[Harun Tokak] Çoban Çeşmesi

Harun Tokak Samanyoluhaber.com'da Pazar yazısında 'Fethullah Gülen Hocaefendi ' ile ilk karşılaşmasını yazdı

[Harun Tokak] Çoban Çeşmesi

HARUN TOKAK 





“Derinden derine ırmaklar ağlar,    
Uzaktan uzağa çoban çeşmesi,    
Ey suyun sesinden anlayan bağlar,    
Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi.”
    
1975 sonbaharı…
Yine yollardayım. İzmir yollarında. Yüzümü otobüsün camına dayamış dışarı bakıyorum. Bağlar, bahçeler, ağaçlar akıp gidiyor. Dağlar, denizler, Yüce Yaratıcı’nın ihtişamını haykırırken, derinlere doğru uzayıp giden ışıltılı üzüm bahçelerindeki asmaların dallarından diplerine bereket damlıyor. 

Otobüs İzmir Garajı’nda duruyor. Otogar cazgırlarının tacizkar çığırtkanlıkları, dondurmacı ve limonatacıların gürültüleriyle, bayıltan arabesk nağmeleri arasında uzaklardan belli belirsiz bir ezan sesi duyuluyor. O ezan sesi, yabancısı olduğum bu sahil şehrinde aşina bir şeyler aradığım o ilk anlarda ruhuma bir nefes oluyor. 

Konak’a giden bir otobüse biniyorum. Uçsuz-bucaksız bir deniz gözlerimin önünde. Caddeler, sokaklar kum gibi insan kaynıyor. Konak’ta otobüs değiştiriyorum. Otobüs Varyant’ı döne döne çıkarken benim de başım dönüyor. 
Dev gökdelenler, ağaçlar, insanlar gözümün önünden akıp gidiyorlar. Koca şehirde kaybolmaktan, yok olmaktan korkuyorum. 

Gözüm bir apartmanın alnındaki yazıya ilişiyor. “Kardeş” Ne güzel isim diyorum. Biraz sonra muavin “Çeşme Durağı” inecek var mı?” diyor.
“Çeşme” Burada isimler hep böyle güzel mi, diyorum.  Az sonra, “Nokta Durağı” diyor muavin. Otobüsten iniyorum. İnsanlar, kaldırımlarda kararlı adımlarla yürüyor. Bir ben yabancıyım, bir ben kararsızım bu koca şehirde. Nereye, ne tarafa gideceğimi bile bilmiyorum. Hatay semtindeki Nokta Durağı’nda şaşkın bir ördek gibi sağıma soluma bakınıyorum. O an kendimi koca şehirde bir nokta gibi hissediyorum.  

Aman Ya Rabbi! Bu koca metropolde ben ne yaparım. Dev gökdelenlerin arasında bir elimde bavul, diğer elimde kutsal bir muska gibi sakladığım adres. Dura-sora sahile doğru giden caddeyi sonuna kadar yürüyorum. Beş katlı bir binanın önünde duruyorum. Başımı kaldırıp binanın alnındaki yazıyı okuyorum. 
Gültekin Apartmanı. Elimdeki eşyaları yere bırakıp zile dokunuyorum. Apartmanın otomatik kapısı yukarıdan açılıyor. Elimdeki tahta bavulla ikinci kata çıkıyorum. İbrahim Ağabey, her zamanki sevecen haliyle, gökdelenlerin arasında gökten inmiş bir melek gibi karşımda duruyor. Yüzünde yine o tatlı gülümseme… “Geldin demek.” diyor, sarılıyor, kucaklıyor beni. Sanki koca şehir beni kucaklamış gibi hissediyorum kendimi. Uşak’ta öğrencilerle kaldığı İstasyon Caddesi’ndeki eve her gittiğimizde öyle yapmaz mıydı? O an, bitmiş bir cümle gibi geçmişime nokta koyduğumu, yeni bir hayatın, yeni bir hikâyenin başladığını fark ediyorum.

İbrahim Ağabey beni üç-dört kişinin kaldığı bir odaya yerleştiriyor. Ne kadar sade bir oda bu! İki, üç tane ters çevrilmiş tabut gibi duran sunta ve onların ortasına serili bir kilim. Akşama doğru evin sakinleri birer ikişer geliyorlar. Ahmet Kara, Kazım Koyuncu, Cemil, Abdülmecid... Bu evde, daha önce hiç tanımadığım üniversiteli gençler arasında kendimi güvende hissetmeye başlıyorum. Bu masum Anadolu çocuklarıyla yaptığımız ilk çay sohbeti bizi kırk yıllık birer ahbap haline getiriyor. Daha o gün bizi “biz” yapacak olan evde olduğumun farkına varıyorum. 

Engin Sezen’in o nefis üslubuyla bir tablo gibi çizdiği yerdeyim. Yer minderinde Risale okuyan, buram buram huzur buğuları içindeki o mutfakta patates yemeği yapan, yarın sınavı olan arkadaşının o haftaki nöbetçiliğini üzerine alan, arkadaşları için tam bir hasbilik içinde çay demleyen, sonrasında, herkesi odasından “Arkadaşlar çay hazır!” diye salona davet eden bir hasbiler kafilesinin arasında olduğumu fark ediyorum. 

Yemeklerimizi kendimiz yapıyoruz. Hemen her gün patates, yanında pilav ve çorba… Ama ne lezzet! Orta büyüklükteki tavaya dört beş soğanı yassıca kesip yerleştir, üstüne de 10 kadar patates doğra, sonra da tavaya salçalı suyu boşalt, yağ, tuz, biraz baharat… Pilav ve mercimek çorbasıyla akşam yemeği en geç bir saat içinde hazır. Yemekten sonra, topluca namaz… Bir yandan ev ahalisi toplu tesbihatını yaparken, diğer yandan günün nöbetçisi bulaşıkları yıkıyor. Bu arada kocaman bir çaydanlık çayı hazır ediyor. Ah o demli çaylar!

Her pazar genel temizlik yapıyoruz. Banyo ve tuvaletin temizliğini devamlı İbrahim Ağabey yapıyor. Onun o halini gördüğümde İmam-Hatip okullarının kurucusu Celal Ökten Hoca’yı hatırlıyorum. Bir tatil günü İstanbul Pangaltı’daki iki katlı ahşap okula gelen Nurettin Topçu, yaşı yetmişi aşkın Celal Hoca'yı tuvalet temizlerken buluyor. Bulgur bulgur ter basıyor Topçu'yu.
“Hocam! Bu genç işidir bırak öğrenciler yapsın.” diyor. Hoca tatlı bir tebessümle; “Gençler yaptıkları işlerle şahsiyetleri arasında irtibat kurarlar. Yarın ‘Tuvalet temizleyip okudum.’ diye kompleks sahibi olurlar. Onları gürbüz bir fidan gibi yetiştirmek bizim vazifemizdir.” diyor.

Alçak gönüllü olmak, olgunlaşmış insanlarda daimî halidir. İşte İbrahim Ağabey de o yüce ruhlu insanlardan biri. Onun sürekli kitap okuması çok hoşuma gidiyor. Mahallede oynayan çocukları eve davet ediyor, onlarla yetişkin insanlarla konuşur gibi sohbet ediyor. Gecenin bir saatinde teheccüd namazına kalkıyor. Evin diğer sakinlerini rahatsız etmeden usulca abdestini alıyor ve loş ışıkta nurlu bir sütun gibi uzun süre kıyamda duruyor. 

Sevgi, ruhaniyet dolu evin odalarında dolaşıyor. Tadını, havasını, rengini, rayihasını sanki ötelerden alan ışıktan bir ev. Bu evde, diğer öğrencilerle birlikte sanki bir saadet rüyası yaşıyor, her an ruhumda cennet yaylalarının ferahlatıcı esintilerini hissediyorum. Her sabah yeni bir coşkuyla uyanıyor, lambanın loş ışığında kıldığımız sabah namazlarının ardından duamızı, tesbihatımızı yapıyor, mütevazı kahvaltımızdan sonra okulumuza gidiyoruz.

Evimiz mütevazı ama bizde bıraktığı duygulara göre sanki sihirli bir ülkenin büyülü şatosu gibi. Koca İzmir’de belki on beş-yirmi ışık evi var ama içimizde bütün cihana yetecek bir coşku var. Gültekin Apartmanı’nda birlikte kaldığımız arkadaşlarla perşembe akşamları yürüme mesafesindeki Albay Cemalettin Bey’in evindeki sohbete gidiyoruz. Sadece talebe evleri değil, hemen bütün aile evleri bir mektep, bir arı kovanı gibi çalışıyor. Kaldığımız eve, Hatay semtindeki iş adamları geliyorlar. Birlikte sabah namazı kılıyoruz. Sabah ders yapıyoruz. Arada bir Abdullah Aymaz ve İsa Saraç Ağabeyler geliyorlar. Onların ziyaretleri bizi ziyadesi ile mutlu ediyor. Sessiz bir sistem muhteşem bir şekilde işliyor. Abdullah Ağabey sürekli etrafına ışık saçıyor. Yüzü sanki kafasının içinde ilahi bir ışık varmışçasına nur gibi parlıyor. Gözlerindeki ve yüzündeki ışık hepimizi etkisi altına alıyor. 
Ders yaparken, konuşurken gözleri, kendi safiyetinin ışığından kamaşan masum bir bebek gibi, uzun siyah kirpikleri sürekli açılıp kapanıyor. Bir sohbet sırasında bize Kestanepazarı Camii İmam-Hatibi İbrahim Kılıç Hoca’nın gördüğü bir rüyayı anlatıyor…

“Hoca rüyasında Ege Ovası’nın susuzluktan yandığını görüyor. Koca koca ağaçlar bile baygın bakıyor, otlar gazele dönmüş, çobanlar çaresiz. “Ah su! Neredesin, neredesin?” diye inliyor dağlar taşlar. Rahmetin parmak uçları kuyular, kovalar, kırbalar, bakraçlar ve taslar tın tın ötüyor susuzluktan. Sonra bir su geliyor. Suyun geçtiği her yer yemyeşil oluyor. Koyunlar, kuzular suya koşuyor. Rüyada, “Bu su nereden?” diye soruyor İbrahim Hoca. “Erzurum’dan.” diyorlar. Birkaç gün sonra genç bir vaiz elinde valizi ile İzmir’e geliyor. İlk vaazında herkes kendinden geçiyor.  İbrahim Hoca “Bu genç vaiz nereli?” diye soruyor. “Erzurumlu.” diyorlar. İbrahim Hoca hakikate uyanıyor ve bir daha Hocaefendi’nin olduğu yerde minbere çıkmıyor. Rüya sadıktır.

Ahir zamanda önce Ege Ovası’nı, sonra Anadolu’yu, daha sonra bütün bir dünyayı bahara dönüştürecek olan nurlu nehrin ana kaynağı Erzurum’dur.
O günlerde İbrahim Ağabey ‘‘Gel, seninle Hocaefendi’nin sohbetine gidelim.’’ diyor. Nokta Durağı’na kadar yürüyoruz. Bir troleybüse biniyoruz. Birkaç durak gittikten sonra Çeşme Durağı’nda iniyoruz. “Çeşme” ne güzel isim diyorum. 

Hocaefendi ile Çeşme Dershanesi’nde göz göze geliyoruz. Anadolu’da her çoban çeşmesinin başında bekleyen çınarlar gibi Hocaefendi de şırıl şırıl akan o çeşmenin başını bekliyor. O an, Erzurum yaylarından koparak gelen pırıl pırıl bir suyun, susuz çeşmeleri yeniden coşturduğunu fark ediyor kalbim. Daha içmeden serinliyorum. Suyun serinliğini, tadını bütün bedenimde hissediyorum. Kendimden geçiyorum. Hocaefendi’nin derdinin başından aşkın olduğunu o gün fark ediyorum.      

“O zaman başından aşkındı derdi,    
Mermeri oyardı, taşı delerdi.    
Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi.    
Değdi kaç dudağa çoban çeşmesi.”

İyi ki, çoban çeşmelerinden birine yolumuz düşmüş.  
<< Önceki Haber [Harun Tokak] Çoban Çeşmesi Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER