Halil Şimşek Ağabey Anlatıyor… (Hocaefendi ve Risaleler)

Tarık Burak

Tarık Burak

11 Şub 2021 17:11
  • Rahmetli Halil Şimşek Ağabey’i hayatta iken yüz yüze tanışma fırsatım olmadı. Ama kendisi Âşık-ı Sâdık Fethullah Gülen Hocaefendi Serisi’nden çok bahsetmiş. Bakın sadece 04:28 dakikanın içine ne bilgiler sığdırmış ne güzellikler anlatmış o samimi insan. Hayatını Hizmet etrafında örgülemiş bu dava adamına hem bir vefa hem de bu vesileyle hiç olmazsa ruhuna bir Fatiha okumak için aşağıdaki videoyu sizinle paylaşmayı uygun gördüm.
    Bu vesileyle Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Bediüzzamanla, Risale-i Nurlar’la nasıl tanıştığını ve kendisinin üzerinde nasıl bir etki bıraktığını videonun altına ekliyorum. Saygılarımla… 
    Tarık Burak 


    Hocaefendi’nin Risale-i Nur’larla tanışması ve Onlara Vurulması

    Fethullah Gülen Hocaefendi, Erzurum'da okuduğu sırada, halini tavrını beğendiği ve zaman zaman gidip görüşmek istediği terzi Mehmet Şergil hakkında Murat Paşa Camii İmamı'ndan bazı olumsuz şeyler duymuştu. 
    İmam demişti ki: 
    - Bunlar Nurcu, bunlar Kur’an okumazlar. Onun yerine Said-i Kürdi'nin eserlerini okurlar. 

    Hocaefendi, bu sözler üzerine çok rahatsız olmuştu. Bir yerde denk getirip Mehmet Şergil'e; 'Neden Kur’an okumayıp başka kitapları onun yerine koyduklarını' sormayı kafasına koymuştu. Çünkü, Hocaefendi daima Kur’an ve Sünnet'in esas alındığı bir muhitte yetişmiş, sonsuz bir aşkla Kur’an'a bağlanmıştı. Ona göre Kur’an okumamak en büyük cürümdü. Bu yanlış yönlendirmeyle, Şergil’e gidip bunu sormayı düşünüyordu. Mehmet Şergil ise onu çok beğeniyor, gece gündüz 'Ya Rabbi, şu gence Risaleleri tanımayı nasip et!' diye dua ediyordu.  

    Daha sonra, Hocaefendi’nin Ramazan vaazları için Erzurum’un dışına çıkması, alttan alta devam eden bu iki zıt tavrın, olumlu bir yönde gelişmesine vesile oldu. Hocaefendi, Artova'daydı. Caminin avlusunda sohbet ediyorlardı. Başında fötr şapkası olan bir zat, söz Türkiye'nin istikbali konusuna gelince şöyle diyordu: 
    - Türkiye bu bölgenin lideri olabilecek durumda. Gençler Said Nursi'nin etrafında kümeleniyor. Müslümanların makus talihi değişecek! Bizim aradıklarımız bundaymış.
    Hocaefendi, bu sözler karşısında hayret etti. Fötr şapkalı adam, bugüne kadar Said Nursi hakkında duyduğu şeylerin tam aksini söylüyordu. Kendi kendine: 'Demek bana kötülenen bu şahıs İslam adına çalışan büyük bir zat. Demek ki bana yanlış şeyler söylemişler.' diye düşündü. Yanındakilere dönüp sordu:
    - Said Nursi'nin kitaplarını okudunuz mu? 
    - Hayır! Cevabı aldı. 
    Yine sordu: 
    - Ben size onun kitaplarını getirsem okur musunuz? 
    Orada bulunan kişiler okuyacaklarını söylediler. Hocaefendi, o ana kadar pek yanaşmayı düşünmediği Mehmet Şergil'e hemen bir mektup yazdı ve kendisine Bediüzzaman’ın kitaplarını göndermesini istedi. Mehmet Şergil bir koli kitap gönderdi. Hocaefendi, aldığı kitapları hemen dağıtmadı. Kendisinin hiç okumadığı ve içinde ne gibi fikirler olduğunu bilmediği kitapları halka dağıtmanın doğru olmayacağını düşündü. Bir iki kitabı hemen okudu. Risaleler kendisini çok etkiledi. Bu kitaplar mutlaka okunmalı ve okutulmalıydı. 

    Fethullah Gülen Hocaefendi, Bediüzzaman’ın eserleriyle ilk defa bu şekilde tanışmıştı. Erzurum'a döner dönmez, Bediüzzaman Said Nursi'nin kitaplarını babasına da tanıttı. Ramiz Hoca’ya okuması için Asa-yı Musa Risalesini veren Hocaefendi, onun bu mevzudaki yorumunu şöyle anlatır: 
    “İman ve Kur’an hakikatleri mevzuunda ben yarım adım önde tanıma şerefine ermiştim. O, yarım adımı aştığı gibi beş adım da öne geçti. Çok kuvvetli bir hafızası vardı. Birkaç gün sonra görüştüğümüzde ‘İktisat Risalesi’ni adeta ezbere okuyordu. O yıllarda Asa-yı Musa’nın içinde ‘İktisat Risalesi’ vardı. Sonra bana aynen şöyle dedi:
    ‘Eyvah! Biz şimdiye kadar şu yol, bu yol derken boşuna gezmişiz, meğer yol bu imiş.’ 
    Böyle diyerek büyüklüğünü ortaya koyup hem çocuğu hem de talebesi konumunda olan biri vasıtasıyla tanıdığı Nurlara talebeliği kabul ediyordu. Bu kabullenme oldukça zor bir hadiseydi. İşte bunun için ben babamı hep takdirle yad ederim.”
    Ramiz Efendi’nin bu sözleri Hocaefendi’nin neredeyse gelecek hayatına ait bir beşaret gibiydi. Hocaefendi, sahabenin temsil ettiği duru İslam'la Risalelerdeki fikir ve düşüncelerin sentezini yaptı. Bu düşünceleri vaazlarına ayrı bir renk, yepyeni bir boyut kattı.

    Fethullah Gülen Hocaefendi, Erzurum'da talebelik yaptığı yıllarda Bediüzzaman'ın yanından gelen Muzaffer Arslan'ın sohbetlerine katıldı ve risaleleri yakından tanıdı. Risaleler’le birlikte Bediüzzaman’ın yanında bulunmuş olan Muzaffer Arslan'ın bir sahabe hayatı yaşaması, sadeliği ve samimiyeti, kendisini adeta çarpmıştı. Ve sonraki günlerde bu sohbetlere katılmaya zevkle devam etti. 

    “Kırkıncı Hoca, bana, Selahattin ve Hatem'e, ‘Bediüzzaman Hazretleri’nin yanından birisi gelmiş, akşam sohbet yapacak, oraya gidelim' dedi. Teklifini hemen kabul ettik. Çünkü, Bediüzzaman'ın yanında bulunmuş bir insanı ilk defa görecektik. Bu da bizim için çok cazip ve orijinal bir hadiseydi. 

    Mehmet Şergil'in terzi dükkânına geldik. Burası, iki kilimden biraz daha genişçeydi. İlk gece veya ikinci gece orada bulunanlardan aklımda kalan isimlerden bazıları, Mehmet Şevket Eygi, Esat Keşafoğlu ve Osman Demirci'dir. Şevket Eygi, yedek subaylık yapıyordu. Esad Keşafoğlu ise o sırada üsteğmendi. Bediüzzaman Hazretleri, Muzaffer Arslan'a 'şark'ı bir dolaş gel' demiş o da Sivas, Erzincan ve Erzurum'u dolaşmaya gelmişti. 15 gün kadar Erzurum'da kaldı. İlk gece Hücumat-ı Sitte okundu. Ertesi gün Beşinci Şua'dan ders yapıldı. Bizimle gelen mollalardan bazıları, oradaki tevillere itiraz ettiler ve bir daha gelmediler. Fakat anlatılanlar beni iyice sarmıştı. Bilhassa Muzaffer Arslan'ın bir sahabe hayatı yaşaması, sadeliği ve samimiyeti bana çok tesir etti. Ben zaten sahabe aşığı bir insandım. Onu görünce, işte aradığım insanları buldum, dedim ve bir daha da ayrılmayı düşünmedim.
    Muzaffer Arslan'ın pantolonunun iki dizi de yamalıydı. Ceketi de işte ona göreydi. Tabii ki bu sadelik bana apayrı duygular ilham ediyordu. Ayrıca ibadette derinlik vardı. Namaz kılışları, dua edişleri bana bambaşka görünmüştü. Derse gelip gidenlerden Çiğdem Bakkal’ının sahibi bir Zeki Efendi vardı. Onun dua edişi de çok hoşuma giderdi. Yürekten dua etmesine bayılırdım. 

    Osman Hoca olsun, Sadi Efendi olsun, beni vazgeçirmek için çok uğraştılar. Bilhassa Osman Bektaş Hoca'nın gözde talebesiydim ve ilmine de itimadım vardı. Ancak Risaleler aleyhine konuştuğu şeyler bana hiç tesir etmemişti. Çok iyi sardırmıştım. Muzaffer Arslan orada bulunduğu müddet içinde her gün geldim. Zaten uğurlamak için tren istasyonuna beş kişi gelmiştik. Mehmed Şergil, Zeki Efendi, Kırkıncı Hoca, Hatem ve bir de ben.

    Ne kadar zaman geçti bilmiyorum; fakat kısa bir müddet zannediyorum. Üstad'tan Erzurum'a bir mektup geldi. Mektup kime hitaben yazılmıştı? Üstad bu mektubu kime dikte ettirmişti? hatırlamıyorum. Fakat selam gönderdiği isimler vardı. Sonunda da Fethullah ile Hatem'e de selam deniyordu. Ben adımın zikredildiğini duyunca ayaklarım yerden kesildi zannettim; o kadar sevinmiştim. Hayatımda o derece sevindiğim çok az vakidir. Şimdi o mektup nerdedir, kimdedir, onu da bilmiyorum. Ancak bu bana yetmişti. Sohbetlere gitmeyi bir daha terk etmedim.

    Bizim oralarda (Erzurum'da) 1001 hatim okunur. Yapılan her hatim için bir dua; bir de umum için bir dua yapılır. O sene yapılacak umumi dua Regaib Kandili'ne denk geldi. Hazırlandık ve Lala Paşa Camii’ne gittik. O gecelerde camide yer bulmak da zordur. Herkes birbirinin sırtına secde eder; cami bu kadar kalabalık olur.
    Ben caminin Hünkâr Mahviline çıktım. Namazdan sonra, içime bir arzu, bir iştiyak ve bir ateş düştü ki tarifi mümkün değil. Yana yakıla yalvarıyorum: 
    "Allah'ım! Bahtına düştüm, beni de bu arkadaşların arasına kat. Onlardan biri olayım. Bu hizmetle bütünleşeyim. Dıştan gelip giden insan olmayayım. Kendimi bu hizmete vakfedeyim.."
    O gün sabaha kadar yalvardım. Hayatımda böyle bir hal içinde duaya ya bir ya da iki kere muvaffak olabilmişimdir. Çığlık oldum inledim, sabaha kadar gözyaşı döktüm. O gün sadece Rabbimden bunu istedim..

    Sabah namazından önce Sadık Efendi vaaz verdi. O da çok hissî vaaz vermişti; ekseriyetle de öyle verirdi. Efendimiz, der dudağını yalardı. Öyle bir peygamber aşığı insandı. Onun vaazı da bana çok dokundu. Vaaz süresince de hep ağladım. Yırtınırcasına yine aynı duayı yaptım. Hatim duasından sonra da camiden çıktım.
    Tam caminin önünde Hatem Hoca beni arıyordu. Görünce koşarak yanıma geldi. "Bu gece rüyamda Üstad'ı gördüm. Sana "Tarihçe-i Hayat" taki mektubu yollamıştı. Bir de sana bir güveç dolusu ceviz gönderdi!" dedi.
    Ben o esnada nasıl ayakta durabildim hâlâ hayret ederim. Akşamki hicran dolu gözyaşlarım, şimdi beni sevincimden ağlatacaktı. Hislerime sahip olmaya çalıştım. O sırada Alvar İmamının dediklerini dedim:
    "Değildir bu bana layık bu bende, Bana bu lütf ile ihsan nedendir."
    Rüyada ceviz, yolculuk diye tabir edilir. İki üç ay önce gelen selam, benim bu akşamki ruh halim ve Hatem'in rüyası üst üste gelince; artık kendimi bu arkadaşlarla bütünleşmiş hissettim. Onlar nasıl kabul eder bilemem, fakat ben kendimi hep onlarla beraber bildim.”

    Hatem Hoca bu rüyasını şöyle anlatıyor:
    ‘Kandil gecesi bir müddet namaz kıldıktan sonra olduğum yerde uyuyup kalmışım. Üstad hazretleri bana fitre ölçeği olarak isimlendirdiğimiz bir kap verdi. İçinde ceviz dolu idi. ‘Bunu Fethullah’a ver…’ dedi.’

    Hocaefendi’nin yakın arkadaşı olan Kırkıncı Hoca, Fethullah Gülen Hocaefendi’yi şu şekilde anlatıyor:

    “Hocaefendi, bizden bin adım ileri attı. Hariçteki hizmetleri ile de milletimizin dışarıdaki itibarını artırdı…. Dünya zevkleri onu hiçbir zaman aldatmadı. İbadetine düşkündü, geceleri teheccüd namazını kılar ve secdeye kapanarak bu millet için dua ederdi. Dalalet ve sefahat girdabına düşen, dinî ve millî seciyelerini kaybeden gençlerimiz için ağlar ve necatları için halisane niyaz ederdi. İslamiyet'in neşr ve tebliğini farz telakki eder ve bunu ifaye çalışırdı. Bu çalışmasında da muvaffak oldu. Onun en bariz meziyetlerinden birisi de vatan ve milletini çok sevmesi idi. Kendisi için değil milleti için yaşar ve düşünürdü. O nedenle, onun hizmetlerini çekemeyenler, ona karşı olanlar memleketin, milletin dostu değil. Kendisine yapılan saldırılara rağmen azim ve sebatla, sabır ve tahammülle taviz vermeden davasını takip etti. Bir gün adaletin zulme, hakkın batıla galebe edeceğine inanıyordu. Fikir ve irfanla ve neşriyatla insaniyete hizmet etmeyi gaye edinmişti. Hoşgörü sahibi idi. Muhaliflerine bile katiyyen düşman nazarı ile bakmazdı. Hakikate muhalif hiçbir menfi harekette bulunmamıştır. Yüzlerce ve binlerce gencin fazilet ve irfanına vesile olmuştur. Bu ağır vazife, genç yaşta saçlarının ağarmasına sebep olmuştur." 

    Kırkıncı Hoca, “Hayatım- Hatıralarım” adlı anı eserinde risalelerin Hocaefendi üzerindeki etkisine şöyle değiniyor:

    “Feyz kaynağı olan Risale-i Nurları tahkik ve tetkik ettikten sonra Hocaefendi yepyeni bir hususiyet kazanmış oldu. Risale-i Nur’daki cevherler onun ruhunu alevlendiren bir mürşid-i azam oldu. Risale-i Nur’un rahle-i tedrisinde istidatlarını yoğurdu. Onun düsturlarını kendisine meslek ittihaz etti. Hocaefendi o cevherleri aşk mayası ile yoğurarak gençlerimize verme bahtiyarlığına erişti. Şimdi ise hizmeti bütün dünyanın gözlerini kamaştıracak bir hal aldı. Çağımızda iman ve İslam aksiyonunun müstesna temsilcilerinden biri oldu.” (Hayatım- Hatıralarım-sf:96- Zafer Yayınları)


    Bediüzzaman ve Risale-i Nurlar’ın Etkisi

    Fethullah Gülen Hocaefendi, kendi üzerinde derin etkiler bırakan Bediüzzaman Said Nursi ve Risale-i Nur’un farklılığını şu şekilde ortaya koymaktadır:
     “Ben Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) babamdan, annemden tevarüs ettiğim duygularla, düşüncelerle sımsıkı bağlıydım. Fakat Efendimizin insanlık çapında yaptığı şeyleri ister mucizatıyla, ister Reşhalarla Bediüzzaman'da gördüğüm zaman kendi kendime çocukluğumda şöyle dedim; 
    ‘Demek ki ben uzaktan bakıyormuşum. Uzaktan bana göz kırpan o yıldızlar, nerdeyse çocukların ellerini uzatıp yıldızları avlamaya çalışması gibi şimdi benim avlayacağım ufka girdi.’
    Meseleler Bediüzzaman'ı okuduktan sonra benim için daha inandırıcı olmuştur. Mesela yine Zat-ı ulûhiyet meselesine iki kere ikinin dört edeceğinden daha kesin bir kanaatin bende hâsıl olmasına sebep olduysa, Allah'ın kalbimde iman nurunu yakması onun rehberliğinde olduysa benim ona minnet duymam bir vecibedir.

    Üstad Bediüzzaman'ın, başka hiç kimsede görmediğim bir tespiti daha var; O, dünyanın üç yüzü bulunduğunu, bunlardan birincisinin esma-i ilâhiye, ikincisinin insanların hevesatlarına, üçüncüsünün de ahiret hayatının kazanılmasına baktığını söylüyor ki, gayet manidardır.

    Bediüzzaman'ı sadece bir kısım imanî meseleleri anlatan, bir kısım sorulara, şüphe ve tereddütlere cevap veren eserlerin yazarı olarak görür ve öyle değerlendirirsiniz; bu bir yanıyla doğru ama eksiktir. O, bu hususlar gibi daha bir kısım hizmet düsturları ile milletin önüne geçip hizmete yönlendiren önemli bir mürşittir. Evet, o bir hizmet dâhisi ve hakikat-i Ahmediye'nin de bir müfessiridir. O, hem Museviyet hakikatinin, hem Îseviyet ruhunun, hem de Muhammediyet gerçeğinin önemli bir temsilcisi ve çok geniş dairede hizmet veren bir hizmet eridir.

    Eğer Sa'd b. Muaz'ı asrımızda ille de birine benzetmek gerekirse, Bediüzzaman Said Nursî'ye benzetmek uygun olur zannediyorum. Çünkü onu çok vefâlı gördük. Kendisini, otuz yıllık hapis yıldırmamış ve on-on beş sene dağlarda yalnız bırakılması ve hiç kimsenin yanına sokulmaması ümitsiz kılmamıştır. Öyle rikkatime dokunur ki, o bir vesileyle, "Aylardan beri şu ormanda, ormancılar da ormana gelmediklerinden, bu dağın başında yapayalnızım." der. Sıkıntılı bir dönemde benim de tesellim bu oldu ve kendi kendime "Canım çıksın, benim yanımda iki kişi vardı, sense yapayalnızdın." dedim. O büyük insan, iki ay sonra Çam dağından iner ve ilk defa yanına bir adam sokulur; bu Sıddık Süleyman'dır. Onun kahramanlığını, bu davanın tarih yazarları unutmamalıdırlar. Çamurlara bata çıka gelirken, "Üstadım" der yanına sokulur. Ve ardından Hulusi Bey, Hüsrev Efendi, Tahirî Mutlu'lar derken yeni bir silsile-i zeheb oluşur. Evet, bütün bu hâdiseler onu yıldırmamış ve hiçbir şekilde dize getirememişti.
    Bir hayat boyu "garîbem, bîkesem, nâtuvanem, alîlem, zelîlem.." demiş, fakat daima eğilmeyen bir baş, bükülmeyen bir kamet olarak kalmıştı.

    Hiçbirimiz, Üstad'dan daha ileri bir seviyede hak ve hakikati anlatma, i'lâ-yı kelimetullah da bulunma gayreti içinde olamayız. Hiçbirimiz dine ve ülkeye hizmette onun kadar cehd, himmet ve meşguliyete sahip değiliz. O, bizim altından kalkamayacağımız hizmetlerinin yanında evrâd u ezkârında da hiç mi hiç kusur etmemiştir. En ağır şartlar altında Risaleleri yazmış, tashih etmiş, onları çoğaltıp her tarafa dağıtmış, talebe yetiştirmiş, ehli dünya ile yaka-paça olmuş, hapishanelerde gezmiş-dolaşmış, fakat evrâd u ezkârını hiç aksatmamıştır. Talebelerinin şehadetiyle o, gecelerde, göz kamaştıran bir huşû ile sabaha kadar ubudiyette bulunmuş; yaz-kış bu âdetini değiştirmemiş; teheccüd, münâcat ve evradlarını asla terk etmemiştir.

    Evet, o ömür boyu hep koşmuş durmuş ama, işi sadece evrâd u ezkâr olan bir insan diyebileceğimiz şekilde de bir zikir kahramanı olarak yaşamış; Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) bu asırdaki bir izdüşümü gibi davranmıştır.”

    “Üstad risalelerinde 'tarikatçı değilim' demiş. Fakat tarikat bir yolsa, Bediüzzaman Hazretleri’nin de bir yolu olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Çünkü kendisi de bir yolu olduğunu ifade etmiştir. Nakşiler’in yolunu ifade ederken: 
    ‘Der tariki nakşi bendi, lazım amed çarı terk, terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hesti, terk-i terk’ demiş. 
    Dünyayı, ukbayı terketmek. Yani, Allah mülahazasına kilitlenmek. Kendi özünü de terketmek, kendini de düşünmemek ve aynı zamanda bütün attığı bu şeyleri de düşünmemek. Ben şu fedakârlıkta bulundum, bu fedakârlıkta bulundum mülahazasını çıkarıp kafasından atmalı, atmayı da atmalı. Fakat insan sadece kalp ve ruh değil ki, cesedi de var. Kâmil velayet odur ki, ömür boyu insanın ruhuna refakat eden cesede de, o velayeti yaşatsın. Zaten sahabi velayeti de budur. Yani, insanın, bedenine ait şeyleri de onlara karşı bir vefa borcu olarak ruhunun yanında ebediyet âlemine taşıma gayreti. Üstad böyle bir yaklaşımla ele alır bu meseleyi. 

    Üstad, kendi mülahazalarını, ilk eserlerinde (Muhakemat, Lemaat) ifade ederken, çağın önemli velilerinden bir tanesi, (yanık şiirlerine bayıldığım bir zattır) ona diyor ki: 
    ‘Gel bir tarikatın başına geç, zamanın İmam-ı Rabbani’si ol.’ 
    O zatı yürekten alkışlıyorum, çok önemli bir basiret göstermiş. Bediüzzaman’ı görüp, ondaki istidat ve kabiliyeti keşfetmesi, engin bir ferasetin var olduğunu gösteriyor. Fakat Bediüzzaman’ın ona verdiği cevabı çok daha enteresan:
     ‘Evet, bu müesseseler mübarek müesseselerdir, fakat ben önümüzdeki yıllarda korkunç bir tehlike görüyorum ki, iman ciddi bir tehlikeye maruz kalacak, bütün himmeti imanı ikame etmeye sarfetmek, iman uğruna mücadele vermek lazım’ diyor.

    Küfrün küfranın ortalığı alıp götürdüğü, imansızlığın, ateizmin insanlığı iki büklüm ettiği bir dönemde, milleti sadece halkayı zikirlerle, hatme haceganlarla bir yere getirme herhalde zordu. Bu onlara karşı bir tavır alma değildi. 

    İslam’ın ruhi hayatı, sahabe yaklaşımıyla ele alınmalıdır. İmam-ı Rabbani bu hususda der ki: ‘Biz sahabi mesleğini ihya ediyoruz...’ Ancak tam anlamıyla sahabe mesleğinin ihyası Bediüzzaman’la gerçekleşmiştir. Şimdi böyle bir tecdid hareketinin, İslam’ın ruhi hayatından uzak olması, düşünülemez. Geceleri ruhbanlar gibi, ibadet aşığı bir hayat yaşayan sahabilerin, enfüsi hayatlarına karşı kapalı kalmak mümkün mü?
     ‘Hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalp ve ruhun derece-i hayatına gir’ der mesela Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde. İnsan olduğu yerde kalmamalıdır. İnsan-ı kamil olma cehdini göstermelidir. Ortaya koymalıdır. Risalelerde de bunu görmek mümkündür...”  

    “Risaleler bendeki taşkınlıkları zapt u rapt altına aldı”

    “Heyecanlı bir fıtratım. Nurları tanıdığım dönemde Kur'an'ın Latin harflerle yazılması Türkiye'nin gündemindeydi. Hemen kağıt kaleme sarıldım ve 'Ben de her mukaddesat sahibi gibi, içte dine tecavüz edenlere karşı içimin kükremesi ile fikrimde istihzar ettiğim birkaç sözü sunmakla bahtiyarım' diye başlayan üç sayfalık bir yazı yazdım. Arkadaşlar, bilhassa Kırkıncı Hoca hemen bu yazının Fetih Gazetesi’ne gönderilmesini istediler.
    Gönderip göndermediğimi hatırlamıyorum. Ancak babam bu yazıyı kendi defterine yazmış ve bazı yerlerde okumuştu. Avukat Sami Gobal da yazıyı beğenenlerdendi.
    Yaşım 16 veya 17 olmasına rağmen, İslam'ın aleyhinde gördüğüm bu düşünce beni feverana sevk etmişti. Kurşunlu Camii’nin önünde Kâfiye'yi ezberlerken sağa sola gider gelir ve dünyayı başparmağıma taksalar da çevirsem, diye hayal kurardım. Bütün bunlar ruhumda vardı. Risaleler bendeki taşkınlıkları zapt u rapt altına aldı. Çünkü o, bir sistem mesajıdır. İnsana makul hareket etmeyi telkin eden bir eserdir. Halbuki ruhum çok müteheyyiçtir.”




    11 Şub 2021 17:11
    YAZARIN SON YAZILARI