Cumhuriyet yazarı Aslı Aydıntaşbaş AKP içindeki İslamcılık tartışmasını köşesine taşıdı. AKP iktidarının şapka çıkaran bir pragmatizm ortaya koymasına rağmen İslamcı görünme çabasını eleştiren Aydıntaşbaş "Mehmet Ağar ve Hayrettin Karaman arasında sıkışan bir iktidardan fazla da İslamcılık beklememek lazım. " ifadelerini kullandı. İşte o yazı:
İslamcılık mı dediniz?
Memleketteki muktedirlerin pragmatizmine şapka çıkarmamak mümkün değil.
“Çözüm süreci” dendi ve akabinde inanılmaz bir çatışma süreci başlandı.
Mavi Marmara için yeri göğü inlettik, zamanla durum “Mavi Marmara’daki manyaklar” noktasına gelindi.
Çok değil daha iki gün önce cümle âlem “Kahrolsun Avrupa” diye bağırıyorduk, referandum biter bitmez Malta’ya giden Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Avrupa Birliği’ne “Müzakere sürecine dönmeye hazırız” mesajını verdi. Eşzamanlı olarak aynı mesajı, İstanbul’daki Atlantik Konseyi toplantısında bizzat Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ağzından duyduk.
Dedim ya, hayranım bu pragmatizme.
Yıllar yılı Türkiye’de olan biteni “İslamcılık” etiketi altında açıklamaya çalışan bütün analizler, birer birer çöktü. İslamcılık sadece Başakşehir ve Sultanbeyli içinmiş.
Oysa Ankara’yı bambaşka parametrelerle yorumlamak lazım. Ankara dediğiniz yer, Rezidans Muhafazakârlığı’nın merkezi. Yani? Yani “devlet” denilen aygıtın, yüzlerce inşaat şirketi, savunma şirketi ve enerji şirketinin yardımıyla ekonomik bir paylaşım aracı olarak irili ufaklı hisselere bölündüğü bir cins dağıtım üssü.
Hal böyleyken, orada olan biteni din ya da muhafazakârlıkla değil başka tanımlarla yorumlamak gerekiyor.
Zira Mehmet Ağar ve Hayrettin Karaman arasında sıkışan bir iktidardan fazla da İslamcılık beklememek lazım.
Peki, nasıl tanımlayacağız bugünkü iktidarı? Bana sorarsanız mevcut Türkiye tablosu, 90’lı yılların Türkiye’sinden pek de farklı değil. Belki 90’lı yıllardan daha cafcaflı, daha kapitalist, lider kültü dozu biraz daha yüksek. Ama yine aynı ceberut devlet; sistematik ekonomik paylaşım; dış politikada ilkesiz bir pragmatizm, biraz milliyetçilik ve bir tık muhafazakârlık.
İslamcılık ve kapitalizm sosuna bandırılmış olsa da karşımızdaki klasik bir “seçimli otoriterlik” örneği. Haliyle bu iktidarın dış politikada fazla maceracı olmasını beklememek lazım. İç politikada devreye sokulan söylem, büyük ölçüde tribünler için. Gerçekte Türkiye’nin ekonomik realitesi, yani devletin çıkar dağıtım ağını döndürebilmek için ihtiyacı olan hammadde, Türkiye’yi fazlaca Batı’ya bağımlı kılıyor. Siz bakmayın o manşetlere, “Haçlı İttifakı” benzetmelerine. Onlar seçim için. İçeride ne kadar efelense de Türkiye’nin Batı kulübünden tümüyle kopma lüksü yok...
Bu yüzden önümüzdeki dönem dış politikada şaşırtıcı adımlar bekliyorum. İsrail’le yoğun ve üst düzey temaslar; Avrupa’yla yeni bir deneme; ABD’de Trump görüşmesi öncesi tatlı tatlı Batı yanlısı rüzgârlar...
Peki madem aslında Batı’dan kopamıyor, Türkiye neden Suriye’de ABD’yle doğrudan karşıt konumda? Neden Beyaz Saray görüşmesi öncesinde Amerika’nın koruması altındaki YPG’yle gerilim başladı?
Tam da bu yüzden. Ankara, 16 Mayıs’taki Beyaz Saray görüşmesi öncesinde “Bakın biz de buradayız. Bizi yok farz edemezsiniz. Biz de buralarda söz sahibiyiz” demek istiyor.
Belli ki Cumhurbaşkanı, bütün bu meseleleri doğrudan Trump’la müzakere etmek niyetinde. Bir paket olarak. Gündemi, YPG, Fethullah Gülen ve Rıza Sarraf. Üçünde de Ankara, talep eden konumda. Erdoğan’ın stratejisi, Amerikalılar Rakka’da Kürtlerle hareket edecekse, ki öyle gözüküyor, karşılığında Trump’tan başka bir şey koparmak olacaktır. İslamcı değil son derece pragmatik bir siyaset arayışında.
Bunu da bir tek bizim İslamcılar anlayamadı...