[Z. Hicran Yıldırım yazdı] Dünya Alemlerin Sultanı’nı Bekliyor

Rebîülevvel ayının 12. gecesi. 14 asır önce Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (sas) gözlerini açmasıyla birlikte, dünyanın doğusunu ve batısını aydınlatan nurun görüldüğü, Kâbe'deki putların yıkıldığı, ateşe tapanların bin yıldır aralıksız yanan ateşlerinin hiç sebepsiz söndüğü, insanların kendisine taptığı rivayet edilen Sâve Gölü'nün sularının bir anda çekildiği gün... Mevlit Kandili... Bu yıl 28 Ekim'i 29 Ekim'e bağlayan gece idrak edilecek. Eğitimci-yazar Z. Hicran Yıldırım'ın Rehberlik Köşesi'nde "Mevlit Kandili" üzerine bir yazı dizisi kaleme alıyor Yazının ikinci bölümünü yayınlıyoruz

SHABER3.COM

Z. Hicran Yıldırım | Samanyoluhaber

Mevlid Kandili – 2

Dünya Alemlerin Sultanı’nı Bekliyor

O gün O Büyük Misafir’ini ağırlamak için yüce Allah Hicaz’ı hazır hale getiriyordu. Zira, çok geçmeden bu fani dünyayı, Alemlerin Sultanı şereflendirecekti. İnşallah O’nun sallallahu aleyhi ve sellem dünyayı şereflendirdiği bu günler hürmetine Yüce Rabbimiz yine bütün alemi kirlerinden, paslarından arındırır. ‘…Rabbinin ne ettiğini görmedin mi? Onların kötü plânlarını (hile ve düzenlerini) boşa çıkarmadı mı? Onların üzerine sert taşlar atan (Ebabil) sürü sürü kuşlar gönderdi. Derken onları kurt yeniği ekin yaprağına çeviriverdi." (Fil Sûresi, 1-5)
 
"Ben iki kurbanlığın oğluyum." 

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin dedesi Abdulmuttalib, Zemzem kuyusunu ortaya çıkardığı zaman kırk yaşındaydı. O sırada on oğlu olup da büyüyüp genç yaşa ulaştıklarını görürse onlardan birini Allah yolunda kurban edeceğini adamıştı. (Tabakât, 1/88)     

Otuz yıl sonra, Cenâb-ı Hakk'ın ihsanı ile erkek çocuklarının sayısı onu buldu. Ve hepsi de büyümüştü. Bu sırada seneler önce yaptığı va'dini hatırladı: Erkek çocuklarından birini Kâbe'de kurban etmek. Ama hangisini? Hepsi de birbirinden güzel ve sevimli idi. Fakat Abdullah çok daha başkaydı. Sîret ve surette diğer kardeşlerinden çok farklıydı. Dünyaya gelir gelmez babasının alnında parlayan Nur-u Muhammedî onun alnına geçmişti. Bu nur, yüzüne harika bir güzellik ve müstesna bir tatlılık bahşetmişti. Ama hiç kimse bu güzellik ve tatlılığın nereden ve niçin geldiğinin farkında değildi. 
Abdülmuttalib, onları bir gün bir araya topladı ve işin hikâyesini anlatarak, içlerinden birini kurban etmesi gerektiğini bildirdi. Hepsi de tereddütsüz razı oldular. Sonra da babalarına sordular: 
"Peki, nasıl yapalım bunu? Kimin kurban edileceğini nasıl tesbit edelim?" Abdülmuttalib böyle bir durumda nasıl yapılması gerektiğini biliyordu. Şöyle dedi:

"Her biriniz birer ok alın, üzerine kendi isminizi yazın ve okları bana verin!"

Çocuklar, babalarının emrini derhal yerine getirdiler. Her biri bir ok üzerine kendi ismini yazdıktan sonra, babasına uzattı. Okları toplayan Abdülmuttalib doğruca Kâbe'ye vardı. Kimin oku çıkarsa o kurban edilecekti…
Kâbe'nin yanına varan Abdülmuttalib'in etrafını şehir halkı sarmıştı. Elindeki on oku, Allah'a verdiği sözünden caymış sayılmaması için, tereddütsüz ok çekme görevlisine uzattı. On okun üzerinde on ciğerpâresinin ismi vardı. Hangi ok çıkarsa çıksın, ciğerinden bir parça kopacaktı.
Görevli oklardan birini çekti. Üzerindeki ismi titrek bir sesle okudu:
"Ab-dul-lah!"
Şefkatli baba, duyduğuna inanmak istemedi. Oku adamın elinden çekip aldı, dikkatlice baktı ve okudu:
"Abdullah."
Göz pınarları bir anda yaşlarla doldu. Şefkati ve hisleri öylesine kabardı ve coştu ki, bir an "Olamaz!.." diyerek haykıracak gibi oldu. Son anda Allah'a verdiği sözünü hatırlayarak şefkat ve hislerine gem vurdu. Yıkılmış bir halde yüzünü Abdullah'a çevirdi ve şöyle dedi:
"Oğlum Abdullah! Allah, kendisine kurban edilmek üzere seni seçti. Bu şerefi kardeşlerin arasında sana ihsan etti."
Bu haber, bir anda oradakileri hüzne boğdu. Herkes birbirine soruyordu:
"Abdullah mı? O mu kurban edilecek?"
Abdülmuttalib yanan yüreğine aldırmadan, biricik oğlu Abdullah'ın bileğini kavradı. Nur yüzlü Abdullah'ta sanki Hz. İsmâil'in teslimiyeti vardı. Yüzünde en ufak bir memnuniyetsizlik belirtisi görünmüyordu.

Abdülmuttalib'in bir elinde bıçak, diğer elinde oğlu Abdullah'ın eli vardı. Kurban edilmesi için her şey tamamdı. Bu sırada birtakım gürültüler duyuldu. Kureyş eşrafı geliyordu. İçlerinden biri seslendi:
"Ey Abdülmuttalib, ne yapmak istiyorsun?" Abdülmuttalib nur yüzlü oğluna bakarak cevap verdi:
"Onu kurban edeceğim!" 
Bu cevaptan memnun kalmadılar. İtiraz ettiler:
"Ey Abdülmuttalib, bu nasıl olur? Sen ki, Mekke'nin büyüğüsün; böyle yaparsan, sonra herkes senin yaptığını yapmaz mı? Herkes oğlunu kurban ederse, bizim de soyumuz kesilmez mi?.."
Fakat, Abdülmuttalib, Allah’a söz vermişti ve bu sözünü mutlaka yerine getirmeliydi. Çünkü, Allah onun istediğini vermişti. On erkek çocuk ihsan etmişti. Bu sırada Abdullah'ın dayısı Abdullah bin Mugîre ortaya atıldı ve:
"Ey Abdülmuttalib," dedi. "Vallahi meşru bir mazeret olmadıkça, sen onu kurban edemezsin. Onu kurtarmak için gerekirse bütün malımızı vermeye hazırız!"
Kureyşliler ve oğulları yalvarmalarının netice vermediğini görünce bu sefer şöyle bir teklifte bulundular:
"Ey Abdülmuttalib! Abdullah'ı al, Şam'a git. Orada bilgin bir kadın var. Doğudan batıdan zorlukta kalan herkes, ülkeler aşıp ona gider. Herkesin derdine bir çare bulur. Elbette senin için bir çare bulur. Abdullah boğazlanacak derse, gel onu boğazla. Yok eğer seni de Abdullah'ı da bizi de üzüntüden kurtaracak bir çare bulursa, ona göre hareket edersin."
Bu fikir Abdülmuttalib'in aklına yattı. Derhal Abdullah'ı yanına alarak Şam'a doğru yola çıktı. Medine'ye geldiklerinde kadının Hayber'de olduğunu öğrendiler. Oradan Hayber'e geldiler. 
Kadın sordu:
"Sizde bir insanın diyeti nedir?"
Abdülmuttalib:
"On deve" dedi.
Bunun üzerine kadın:
"Gidin on deve hazırlayın. Çocukla on deveyi alıp ok çektiğiniz yere götürün. Bir tarafta çocuğunuz, diğer tarafta ise on deve olmak üzere ikisi arasında ok çekin. Eğer ok develere çıkarsa, develeri kurban edip çocuğu kurtarın. Yok, eğer ok çocuğa çıkarsa, her defasında develerin sayısına bir diyet miktarı daha ekleyerek Rabbiniz sizden razı oluncaya kadar ok çekmeye devam edin! Ne zaman ok develere çıkarsa, onları boğazlayıp kurban edin. Bu şekilde hem Rabbinizi razı etmiş hem de çocuğunuzu kurban olmaktan kurtarmış olursunuz." dedi. (Sîre, 1/163; Tabakât, 2/174)

Mekke'ye dönüşünün ertesi günü Abdülmuttalib, biricik oğlu Abdullah ve on deveyi alarak Kâbe'ye gitti. Abdullah ile on deve arasında kur'a çekilecekti.
Abdülmuttalib sevinç içinde, görevliye: "Çek" dedi. Çekilen ok Abdullah'a çıktı. Develerin sayısını yirmiye çıkardılar. Ok yine Abdullah'ı gösterdi. Develer otuza çıkarıldı. Ok tekrar Abdullah'a isabet etti. Devler kırk oldu. Ok yine Abdullah'a çıktı. Elli oldu; ok sanki Abdullah'a çıkmakta ısrar ediyordu. Altmış, yetmiş, seksen, doksan oldu. Ok ısrarla Abdullah'ı gösteriyordu. 
Abdülmuttalib hayret ve heyecan içindeydi. Her çekim esnasında ellerini semaya doğru kaldırarak duâ etmekten de geri durmuyordu. 
Nihayet develerin sayısı yüzü buldu. Tekrar ok çekilince, merakla bakanlar derin bir nefes aldılar. Çünkü ok develere çıkmıştı. Herkes gibi Abdülmuttalib'in de gözleri sevinçle parladı. Fakat, onun bu sevinci fazla sürmedi. Derhal ciddileşti. Kendisini fazla tebrike imkân tanımadı ve şöyle konuştu:
"Vallahi, üst üste üç defa daha ok çekeceğim. Tâ ki, kalbim mutmain olsun." 
Çekiliş üç defa daha tekrarlandı. Her defasında sevinç çığlıkları atılıyordu. Çünkü, üç seferinde de ok develere çıkmıştı. Bu sevincini Abdülmuttalib, "Allahü ekber, Allahü ekber!" diyerek izhar etti ve diz çökerek duâda bulundu. Böylece Abdullah kurban edilmekten kurtuldu.
Abdülmuttalib, yüz devenin Safa ile Merve arasına götürülüp, yan yana kurban edilmesini emretti. Emri derhal yerine getirildi. 
O günden itibaren bir insan diyeti, Kureyşliler ve Araplar arasında, 100 deve olarak kabul edilme âdeti benimsendi. Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu âdeti olduğu gibi bırakmıştır. (Sîre, 1/164; Tabakât, 1/189; Taberi, 2/174) 
Bu olaya ve neslinden geldiği Hz. İsmail'in kurban edilmesi teşebbüsüne işâretle Rasûlulllah (s.a.s.) Efendimiz:
"Ben iki kurbanlığın oğluyum." buyurmuştur. [Hakim, el-Müstedrek, II, 604, 609; el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafa, 1/199 (Hadis No.606), Beyrut 1351] 

Kutlu Yuva

Abdülmuttalib çok sevdiği iffet abidesi oğlu Abdullah’ı bir an evvel mes’ud bir yuvaya kavuşturmak istiyordu. Ancak, ona her yönüyle denk birini bulmak gerekiyordu.
Abdülmuttalib, bunu bulmada gecikmedi. Benî Zühre kabilesinin büyüğü Vehb bin Abd-i Menâf’ın yanına vararak, kızı Âmine’yi oğlu Abdullah’a istediğini söyledi. Vehb, teklifi memnuniyet ve sevinçle karşıladı. Sonra da şöyle konuştu: 

"Ey amcamoğlu! Biz bu teklifi sizden önce aldık. Âmine’nin annesi, geçenlerde bir rü’yâ görmüştü. Anlattığına göre, evimize bir nur girmiş. Aydınlığı yerleri ve gökleri tutmuş. Ben de bu gece rüyâmda, dedemiz İbrahim`i (a.s.) gördüm. Bana, ‘Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’la kızın Amine’nin nikâhlarını ben kıydım. Sen de onu kabul et!’ dedi. Bugün sabahtan beri bu rüyânın tesiri altındaydım. ‘Acaba ne zaman gelecekler?’ diye kendi kendime sorup duruyordum." 

Bunları duyan Abdülmuttalib sevincinden: 
"Allahü ekber, Allahü ekber!" diyerek tekbir getirdi.
Vehb’in kızı Âmine hem güzellik, hem ahlâk, hem de nesep itibariyle Kureyş kızları arasında en yüksek mevkie sahipti. Her hususta Abdullah’a denkti. Abdullah bu sırada 24 yaşlarında idi. Kısa zamanda düğün yapıldı ve yeryüzündeki ilk insan Hz. Âdem’den itibaren her peygamberin müjdesini verdiği, mânâya açık her gönül adamının, gelecek diye beklediği Son Nebi’yi netice verecek yuva kurulmuş oldu. (Sîre, 1/167; Tabakât, 1/94)

Evliliklerinin üzerinden henüz birkaç hafta geçmişti ki, birçok kimsenin fark ettiği garip bir durum oldu. Hz. Abdullah’ın yüzündeki nur, Hz. Âmine’nin alnında parlamaya başladı. Kâinatın Efendisi’nin dünyaya teşrifine çok az kalmıştı.

Hz. Abdullah, ticaretle uğraşıyordu ve bu amaçla bir kervanla birlikte yola çıktı. Medine yakınlarına geldiğinde ağır şekilde hastalandı ve burada konaklamak zorunda kaldı. Çok geçmeden de burada vefat etti. Vefat ettiğinde 25 yaşındaydı. 

Geride miras olarak beş deve, bir miktar koyun ve Ümmü Eymen’i bıraktı. (İbn Sa’d, Tabakât, 1/100)

Fil Hadisesi

Abdulmuttalib oğlu Abdullah`ın vefatından dolayı hüznünü henüz atamamışken başına bir dert daha açıldı. Habeş Meliki’nin Yemen valisi Ebrehe, ordusunu toplamış Kâbe’yi yıkmak için geliyordu. Ebrehe, insanların Kâbe’ye yönelmelerini kıskanarak, alternatif olsun diye kendi topraklarında bulunan San’a’da büyük ve türlü tezyinatla süslenmiş bir mabed yaptırmıştı. Bunu yaparken, Bizans imparatorundan da destek almıştı. Maksadı, hac ibadeti için Kâbe’ye giden insanların, yön değiştirip bu kiliseye gelmelerini temin etmekti. Bunu, Habeş melikine yazdığı mektupta açıkça ifade ediyordu: 

– Ey melik! Senin için öyle bir mabed yaptırdım ki, onun bir benzeri senden önceki hiçbir melik için inşa edilmemiştir. Hac vazifelerini yerine getirmek için Arapları buraya çekmedikçe de asla durmayacağım. (İbn Sa’d, Tabakât, 1/91; Taberî, Tarih, 2/109)

Fakat, istediği gibi olmamış, bu davete kimse icabet etmemişti. Bir de Ebrehe’nin, hacıların yönünü değiştirmek için bu binayı yaptırdığını duyan Kinâneoğullarından bir adam gizlice gidip onun iç ve dışını, hakaret maksadıyla, kirletmişti. 

Bu hadise, Ebrehe’yi çileden çıkardı. Hemen emir vererek büyük bir ordu hazırlanmasını istedi. 

– Şüphesiz Araplar bunu, evlerine alternatif olacağı için yaptılar; yemin olsun ki ben de onların Kâbe’sindeki taşları teker teker sökerek yerle bir edeceğim! tehditlerini savuruyordu. (İbn Sa’d, Tabakât, 1/91-92)

Derken, altmış bin kişilik büyük bir ordu hazırlayıp Mekke’ye doğru yürümeye başladı. Ordusu arasında filler de vardı. Mahmûd adlı fili kendi kontrolünde tutuyordu. 
Mekke yakınlarındaki Muğammıs denilen yere geldiklerinde ordusuna konaklama emri verdi. Mekke civarına kadar sokulan bir müfreze, Kureyş, Hüzeyl ve Tihâmelilere ait kıymetli mal ve sürülerin yanında bir de, o gün Mekke’nin reisi olan Abdulmuttalib’e ait iki yüz deveyi gasp ederek geri döndü. 
Ebrehe, daha sonra gönderdiği Hunâta adındaki bir elçi ile Abdulmuttalib’e şu mesajı ulaştırmıştı: 

– Ben, sizinle harp etmek için gelmedim; benim geliş maksadım, şu Kâbe’yi yıkmaktır. Şayet bu konuda problem çıkarıp bana karşı gelmezseniz, benim sizinle bir işim yok. 
Mesajı yerine ulaştıran elçinin Abdulmuttalib’den aldığı cevap, beklenilenden çok farklıydı: 

– Vallahi, biz de onunla savaşma niyetinde değiliz; zaten buna gücümüz de yetmez. Bu ev ise, Allah’ın evi ve O’nun Halîl’i İbrahim’in yadigarıdır. Şayet onu koruyacaksa mutlaka O koruyacaktır; eğer yıkmasına müsaade edecekse de bizim, onu koruma adına bugün yapabileceğimiz bir şey yok. 

Hunâta, kendisiyle birlikte Abdulmuttalib’in de gelmesini istemiş ve o da yola koyularak Muğammıs’a kadar gelmişti. 
Ebrehe, Abdulmuttalib’i karşısında görünce tercümanı vasıtasıyla sordu:
– Ne ihtiyacın var, benden ne istiyorsun?
Beklenenden farklı bir cevap gelmişti:
– Benden alınan ve mülküm olan iki yüz devemi geri vermeni istiyorum.
Ebrehe, büyük bir şok geçirmişti. Bu, nasıl bir reislikti! Karşı konulmaz bir ordu ile gelmiş, sorumluluğunu uhdesinde taşıdığı beldeyi yerle bir edeceğini haykırıyordu, ama o şahsına ait bir malın peşine düşmüş; olacaklara aldırış bile etmiyordu.
– İşin doğrusu, seni ilk gördüğümde, duruşundan etkilenmiştim. Fakat, konuştukça anlıyorum ki sen, öyle bir insan değilmişsin. Senden aldığım iki yüz devenin peşine düşüp onu benden istiyorsun da senin ve atalarının dini olan bir evi yıkmak için gelmiş bir ordu hakkında hiçbir şey konuşmuyorsun!

Abdulmuttalib, vakar ve ciddiyetinden hiç taviz vermeden bütün samimiyetiyle:
– Ben, sadece develerin sahibiyim; şüphesiz, o evi de koruyacak bir Sahibi var, dedi. 
Ebrehe bu cevaba kızdı:
– Onu bana karşı kimse koruyamaz, diye gürledi sinirle… 
Tavrını hiç değiştirmeyen Abdulmuttalib, kendinden emin bir ses tonuyla: 
– Madem öyle, işte o ve işte sen, deyiverdi. 

Aldığı cevaplar karşısında oldukça sinirlenen Ebrehe, buna rağmen Abdulmuttalib’in develerini geri teslim etti. 

Yeniden Mekke’ye dönen Abdulmuttalib, ahaliyi toplayıp işin vahametini haber verdi ve herkesten, gelecek tehlikelerden canlarını kurtarmaları için, Mekke’yi terk ederek dağlara sığınmalarını istedi. Ardından da Mekke’nin önde gelenleriyle birlikte Kâbe’ye geldi. Hep birlikte Kâbe`nin kapısına yapışarak Ebrehe`nin ordusuna karşı kendilerine yardım etmesi için saatler süren bir yakarışla Rabb-i Rahîm’e yalvardılar. Daha sonra onlar da Kâbe’den ayrılıp dağ başlarına çıkarak beklemeye koyuldular.

Bu arada Ebrehe, Kâbe’yi yıkmak için ordusuna hareket emri vermişti. Ancak, ordusunun içinde onun emrini dinlemeyenler vardı. Filleri sevk etmekle görevli olan Nüfeyl ibn Habîb isminde bir zat, kendisinden çok büyük işler beklenen Mahmûd’un kulağına eğilmiş ve:
– Olduğun yere çök ve sakın kalkma! Ardından da sağ-salim olarak geldiğin yere geri dön! Çünkü sen, Allah’ın haram bir beldesindesin, demişti. Sonra kendisi de oradan ayrılmış ve o da dağlara sığınmıştı.

Gerçekten de Mahmûd, olduğu yere çökmüştü ve bütün zorlamalara rağmen ayağa kalkıp bir türlü Mekke’ye doğru yol almıyordu. Bir aralık, yönünü değiştirmeyi denediler; hiç beklemedikleri şekilde Mahmûd yerinden fırlamış ve koşarcasına ilerliyordu. Sağ ve sol istikamete de çevirdiklerinde durum farklı değildi; filin gitmediği tek istikâmet, Kâbe yönüydü. Zavallıyı, akla hayale gelmedik şekilde dövüp tartakladılar, ama sonuç değişmiyordu. Mahmûd, kan revan içinde kalmıştı.

Bu ara, hiç beklemedikleri bir gelişmeye daha şahit oluyorlardı; sahil cihetinden büyük bir karartı kendilerine doğru geliyordu. Büyük bir gürültüyle üzerlerine doğru gelen bu kuşlar, Allah düşüncesine savaş açan Ebrehe ordusunu hedef seçmişlerdi ve taşıdıkları nohut büyüklüğündeki taşlarla ordunun üzerine yürüyorlardı. Her biri, gagaları ve ayaklarında üçer tane taş taşıyordu. Attıkları her bir taş, mutlaka bir askerin üzerine isabet ediyor ve taşın isabet ettiği asker de olduğu yere yığılıp çöküveriyordu. Orduyu, büyük bir korku ve telaş kaplamıştı. Şimdiye kadar böyle bir hadiseyi, ne görmüş ne de duymuşlardı. Çığlıklar arasında koşuşturan her bir asker, hedefi belli olmayan bir yöne doğru kaçmaya çalışıyordu, ama hedefi belli olan bir taşın gelip de kendisini bulmasından kurtulamıyordu. Ebrehe de bundan nasibini almıştı. Kaçarken isabet eden taşın etkisiyle vücudu pul pul dökülmeye başlamış ve o da, büyük bir inilti, ıstırap ve korkuyla geri dönerken son nefesini vermişti.

Kimsenin karşı koymaya cesaret edemeyeceği ihtişamdaki Ebrehe ordusu, gücün gerçek sahibine yönelenenler karşısında çok geçmeden yerle bir olmuş ve yenilmiş ekin taneleri gibi delik deşik hale gelivermişti. 

Ardından, bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağdı. Böylece, o ordunun geride bıraktıkları da temizlenecek ve Hicaz, büyük bir misafirini ağırlamak için hazır hale gelecekti. Zira, çok geçmeden bu mekanı, Alemlerin Sultanı şereflendirecekti.

"Kâbe'yi yıkmağa gelen fil sâhiplerine, Rabbinin ne ettiğini görmedin mi? Onların kötü plânlarını (hile ve düzenlerini) boşa çıkarmadı mı? Onların üzerine sert taşlar atan (Ebabil) sürü sürü kuşlar gönderdi. Derken onları kurt yeniği ekin yaprağına çeviriverdi." (Fil Sûresi, 1-5)


Ve Kutlu Doğum…

Devam Edecek…
<< Önceki Haber [Z. Hicran Yıldırım yazdı] Dünya Alemlerin Sultanı’nı... Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER