Ahmet Yılmaz / samanyoluhaber.com
İlmin Namusu ve Sessizliğe Bürünenler - 2
Deve sırtında, yaklaşık bir aylık bir yolculuktan sonra Bağdat’a getirilmişti Ahmed b. Hanbel. Ayakları zincirli, boynu prangalıydı. Me’mûn’un güdümlü emniyet âmiri İshak b. İbrahim tarafından şehir hapishanesine yerleştirilmişti. Yine böyle bir Receb ayı günüydü. Takip eden Şaban ve Ramazan aylarını da hücrede geçirecekti. Ramazan ayının bitimiyle beraber, pek bir şeyden haberi olmayan şehir ahalisi sevdikleriyle bayramı kutlarken, o hücresinde yapayalnızdı. Bir nevi kabir koridoruydu orası, hayatın donuklaştığı. Dünyaya kapalı, ahirete açık.
Günler, aylar birbirini kovalamış, o koca âlim ilim ve irfan sofralarından alabildiğine uzak o hücrede yalnızlığı iliklerine kadar tatmıştı. Bu acınası coğrafyada, aydınların kurbet içinde gurbet yaşamaları kadim bir olgudur gerçi… Bir fikir, ideal ve aksiyon sahibine verilebilecek en can alıcı ceza, ona yapılabilecek en büyük işkence onu halk nezdinde itibarsızlaştırmak ve insanlarla bağlarını kopartmak olsa gerek! Böyle bir durum o toplumun tükenmişliğinin de canlı resmidir âdeta! Çilekeş imam, hücrede bir yılını doldurmuş, yaklaşık on dört ay geçmiş ve yeni bir Ramazan ayı girmişti. Mahpus vaziyette ikinci Ramazan’ıydı. O mübarek İslam kahramanının, o çıldırtıcı günlerde azim ve kararlılığından zerre bir şey yitirmediğini ifade ediyor tarihi veriler. Bu arada, Me’mûn’un ölmesi (ö. 218/833) –tabiri caizse- imdadına yetişmiş, tek kişilik hücreden çıkarılmıştı. Hücrede unutulmak bizim saray tarihimizde bilinen bir vakıadır nitekim. O da bir hapishane yitiği olacaktı belki, bilinmez. Me’mûn’un ölümünün akabinde ahalinin, neden sonra kütle değil kitle olduğunu fark eder gibi olması, kamuoyunda cılız itiraz seslerinin yükselmeye başlaması, bu kadarcık bir şey bile sebepler açısından işe yarar gibi olmuştu. Ama bu, dertlerin bittiği anlamına gelmiyordu elbette.
17 Ramazan 219 günü, hapishaneden alınarak, Bağdat Emniyet Müdürü İshak b. İbrahim’in sarayına götürülecekti. Prangalara vurulmuş halde üç gün kaldığı bu yerde, iki istihbarat görevlisi tarafından her gün sorgu odasına alınıyordu. İyi polis, kötü polis o gün de vardı tabi ki. Her sorgudan sonra, “kendisine dikte edilen fikirleri kabul etmediği için” ayağına bir uzun zincir daha bağlanmış, üçüncü gecenin sonunda zincirlerin sayısı dörde ulaşmıştı. Dördüncü gece, Mu‘tasım’ın elçisi gelerek bir nakil emrini İshak b. İbrahim’e bildirmişti. Ahmed b. Hanbel, hükümdarın sarayına nakledilecek ve orada kendisiyle bizzat ilgilenilecekti (!) Ancak İshak b. İbrahim de kendi hıncını, hasedini ve kinini hâlâ dindirememişti. Kendisini teslim almak üzere gelen merkezî saray yetkililerine Ahmed b. Hanbel’i teslim ederken şöyle diyecekti: “Ey Ahmed! Hayatın büyük bir tehlike altında. Halife Mu’tasım yemin etti, seni kılıçla öldürmeyecek! Ancak sana dayak üstüne dayak atacak! İşkence senin yoldaşın olacak! Ve seni hiç ışık yüzü görmeyen bir zindana atacak, sen orada ne güneşi, ne de ayı bir defa göremeyeceksin ve o seni öldürecek!” (Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XI, 243)
Mu‘tasım’ın hâzır ve nâzır bulunduğu saraydaki bir sorgu odasına getirilmişti Ahmed b. Hanbel. Mu‘tasım ve adamları, kâh iyi bir role bürünüyorlar, yumuşak sözler kullanarak onun gönlünü almaya çalışıyorlar, kâh Kur’ân’ın yaratılmış olduğunu onaylaması için ona tehditler savuruyorlardı. Fakat tatbik edilen bütün bu baskı ve yıldırma yöntemleri sonuç vermeyecekti. Ahmed b. Hanbel, resmî görüşü kabul etmeye yanaşmıyordu. Yeni sultanın da bir çeşit güç zehirlenmesine yakalandığı âşikar idi. Ahmed b. Hanbel’in kendisinin rağmına olan o duruşunu hazmedemiyordu. Kendisine biat etmeli, biatını da ispatlamalıydı. Sorgulama meclisi her geçen saat biraz daha fiilî işkence safhasına doğru eviriliyordu. Sorgulamanın üçüncü günü Mu‘tasım, beklentilerinin ve hatta tehditlerinin karşılık bulmadığını görünce, adamlarına Ahmed b. Hanbel’in kırbaçlanmasını emredecekti. Kırbaçlanma hadisesine, tabakât kitaplarında ayrıntılı yer verilmiştir. Hayret uyandırıcı olan ise, arada bir kırbaç el değiştirirken, orada hazır bulunan Mu‘tasım’ın Ahmed b. Hanbel’e yanaşması ve o bilinen soruyu, halku’l-Kur’ân meselesini tekrar tekrar sorarak, istediği cevabı almaya çalışmasıdır.
Sonuç olarak o, istediği cevapları almaya muvaffak olamayacaktı. Ahmed b. Hanbel bir âlim ve mütefekkir olarak ilminin şeref ve haysiyetini muhafaza ederken; Mu‘tasım da kaba kuvvet ve zorbalığın temsilcisi olmayı sürdürecekti. Hatta onun vücudunda açılan derin işkence izleri sebebiyle duraksayan kırbaçlama işlemi, tedavisinin ardından tekrar başlıyordu. İşkenceye artık dayanacak takati kalmayan koca imam, bir müddet sonra baygınlık geçirecek ve bilincini yitirecekti. Kendine gelmesini bekleyen devrin zorbaları, yara beresini iyileştirdikten sonra, onu İshak b. İbrahim’in sarayına geri göndereceklerdi. Onun sarayının önünde sayıları az da olsa bekleşen insanlar vardı. Bir çocuğun vicdanını taşıyan insanlar. Homurtular yükselmeye başlamıştı semaya. Zamanın idarecileri, Bağdat kamuoyunun aleyhlerine döneceği endişesiyle kendisini denetimli serbestlikle serbest bıraktılar.
Ahmed b. Hanbel ve onun gibi düşünen bir avuç bahtiyar ötekileştirilip adeta cadı avına maruz bırakılırken ve türlü işkencelerin cenderesinde ezilirken bir kısım âlimlerin çeşitli sebeplerle yaşanan haksızlıklar karşısında seslerini yükseltmedikleri, suskunluğu tercih ettikleri anlaşılıyor. Dostların vefasızlığı ile düşmanların gadr u cefâsı arasında sıkışıp kalmış olan bir Ahmed b. Hanbel müşahede ediliyor. Berikinin onda yol açtığı yıkım ötekinden hiç de az olmasa gerek!
Bir sonraki yazımızda sükûtları mihnetleri olanlara değinelim, sessizliğe bürünenlerden örnekler serdedelim…