Abdullah Aymaz / samanyoluhaber.com
Şevki kıran sekizinci engel
Varlık mücadelesi verenlerin himmet ve gayretleri, şevk atına binip meydan-ı mübarezeye çıkınca, pek çok engellerle karşılaşıyor. Üstad Bediüzzaman Hazretleri en mühim mânilerden bazılarını saydıkları ve onların nasıl aşılacağını veciz birer ifade ile söyledikten sonra sekizincisi için şöyle diyor: “Sonra, bütün MEŞAKKATLERİN ANASI ve umum REZÂLETLERİN YUVASI olan MEYLÜ’R-RAHAT (rahat yaşama meyli, hayat tutkusu) geliyor. Himmet ve gayretini elini, kolunu bağlar ve sefâlet zindanına atar. Siz de o sihirbaz cellada, ‘İnsan için ancak sa’yu gayreti ve çalıştığının karşılığı vardır.’ (Necm Suresi, 39. âyet) gerçeğini, âlicenap mücahid olarak gönderiniz. Evet size meşakkette büyük rahat var, zira, fıtratı heyecan dolu olan insanı rahatı, sadece çalışma ve mücadelededir.”
En tehlikeli ve sinsi engellerden birisi olan rahat yaşama düşüncesi, diğer bir ifade ile ten-perverlik, hâne-perestlik, zillet ve sefâletin esasını teşkil eder. Bugün değilse, yarın götüreceği yer oralardır. Kur’an-ı Kerim bize çalışmayı, gayret göstermeyi emrediyor. Adam gibi adamların himmeti dağları yerinden oynatır. Ama tembellik, atalet, tenperlik, abdülhânelik de bizi rezil eder. Zaten Cenab-ı Hakkın bütün kâinatta koyduğu bir kanuna göre, hareket ve faaliyet değişmez bir esastır. Cenab-ı Hak, hiç zerreyi hareketsizliğe mahkûm etmemiştir. Atom zerreleri, elektronlar ve daha küçükleri hep faaliyet halindedir. Hareket ve faaliyette lezzet vardır. Zaten faaliyet bizzat lezzettir…
İmanlı faziletle, ihlas ve takva duygusu ile hareket eden ilkler İslâmî güzellikleri cihanın dört bir yanına taşımaya çalışmışlardır. Bu duygu ile hareket edenlerin Cenab-ı Hak, hep önlerini açmış, İlâhî inayet ve yardımını hep onlara yoldaş kılmıştır. Ama semâvî duyguları terk edip dünyevî, nefsanî duyguların güdümüne girince de inayetini kesmiş, Hz. Musa’ya isyan eden âsî ümmetin senelerce, perişan ve çaresiz bir şekilde çöllerde sürttükleri bu tenperverleri, nefisperestleri, mağlubiyetten mağlûbiyetlere sürüklemiştir.
İşte İspanya’ya ilk giden hâlis-muhlislerden sonra dünyevileşenler, sanki Cenneti yeryüzüne bir nevi indirme yarışına girenler esas hizmetlerini unutmuşlar, o topluma verecekleri güzellikleri bir tarafa bırakıp kendi zevk ve safalarına dalmışlardır. Bu sefer her şey tersine dönmüş, bütün saltanat ve güçleri sönmüş, ikbâlleri idbara dönmüş zamanla her şeylerini kaybetmişlerdir. Kendilerinin yaptıkları yüksek binaların duvarlarına yerleştirilen kanlı çengellere güneş karşısında yaralı yaralı asılıp kanları tükenip canları çıkıncaya kadar maalesef teşhir edilmişlerdir. Ben o çengellere bakarken, İspanyol rehber, “Bu çengellere bizimkiler düşmanlarını asıp ölmelerini beklemişler…” meâlinde sözler söylüyordu. Ben de “O düşmanlar Endülüslü Müslümanlar mıydı?” diye sordum. Maalesef cevap “hayır” değildi…
Benim, merhum Ali Ulvi Kurucu Ağabeyden, Büyük Ali… Yani Ali Yakup Bey ile ilgili dinlediklerim şeyler vardı… Kendisi büyük bir âlim… Mısır’da Kütüphanede görevli iken Türkiye-Mısır münasebetleri düzelmiş ve Ankara’ya Mısır Büyükelçiliği açılmış. Kendisinin Türkçesi çok güzel, Arapçası da öyle… Onun için iyi bir maaş ile resmen onu da tayin ediyorlar. İhlaslı ve takva sahibi birisi olduğu için Büyükelçilikteki yaşayış şekli hoşuna gitmiyor. Maaşı ve makamı terk ederek İstanbul’a geliyor. Bazı dostlarında misafir oluyor. Bir müddet sonra yük oluyorum, diye utanıyor. Halbuki ilminden irfanından istifade ettikleri için kendisinden herkes memnun… Ama o mahcubiyet içinde. Onun için kendisine Bahariye Mensucat’ta bir muhasebe işi ayarlıyorlar. Sonra emekli bir öğretmen hanımefendi ile evlendiriyorlar. O sıralar İstanbul’da yatılı bir Kız Kur’an Kursu açılıyor. Ama Arapça, fıkıh, tefsir, hadis, kelam bütün ilimler okutulacak. Buraya bilgili, yaşlı başı takva sahibi bir hocaefendi aranıyor. Bakıyorlar, Ali Yakup Beyden daha uygunu yok. Kendisine teklif ediyorlar. Sonra da “Hocam artık, Bahariyede muhasebe işine bakmayacaksınız. Çünkü biz sizin maaşınızı Kur’an Kursundaki görevinizden dolayı buradan vereceğiz.” diyorlar. “O takdirde olmaz… Yani ben, Kur’an’ı ve İslamî ilimleri Osmanlının torunlarına öğretiyorum diye maaş alamam… Ya, benim dedelerim Arnavutluk’ta papaz idiler. Osmanlı geldi onlara İslâmiyeti güzellikleriyle tanıttı ve böylece onlar tercihlerini İslam'dan yana koydular… Yani ben şimdi, beş vakit namazımda dua ettiğim Osmanlı'nın torunlarına İslamiyeti para alarak mı öğreteceğim? Ben böyle bir şeyi kabul edemem.” diyor. Yine muhasebe işine devam ediyor… Parası varsa, minibüslerle, yoksa yayan olarak her gün Bahariye Mensucattan Kız Kur’an Kursuna kadar giderek Allah rızası için ders veriyor. Bu arada pek çok İlahiyat öğrencisine de ders veriyor.
Eğer Endülüs’te İslamiyeti güzellikleriyle anlatma aşkı ve şevki sönmeseydi her bir İspanyol da bir Ali Yakup olabilirdi. Müslümanları, çengellere astıran ve Müslümanları atıncaya kadar yıkanmamaya and içtiği için 13 sene yıkanmayan bu sebeple de tarihe Kirli İzabellâ diye ismi geçen o dava kadını bile İslamî güzellikleri tanısaydı Nurlu İzabella olarak tarihe geçebilirdi.
Şimdi kendi kendimize soralım: Temelde, Müslümanların başına bu zulmü, İspanyollar mı getirdi? Yoksa Üstad Hazretleri CELLÂD-I SEHHAR dediği MEYLÜ’R-RAHAT mı getirdi? Esas celladın kim olduğu ortada… “Zâlim Allah’ın kılıcıdır; onunla intikam alır. Sonra döner o zâlim kılıçtan da intikam alır.” demiyor mu Hadis-i Şerîf?