, aralarında bir akrabalık, alıp verecekleri mal, mülk olmaksızın, Allah için birbirlerini severler.’
İnsanlığın İftihar Tablosu’nun etrafında halelenen o ilkler gibi Allah’ın inayetiyle, dünyanın dört bir yanına ulaşan gönüllüler, aralarında hiçbir akrabalık bağı, ticaret, mal mülk, alışveriş olmaksızın sadece bir dava etrafında buluştular. Hatta bu uğurda ailelerini, sevdiklerini dahi terk etmek zorunda kaldılar. Yeni evlendiği eşini, ağlayan çocuğunu, kurulu düzenini ve maddi-manevi füyüzat hislerini arkada bırakan adanmışlar sadece Allah için yollara düştüler. Haksızlığa boyun eğmediler.
Allah Resûlü, Sahabeye dediği gibi bu yiğitlere de daima sesleniyor ötelerden:
‘Bugün sıkıntılar, meşakkatler zorluklar içindesiniz; ancak bir gün rahat edeceğiniz günler de gelecek. Fakat şimdilerde siz o günkü durumunuzdan daha hayırlısınız.’
Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarif ettiği bu insanlar içinde olmayı arzu edenler, hizmet adına problemlerin üst üste yığıldığı bir dönemde küçük küçük meselelere takılıp olmayacak beklentilere girmemeli, bunların kavgalarını vermemeli. ‘Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi?’ deyip yoluna devam etmeli.
Yoksa, yangın etrafı sarmışken her meseleyi kalkıp kendine bağlarsa, beklentilere takılıp kalırsa ve başkalarına hayat hakkı tanımazsa inayet olmaz, bereket kesilir.
‘Hem, vallahi şüphesiz onların yüzleri pırıl pırıl nurdur.’
‘Yüzler vardır o gün pırıl pırıl... (O güzel ve Yüce) Rab'lerine bakakalır...’ (Kıyamet Suresi, 22-23)
Bu gönül insanlarını suçlu göstermek ya da zaaflarını ortaya çıkarmak için peşlerine kadın taktılar, türlü türlü iğrençliklere başvurdular, yalan dosyalar hazırladılar, parayla satın almaya çalıştılar. Ama onca çabalarına rağmen bir tek insanı bile dize getiremediler. Zira, onlar yüzlerine yansıyan gönüllerindeki nurla kimsenin boyunduruğuna girmediler. Daima gerilim, coşkunluk, tazelik içinde olup, günahlardan da koruyacağı için hep hizmete koştular, kabirlerini daha oraya girmeden gecenin feyziyle aydınlattılar. ‘Emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l- münker’le irşad faaliyetinde bulundular. Bu vazife ve hizmetler kesildiği zaman hayatlarının bereketinin de kesileceğini idrak ettiler.
Şeytan onlara:
"Hey arkadaş! Gel, gel. Beraber işret edip keyfedelim. Şu güzel kız sûretlerine bakalım. Şu hoş şarkıları dinleyelim. Şu tatlı yemekleri yiyelim." dediğinde onlar:
"Eğer arkamdaki aslanı öldürüp, önümdeki darağacını kaldırıp, sağ ve solumdaki yaraları def’ edip peşimdeki yolculuğu men edecek bir çare sende varsa, bulursan; haydi yap, göster, görelim. Sonra de, ’Gel keyfedelim.’ Yoksa sus, hey sersem!’ Tâ Hızır gibi bu zât-ı semâvî dediğini desin." dediler.
‘İnsanlar korktuğu zaman onlar korkmazlar, halk mahzun olduğu zaman onlar mahzun olmazlar.’
Hazreti Bediüzzaman’ın “Hücûmât-ı Sitte” adlı risalesinde şeytanın altı hücumu anlatılıyor. Bunlardan bir tanesi de korkudur. Ehl-i dünya, bu korku damarından çok istifade etmektedir.
‘Kardeşlerim!
İnsanda en mühim ve esaslı hislerden biri korku hissidir. Aldatıcı zalimler, bu korku damarından çok istifade etmektedir. Onunla korkakları gemliyorlar. Ehl-i dünyanın hafiyeleri ve dalâlet yolundakilerin propagandacıları, avam tabakanın ve bilhassa âlimlerin bu damarından çok faydalanıyor. Onları korkutuyor, evhamlarını tahrik ediyorlar.
İşte ey kardeşlerim! Eğer dinsizlerin dalkavukları sizi korkutarak kutsî, manevî
cihadınızdan vazgeçirmek için hücum ederlerse onlara deyiniz ki: “Biz Kur’an ehliyiz! “Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’an’ı biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz.” (Hicr sûresi, 15/9) sırrıyla Kur’an’ın kalesindeyiz.
“Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!” ( Al-i İmran sûresi, 3/173) ayeti etrafımızda sağlam bir surdur. Binlerce ihtimalden bir ihtimal ile şu kısa, fâni hayata küçük bir zarar gelir korkusundan, bizi irademizle ebedî hayatımıza yüzde yüz binlerce zarar verecek bir yola sevk edemezsiniz!
Hem yine onlara deyiniz ki: “Yüzbinler ihtimalden bir ihtimal değil, yüzden yüz ihtimal ile bir helâket bile gelse; zerre kadar aklımız varsa, korkup, hizmet-i imaniye ve Kur’aniye’yi bırakıp kaçmayacağız!”
Çünki mükerrer tecrübelerle görülmüş ve görülüyor ki: Büyük kardeşine veyahut üstadına tehlike zamanında ihanet edenlerin gelen bela, en evvel onların başında patlar. Hem merhametsizcesine onlara ceza verilmiş ve alçak nazarıyla bakılmış. Hem cesedi ölmüş, hem ruhu zillet içinde manen ölmüş. Onlara ceza verenler, kalblerinde bir merhamet hissetmemişler. Çünki derler: “Bunlar madem kendilerine sadık ve müşfik üstadlarına hain çıktılar; elbette çok alçaktırlar, merhamete değil tahkire lâyıktırlar.” (Hücûmât-ı Sitte, 29. Mektup)
Bir insan, Allah’tan korkuyorsa, elli türlü korkma faktöründen kurtulmuş olur. Fakat insan, Cenâb-ı Hakk’a öyle bir “mehâbet” hissi ile, öyle bir “mehâfet” hissi ile yönelmemişse, akrepten korkar, yılandan korkar, tilkiden korkar, tavşandan korkar, elde ettiği şeyin gitmesinden korkar, önünün kesilmesinden korkar, saltanatının elden gitmesinden korkar, malının batmasından korkar, villalarının yıkılmasından korkar; korkar oğlu korkar!.. Elli türlü, yüz türlü şeyden korkar!.. Ve korktuklarına kul olur. Bin türlü şeye kul olur. Bin türlü şeye kul olmaktan kurtulmanın yolu, Allah’a kulluktan geçer!.. Allah’a kul olunca, elli türlü şeye kul olmaktan kurtulmuş olursunuz.
‘Halk mahzun olduğu zaman onlar mahzun olmazlar.’
Peygamber yolu olan hizmet yolundan insanları vazgeçirmek için, şeytanın dürtüleriyle hiç durmadan uğraştılar. Adeta bütün kuvvetlerini seferber edip onları yok etmek için gayzla bilendiler. Fakat bütün bunlar, adanmış gönüllerde katiyen bir sarsıntı meydana getiremedi. Yer yarılıp kendilerini yutacak hale gelse de onlar sevdalarından asla vazgeçmediler. Ümitsizliğe düşmediler.
"Mü'minler, düşman birliklerini gördükleri zaman: 'İşte bu, Allah ve Peygamberi'nin bize vaad ettiğidir. Allah ve peygamberi doğru söylemiştir.' dediler. Bu, onların ancak iman ve teslimiyetlerini artırdı." (Ahzâb sûresi, 22)
Yine, Sahih-i Buhari’de geçen bir rivayette Peygamber Efendimiz’in anlattığına göre; sırat köprüsünü geçip cennete giren salih mü’minler, köprüyü geçemeyip cehenneme düşen mü’min arkadaşları için o derece üzüleceklerdir ki dünyadaki hiç kimse herhangi bir dünyevî isteği için o kadar üzülemez. Daha sonra cennetteki bu bahtiyar mü’minler, ateşteki arkadaşlarının kurtulması için Allah Teâlâ’ya yalvarıp yakaracak, Cenab’ı Hak ta arkadaşlarını cehennemden çıkarmaları için onlara izin ve yetki verecek, nihayet onlar gidip kalbinde zerre kadar imanı olan arkadaşlarını ateşten çıkaracaklardır. (Sahih-i Buhari, Tevhid, 24)
İştirak-i âmâl-i uhrevî (ahirete ait hayırlı işlerde ortaklık) düsturuyla hareket eden bu salih kulların her birine, herkesin kazandığı kadar sevap verilmesi de Allah’ın (celle celâluhû) onlara bahşettiği ayrı bir lütuftur.
İşte önümüzde müthiş fırsatlar duruyor. Gıpta edilecek o insanlar içinde olmak varken kendimize takılıp kalmayalım. Sonra ‘Eyvah! Ah keşke!.. Keşke…’ (Furkan Suresi, 27) deyip parmaklarımızı ısırmayalım, ellerimizi dizlerimize vurmayalım.