“Mehmet Özyurt'un Ardından Çok Ağladım…” MF.Gülen

Bir eylül ayının yaprak dökümü mevsiminde Şanlıurfa'dan Gaziantep'e giderken elim bir trafik kazasında vefat etmişti Mehmet Özyurt. 18 Eylül 1988 'de gerçekleşen bu elim trafik kazası üzerinden 33 yıl geçti. Samanyoluhaber.com yazarı Fikret Kaplan Mehmet Özyurt ile ilgili üç yazılık bir dizi kaleme aldı. .

SHABER3.COM

Fikret Kaplan -Samanyoluhaber.com

3. Bölüm…


Yaşadığımız şu hizmet diyarından Mehmet Özyurt asrın yiğit bir garibi olarak geldi geçti (18 Eylül 1988). Emaneti yüklendi, ihlasla sahip çıktı, hizmet bayrağını hayatı boyunca yere düşürmedi. Ve o bayrak bugün hizmet erlerinin omuzlarında her tarafta dalgalanıyor… 
 
Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanları içerisinde ‘İslâm garip olarak başladı (gariplerle temsil edildi.)’ ‘Arkadaşlarım!’ dediği o güzide ashabı, garip olarak O’nun (sav) davasına sahip çıktılar. Bütün bir hayat boyu başlarını saran sevdalarıyla buhurdanlık gibi tütüp durdular. Canlarını, mallarını, her şeylerini feda ettiler. İşkencelere maruz kaldılar; evlerini, yurtlarını terk ettiler. Hep keder gördüler, dert yaşadılar. Ama ne hallerinden şikayet ettiler ne de kimseye dert yandılar.. İslâm dinini omuzlarında yükselttiler ve dünya onlara gülmeden çekip gittiler. Fakat, Yüce Allah’ın hususi iltifatına mazhar oldular…  

Allah tarafından övülen o garip arkadaşlarından birisi de Abdullah Bin Cahş’tı. Kureyş’in eza ve cefasından kurtulmak için Medine’ye hicret edenlerin ikincisiydi.  

Abdullah (ra) gönül verdiği mukaddes vazifenin sorumluluğunu yerine getirememekten çok korkuyordu. Bu şuurla hep teyakkuzda yaşamış ve Uhud harbinde gösterdiği kahramanlıkla dillere destan olmuştu. O gün Sad Bin Ebi Vakkas (ra) ile aralarında şöyle bir konuşma geçmişti. Sa’d (ra) bu konuşmayı şöyle nakleder:
“Uhud günü çarpışmaların çok şiddetlendiği bir andı. Abdullah İbni Cahş yanıma sokuldu, elimden tuttu, beni bir kayanın dibine çekti:
 “Şimdi burada sen dua et, ben amin diyeyim. Ben dua edeyim, sen amin de…'” dedi. Ben de peki dedim. Ben şöyle dua ettim:
“Allah’ım! benim karşıma çok kuvvetli, çetin birini çıkar. Onunla kıyasıya çarpışayım, onu öldüreyim ve gazi olarak geri döneyim.” dedim. O da ‘Amin!’ dedi. Sonra kendisi dua etmeye başladı ve şöyle yalvardı:
“Allah’ım! beni güçlü kuvvetli, iyi vuruşan biriyle karşılaştır. Senin yolunda onunla kıyasıya vuruşayım ve onu öldüreyim. Sonra birisi beni şehit etsin, burnumu kulağımı kessin. Kanlar içinde senin huzuruna varayım. Sana kavuştuğumda Sen bana: 
“Abdullah! burnunu, kulaklarını ne yaptın” diye sorasın. Ben de Ya Rabbi ben onlarla çok kusur işledim. Senin huzuruna getirmeye utandım. Senin ve Peygamberinin yolunda onlar kesildi. Toza toprağa bulanarak huzuruna geldim, diyeyim!” dedi.

Böyle bir duayı kendisi istediği ve önceden söz verdiğim için ben de ‘Amin!’ dedim. Daha sonra kılıçlarımızı çektik, savaşa devam ettik. O yiğitçe çarpışarak düşman safları arasına daldı. Şehidlik özlemiyle hamle üstüne hamle yaptı. O kadar kahramanca çarpıştı ki, bir ara kılıcı kırıldı. Sevgili Peygamberimiz onu gördü ve hemen bir hurma dalı uzattı. Böylece savaşa devam etmesini istedi. O yiğit kahramanın elinde bu dal bir kılıç oldu, onunla vuruştu. Fakat kendisi de sayısız oklara maruz kaldı ve şehadet şerbetini içti. Müşrikler onun cesedine hücum etti. Burnunu ve kulağını kesti. O, isteğine kavuşmuştu. Sevgili Peygamberimiz onu gözyaşları arasında “Şehidlerin Efendisi” Hazreti Hamza (r.a.) ile birlikte aynı yere defnetti.”

‘Mü’minler içinde öyle yiğitler var ki, Allah’a verdikleri söze daima bağlı kalmışlardır. Onlardan kimi, sözünün gereğini yerine getirdi (şehit oldu), kimisi de sırasını beklemektedir. Asla verdikleri sözden dönmedi ve duruşlarını değiştirmediler.’ (Ahzab, 23)

Abdullah Bin Cahş, 42 yaşında duası kabul olmuş olarak kavuşmuştu Rabb’e.

Ve bir gün, İslâm başladığı gibi yeniden bir gurbet dönemi yaşamaya başladı. Yıkılmadık, dökülmedik bir tarafı kalmamıştı. Asırlardan beri surları yıkılmış, duvarları sökülmüş, taşları sağa-sola saçılmış, kapıları kırılmış, çeşit çeşit delikler açılmış bir kaleye dönmüştü İslâm. Onun için Üstad Hazretleri, “Asırlardan beri, delik deşik olmuş bir kalenin tamiriyle mükellefiz.” diyordu. 
 
 Bu sefer, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kardeşlerim!” diye müjdelediği ahirzaman garipleri davayı omuzlamışlardı. Bozguncuların, süfyan ve fesat şebekesinin tahribatına karşı onlar, tamir yolunu tutup can siperane mücadele verdiler. İnsanlık davası uğrunda ortaya atıldılar, mukaddes bir hizmet başlattılar. 
 
Bu yola baş koyan pek çok insan gibi Mehmet Özyurt da bu asırda adeta Abdullah Bin Cahş’ın izdüşümü olarak kendini bu hizmetlere adamış bir garipti.  

Doğu ve Güneydoğu’da insanlığa Hizmet için hiç durmadan farklı yerlere ziyaretler yapıyordu Mehmet Özyurt… Son günlerinde çıkacağı o yolculuk da bunlardan birisiydi…  Gaziantep ve Urfa'da açılan bazı eğitim müesseselerinin açılışı dolayısıyla oralara gidecekti... 

Evden çıkarken eşine şunları söylüyordu:

"Öleceğime hiç üzülmüyorum. Sana üzülüyorum. Arkanda bakanınız yok. Beş çocukla, ne yaparsın?" 

Eşi Şükriye Hanım, bu konuşmalara bir anlam veremiyordu o sırada:
"Çocuklarını öptü, ayakkabısını giydi. İçeriye bakıyordu. 'Ne oldu' dedim, 'Bir şey yok' dedi. Bir basamak indi. Döndü, baktı. 'Ne oldu, bir şey mi unuttun' dedim. 'Hayır' dedi. Gözleri ıslaktı. İnerken ben kapıyı kapattım, içimde büyük bir sıkıntı vardı. Geri açtım kapıyı, gitmemiş. Orada duruyordu. 'Bir şey mi var' dedim. 'Yok' dedi. Yüzüme dikkatlice baktı. 'Allah'a ısmarladık' dedi, koşar adımlarla indi. Kapıyı kapattım, hemen balkona koştum. Balkonumuz müsaitti. Aşağıya baktım gitmiş, göremedim. Onu son görüşümdü."

17 Eylül Cumartesi akşamı Urfa'da Bayram Acar, Hasbi Şahin ve Memduh Hoca'yla birliktedirler. Sohbette, günümüzde, günahların insanı her taraftan sardığından, ihlas ve takva üzere bir yaşayışın olmadığından dert yanılır. Bayram Acar, "Bana kalırsa şehit olmaktan başka bir şey temizlemez bizi." der. "Savaş yok, bir şey yok. Nasıl şehit olacağız ki?" diye sorunca, Mehmet Özyurt şu cevabı verir:
- Ancak yanar kül olursak Cennet’e gireriz.

Bu bir duaydı. Abdullah Bin Cahş gibi Rabbe sunduğu bir dilekçe. 
Sabah üç arabayla Gaziantep'e doğru yola çıkarlar. Urfa'yı 14 km geçildikten sonra Mehmet Özyurt önde giden arabasını durdurur. Yorgun olduğunu söyleyerek ortadaki araca geçer. Kısa bir süre sonra da içinde olduğu araba bir tankerle çarpışır.
Abdullah Bin Cahş gibi arzu ettiği şekilde 42 yaşını biraz aşmış olarak göçer bu diyardan. Kopup vücudundan ayrılan sağ kolu dışında bedeni yanar kül olur. Şehadet için kaldırdığı sağ elinin işaret parmağı öylece kalakalmıştır. Yanan araçta Mehmet Özyurt ile birlikte Bayram Acar, Hasbi Şahin ve Halil İbrahim Çelik hayatını kaybeder.

Yaşadığımız şu hizmet diyarından Mehmet Özyurt da asrın yiğit bir garibi olarak geldi geçti. Emaneti yüklendi, ihlasla sahip çıktı, hizmet bayrağını hayatı boyunca yere düşürmedi. Ve o bayrak bugün hizmet erlerinin omuzlarında her tarafta dalgalanıyor Allah’ın izni ve inayetiyle. 

Fethullah Gülen Hocaefendi, özel olarak kaleme aldığı bir yazısında merhum Mehmet Özyurt Hoca hakkında şöyle diyor:

"Mehmet Hoca'da çok farklı kemâlât emareleri gördüm. O, Antakya'dan gelip İzmir'de İlahiyat okurken fakirin hiçbir dersini kaçırmamıştı; hep halkada bulunmuş, kamilâne bir hâl ve edeple dersi dinlemiş, bir kere olsun bilgiçlik tavrı sergilememiş ve varlığını hissettirme çabasına asla girmemişti. Oysaki ufku itibarıyla o derslere çok ihtiyacı yoktu ama merhum, yüksek karakterinin gereği olarak kitabı elinden hiç düşürmemiş ve senelerce bizimle beraber satır satır ders takip etmişti.

Merhum Mehmet Özyurt'un uçup gidişinin ardından çok ağladım. Efendimizin Hazreti Hamza'ya veya Hazreti Cafer'e ağladığı gibi ağladım. O kadar ki, ağlamaktan gözümde yaş kalmadı, desem sezâdır. Onun firkatinin ağırlığından belim kırıldı zannettim, çok acı çektim. Yanılmıyorsam, bir hafta sonraydı; rüyama misafir oldu. Rüyada, onun öbür âlemden geldiğinin farkındaydım. "Seni çok özlüyorum; arasıra ziyaret etsen olmaz mı?" dedim. "Tamam, yine gelirim" deyip ayrıldı. Aynı gün, belki de aynı anda yakaza halinde kendi evine de gitmiş, ailesini de ziyaret etmişti. Kısa bir süre sonra da, söz verdiği gibi yine rüyama misafir olmuş, hasretime su serpmişti. Belli ki, o büyük bir mertebenin insanıydı; Allah nezdinde bir hususiyeti vardı. O bizim bildiğimiz usullerle değil, fakat başka bir yolla "bekabillah maallah" ufkuna ulaşmıştı.

Gelecek nesillerin Mehmet Özyurt Hoca gibi hasbî ruhları tanıması ve onların izinden yürümesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü onlar, ömürlerinin her anına bir örnek hal, tavır ve davranış sığdırmış insanlardır. Onların sergüzeşt-i hayatları yarının hasbîlerine yol gösterecek işaret taşlarıyla doludur. Dolayısıyla, hem onları birer yâd-ı cemîl olarak anmak hem haklarında duaya vesile olmak ve hem de geleceğin fedakar ruhlarına hüsn-ü misaller göstermek için Mehmet Hoca gibi kahramanların hayat hikayelerinin yazılması lazımdır."

Bugün hizmet gönüllülerine düşen şey kendilerine kadar ulaşan bu hizmet yolunda ihlasla, Allah’ın hoşnutluğunu gözeterek yürümeleridir.  

Bediüzzazaman bakın ne diyor:

‘Madem bu müthiş zamanda, dehşetli düşmanlar, şiddetli baskılar, hücum eden bid’atlar ve sapkınlıklar karşısında bizler çok az, zayıf, fakir ve kuvvetsiz olmamıza rağmen, gayet ağır, büyük, mukaddes ve bütün insanlıkla alakalı olan imana ve Kur’an’a hizmet vazifesi Allah’ın ihsanı ile omzumuza konulmuştur. Elbette bütün kuvvetimizle ihlası kazanmaya herkesten daha çok mecburuz ve bununla vazifeliyiz. İhlasın sırrını kalbimize yerleştirmeye son derecede muhtacız.

Yoksa hem şimdiye kadar yaptığımız kudsi hizmet kısmen zayi olur, devam etmez; hem şiddetli şekilde sorumlu oluruz’

Mehmet Özyurt’un Hapishane arkadaşı Sami Çizginer’in şu hatırası her şeyi özetliyor aslında: 

"Mehmet Özyurt’la Medrese-i Yusufiye'de beraberdik. Orada bizden daha çok sıkıntı çekti. Ayrı ayrı hücrelerde kaldık. Bir seferinde koridorda karşılaşınca, ona 'Burada bulunmamızı nasıl değerlendiriyorsunuz?' diye sordum. Bana, 'Burada çekilen ıstıraplar, ebedi âlemde gül bahçesine dönecek. Burada ne kadar sıkıntı çekersek, çekelim. Biz ebedi âlemde gül bahçelerine talibiz. Hiç merak etme.' dedi."

Mehmet Özyurt ve insanlığa Hizmet için kendisini feda etmiş bütün gönül erenleri…tertemiz nesillerin, tertemiz beyanları içinde yâd-ı cemîl oldular… O ihlaslı hizmet erleri iyilikleriyle hep yâd edilecekler, hep yâd-ı cemîl olacaklar. 
Onların önünü kesen kötüler ise kötülükleriyle… zalimler zulümleriyle… yalancılar yalancılıklarıyla… müfteriler iftiralarıyla… zift medyası da kendi ziftlikleriyle hep lanetle anılacaklar… 

<< Önceki Haber “Mehmet Özyurt'un Ardından Çok Ağladım…” MF.Gülen Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER