[Cuma Karaman] Din ve laiklik

İslam coğrafyasında din ve laiklik tartışmaları hilafetin son bulduğu, ulus devlet fikrinin zemin kazandığı geçtiğimiz yüzyılda ortaya çıkmış, zamanla çok ciddi bir gerilim ve çatışma konusu haline gelmiştir.

SHABER3.COM

CUMA KARAMAN 

İslam coğrafyasında din ve laiklik tartışmaları hilafetin son bulduğu, ulus devlet fikrinin zemin kazandığı geçtiğimiz yüzyılda ortaya çıkmış, zamanla çok ciddi bir gerilim ve çatışma konusu haline gelmiştir. Din ile devlet işlerinin ayrılması, devletin tüm din ve inançlara eşit mesafede olması anlamına gelen laikliği dindarların ezici çoğunluğu “dinsizlik”olarak görmüştür. Din karşıtı bazı dinamik çevrelerse laikliği laikçiliğe dönüştürerek dini olan ne varsa ortadan kaldırmaktabir araç olarak kullanmaya çalışmıştır. Dindarlardan sadece çok azı laikliği gerçek manasıyla anlayabilmiş ve İslam ve laiklik ilişkisini buna göre yorumlamıştır. Bu yazıda az sayıdaki bu dindar laik kesimin görüşleri üzerinde duracağız. 

Yazımıza “Din ve devlet işlerinin ayrı olması gerektiğini savunan kimse dinden çıkar mı? Böyle bir inançla hareket eden kişi Müslüman olarak kalır mı?” şeklinde köşeli bir soruyla başlayalım. Doğru ya da yanlış, itikadî çağrışımlı bir konuya dair olduğu için bu soruya cevap verirken olabildiğince hassas davranılması gerektiğinin altını özellikle çizmek isterim. Öte yandan, mevzuya sadece bir ekolün veya bir mezhebin gözüyle değil itikada dair alem şümul ilkeler açısından bakmakta fayda vardır. 

Din ve laiklik tartışmasının odağını Maide suresinin 44. ayeti oluşturmaktadır: “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.” İslam uleması bu ayet konusunda farklı yorumlar ve görüşler ortaya koymuşlardır. Bu ayetten yola çıkarak, laikliği savunanları kafir görenler olduğu gibi, sayıları az da olsa, bu ayete daha ılımlı yorumlar getirenler de olmuştur. Bu ikinci gruba göre, din ve devlet işlerinin ayrı olmasını savunanlar dinden çıkmayacağı gibi laiklik dini siyasi amaçlarla istismar edilmekten de koruyacaktır. Böylece, dünyevi maksatlara alet edilemeyecek olan din, asıl hedefi olan insanları Allah’a kulluğa daha da yaklaştıracaktır. Bu konudaki ilk tartışmalar Osmanlı’nın son döneminde yapılan reformların bir parçası olarak “Kanun-i Esasi”nin ilanı ile başlamış ve Kur’an hükümleriyle yetinilmeyerek bir anayasa yazılması bazı dini çevrelerce “küfür” sayılmış, ilgili devlet ricali de tekfiredilmiştir. 

Dar görüşlü bu yaklaşıma itiraz eden Bediüzzaman Said Nursi, sözkonusu ayetin yanlış yorumlandığını ifade ederek şunları söylemiştir: “Zavallılar, ‘kim ki Allahın hükümleri ile hükmetmezse’ nin manasının ‘kim ki tasdik etmezse’ demek olduğunu bilmiyorlar,” (Asar-ı Bediiye, 463). Keza büyük müfessir Fahrettin Razi ve İmam Maturidi gibi alimler de bu ayetin tefsirinde benzer ifadeler kullanmışlardır. Mesela, tefsirini sahabeden İkrime’ye (r.a) dayandıran Razi şöyle yazmıştır: “Kim Allah’ın indirdiği hükmü/hükümleri kalbiyle tasdik etmez, dili ile inkar ederse kafir olur. Allah’ın hükmünü kalbiyle tasdik edip diliyle de inkar ettiği halde uygulamayan kişi, kalbiyle tasdik ve doğru olduklarına inandığı için tekfir edilemez. Hükümleri fiilen terk eden kişi bu ayetin tehdidine dahil değildir.” 

Bir diğer husus ise, ayette geçen “ma enzelellah” ifadesindeki “ma”nın umumu ifade etmesidir. Bu ayete genelleyici bir şekilde yaklaşıldığında yalan söyleyen, haram yiyen, gıybet eden veya en küçük bir günah işleyenin bile “kafir” olması gerekir. Bu genelleyici yaklaşım ehl-i sünnet alimlerinin ittifakı ile yanlış görülmüştür.  

Konumuza dönecek olursak Allah’ın hükümleri ile hükmetmeyenleri başlıca iki kısma ayırabiliriz: Allah’ın kitabına inanmadıkları için onun hükümleriyle ameletmeyenler; inandıkları halde amel etmeyenler. Birincilerinin dinde yeri yoktur. İkinciler ise sadece günahkardırlar. Konuya bu açıdan yaklaşıldığında devletin bütün dinlere aynı mesafede olduğu gerçekten laik rejimlerde herkes kendi dinini özgürce yaşama imkanı bulacağı için gerçek laikliği savunan insanları tekfir etmek asla doğru olmaz. Böyle bir tekfir dinin evrensel olma iddiasına da uygun düşmez. Herkesin dinini rahatça yaşayabileceği özgürlükçü bir sistem dinin red edeceği bir sistem olamaz. Farklı inançtakilere diğer tüm din ve inançlardan daha toleranslı yaklaşan ve onlara inandıkları şekilde yaşama hakkı tanıyan İslam’a sanırım en büyük hizmet, onu siyasi bir tahakküm aracına dönüştüren siyasal İslamcı zihniyeten kurtarmak olacaktır. 

Hakka ve hukuka riayet ettikleri müddetçe, İslam dininininsanların yaşadıkları çağın icapları uyarınca ve dünyevialanın idaresi maksadıyla hukuka ve ahlaka dayalı bir yönetimsistemi geliştirmelerine karşı olmadığını gönül rahatlığıylasöyleyebiliriz. Bu maksatla kurgulanan sistemin adının şu yada bu olmasının ise herhangi bir önemi yoktur.
<< Önceki Haber [Cuma Karaman] Din ve laiklik Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER