Cemil Tokpınar / TR724
Dindar bir şehirde ve dindar bir ailede dünyaya geldim. Babam ve annem Bediüzzaman Hazretlerini tanıyıp sevmiş, Risale-i Nur’u yazıp okumuş ve namazını kılan kimselerdi. İsmimi namaz tesbihatındaki Esma-i Hüsna bölümünden hareketle vermişlerdi.
İmam hatip lisesinde ve ilâhiyat fakültesinde okudum. Küçük yaşlarda her akşam Risale derslerine gitmeye başladım. Eserleri defalarca okudum, anlamaya çalıştım ve elimden geldiğince iman hizmetinde koşturdum.
Daha lise yıllarında başlayan ve ilahiyat fakültesindeyken devam eden bir derdim vardı. Evet, çocukluktan beri din eğitimi alıyor, asrın müceddidini tanıyor ve Risale-i Nur’u okuyordum. Ama sanki bir şeyler, belki de çok şeyler eksik gibiydi. İçim sıkılıyor, gönlüm daralıyor, ufkum kararıyor, istediğim aşkı, şevki bulamıyor, içimdeki bazı soruları cevaplayamıyordum.
Neydi bu sorular?
Risale-i Nur’da anlatılan aşk, şevk, ihlâs, uhuvvet, tesanüd, mesailerin tanzimi gibi hususlar nasıl gerçekleşir; bu muhteşem eserler bütün dünyaya nasıl yayılır, evrensel bir hizmet nasıl yapılır; Nur hizmetinin iman hizmetiyle birlikte hayat safhası nasıl gerçekleştirilir gibi sorular hiç aklımdan çıkmıyor, ancak doyurucu cevabı bulamıyordum.
1970’li yıllardan itibaren yaptığım araştırmalarım, okuma, dinleme ve gözlemlerim neticesinde gördüm ki, bu suallerime cevap, dertlerime deva, problemlerime çözüm Muhterem M. Fethullah Gülen Hocaefendi ve oluşturduğu hizmet idi.
Ancak içinde bulunduğum hizmet ortamı, nefis ve hislerin önüme çıkardığı engeller vardı. Farklı bir cemaatte bulunmanın verdiği rekabet, meyl-i tefevvuk ve meyl-i rüçhaniyet, tarafgirlik, enaniyet, hased gibi hastalıklarla mücadele ederek ihlâs ve hakperestlik limanına demirledim diyebilirim. Bunu yapmak için Üstadım Bediüzzaman Hazretlerini, talebelerini, eserlerini terk etmeye gerek yoktu. Tam tersine daha çok sarıldım, daha çok sevdim ve daha çok anladım. Çünkü din veya cemaat değiştirmiyordum, sadece eksiklerimi tamamlıyor, problemlerimi çözüyor, daha bir aşk ve şevkle hizmete sarılıyordum.
Bu çok uzun konuyu özetlemekle yetinerek hemen dünyaya yayılan Hizmetin bir fert olarak bana neler kazandırdığını sıralayayım:
Öncelikle hizmet hareketinin başında bulunan M. Fethullah Gülen Hocaefendi’deki mümtaz vasıflar beni derinden etkilemiş ve kendisine meftun etmişti. Şimdiye kadar tanıdığım ve sevdiğim birçok büyük zatın birkaç özelliği öne çıkıyordu. Ama Hocaefendi’de ilim, irfan, hikmet, iman, ibadet, dua, ihlâs, ahlâk, zühd, takva, aksiyon gibi özelliklerin bütün kısımları ve detaylarıyla bir arada ve ileri derecede olması, bana modelleme gayreti ve şevki vermişti.
İlim-amel birlikteliği ve dengesini öğrendim. Bilgiler dudaktan kalbe ve eylemlere yansıyordu. Hizmetteki arkadaşlarda büyük hedefler belirleyip gece gündüz koşturmayı, fedakârlığı, şevk-i mutlak içinde aşk ve ümitle hizmet etmeyi gördüm ve ben de yapmaya çalıştım.
Hocaefendi’nin Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve sahabe aşkı beni öylesine etkilemişti ki, sanki Asr-ı Sadette yaşıyormuşuz gibi, sanki onlar evimizin bir ferdi gibi bir şuur, heyecan ve duygu seli kazanıyorduk. Efendimizin (s.a.v.) Allah için ağlamayı teşvik eden hadislerini dinliyordum, ama gözümden bir damla yaş gelmiyordu. Onu tanıdıkça sohbet dinlerken, namaz kılarken veya dua ederken ağlamayı öğrenmiştim.
Hocaefendi’de ve talebelerinde müthiş bir ufuk vardı. Sürekli yeni hedefler, yeni projeler, yeni gayretler içinde çırpınıyorlar, durup dinlenmeden koşturuyorlardı. Söz gelişi, ülke içinde ve yurt dışında yardım ve kurban kesim faaliyetlerinden çok etkilenmiştim. Hizmet bana infakı, canını acıtırcasına vermeyi ve bundan zevk almayı öğretti.
Yurt içindeki hizmetlerin eğitim (dershane, yurt, lise, üniversite), yayıncılık (gazete, dergi, radyo, televizyon), iş dünyası (sanayi, ticaret, ziraat) gibi alanlarda müesseseleşerek yapılması, kalıcılık ve yaygınlaşması açısından muhteşemdi. İnsan ister istemez, ben ne yapabilirim diye çırpınmadan duramıyordu.
Allah’ım bu nasıl bir hizmet aşkıydı böyle! Toplumun hiçbir kesimi ihmal edilmiyordu. Çocuklar, gençler, yaşlılar, hanımlar, meslek grupları için özel kurumlar, vakıflar, dernekler kuruluyor ve orijinal projeler uygulanıyordu.
Ülkedeki hiçbir kesim dışlanmıyor ve birlikte yaşama azmiyle diyaloglar kuruluyor, barış ve kardeşlik köprüleri inşa ediliyordu. Liberaller, Kürtler, Alevî kesimler asla dışlanmadan kucaklanıyor, anlaşılmaya çalışılıyor ve ortak paydalarda birlikte yaşamanın mümkün olduğu vurgulanıyordu.
Kafamda yıllardır cevabını bulamadığım bir soru vardı. Nasıl oluyordu da Hizmet hareketindeki daha genç ve ilmi daha az birisi veya bir grup, çok daha bilgili ve tecrübeli bir kişiden veya gruptan daha fazla hizmet ediyordu? Cevabını Üstadımızın ilk talebesi Hulusi Yahyagil Ağabeyin şu tesbitinde buldum:
“Ben size bir şey söyleyeyim mi, bir sır vereyim mi? Nur talebesinde uhuvvet ruhu gelişmezse, o Nur Talebesinde marifet sırrı da gelişmiyor, açılmıyor. Çünkü uhuvvet, Risale-i Nurun şahs-ı manevîsinin ruh-u manevîsi hükmündedir. Uhuvvet, davanın kayyumu manasındadır. Uhuvvet ruhu çökünce, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisine de, alakadarlık noktasında gelen füyuzat artık gelmiyor. Risale-i Nur Talebesi Risaleyi okuyor, malumatı artıyor, fakat marifeti, istikameti ve ihlâsı artmıyor.”
Demek ki, Hizmet hareketinde bulunan arkadaşlardaki kardeşlik ruhu, teslimiyet ve itaat sırrı, mesailerin tanzimi başarının temel dinamikleriydi.
Yurt dışında açılan Türk okulları muhteşem bir hizmetti. Bir yazar olarak buradaki öğrencilerden mektup aldığımda hem sevinmiş, hem şaşırmıştım. Onlar kitaplarımı Türkçe olarak okuyorlardı. Binlerce eserin Türkçeden farklı dillere çevrilmesinden daha önemli bir hizmet, insanların Türkçe öğrenmesiydi. Çünkü böylece milyonlarca eseri orijinal dilinden okutmak mümkündü. Bu ise, sadece benim için değil, bütün sanat ve edebiyat erbabı için muhteşem bir kazanımdı. Mesela, Risale-i Nur’un farklı dünya dillerine çevrilmesi büyük bir hizmetti. Ancak 180 ülkede Türkçeyi öğretip bu eserleri orijinal dilinden okutmak daha muhteşem bir hizmetti.
Yıllardır Türkçe olimpiyatlarını ağlayarak izlerdim. Daha sonra Uluslararası Dil ve Kültür Festivali olarak devam eden çalışmalar, benim gibi 40 yıldır yabancı dillerdeki müzik ve sanat yarışmalarında milletinin başarısızlığını gören birisi için mutluluk ve ümit bahşeden müjdelerdi.
Hizmet bana dertlerimi paylaşacağım bir kitle sundu. Yazdıklarımı okuyan, programlarımı izleyen, dinleyen çok seviyeli, edepli, kültürlü bir kitle. Hizmet’teki kardeşlerimize yönelik programlara 1994’te başladım, özellikle son beş yıldır radyo, TV, konferans tarzında sayısız program yaptık. Ömür boyu unutamayacağımız ve inşallah cennet bahçelerinde seyredeceğimiz nice hizmetler ve nice güzellikler paylaştık.
Ve en önemlisi hizmet beni ve ailemi “muhacir” yaptı. Belki maddî ve dünyevî çok kayıplarımız oldu. Ama bunlar hiç önemli değildi. 4 Mart 2016’da zulüm saltanatı kayyım adıyla Zaman gazetesini gasp ettiği gün, desteğe gelen kardeşlerimize kısa bir konuşma yapmıştım. Bir yerde, “Yapılan zulümlerin binde birine razı olmaktansa, çektiğimiz acıların bin katını çekmeye razıyız” demiştim. Zaman gösterdi ki, eksik söylemişim. Meğer zulümlerin milyonda birisini desteklemek yerine çektiğimizin milyon katına razı olsak değermiş.
Ümidimiz odur ki, bir gün gelecek, Rabbimiz şu anda gasp edilen bütün müesseseleri, engellenen bütün hizmetleri on, belki yüz katıyla telâfi edecek.
Yaklaşık 30-35 yıllık uzun bir maceramı niçin özetledim?
Geçmişi değerlendirip geleceğe hazırlanmak adına çok önemli olan nefis muhasebesini, her fırsatta cemaati eleştirmek şeklinde uygulayanlara; çekilen sıkıntılardan dolayı ümidi sarsılanlara; sürekli zulme maruz kaldığımız için morali bozulanlara, “Meselenin bir de bu yönü var” demek istiyorum. İnanın bu yazdıklarım, meselenin bu yönüyle ilgili çok az şeyler.
Ve “meselenin bu yönüyle” ilgili birkaç yazı daha yazmayı düşünüyorum.
Not: Bu yazı, Yeni Ailem dergisinin Temmuz sayısında yayınlanan yazımın biraz daha genişletilmiş halidir. Gördüğüm lüzum üzerine burada da yayınlamayı uygun buldum. CT