Aşık-ı Sâdık : Fethullah Gülen Hocaefendi

Tarık Burak

Tarık Burak

15 Şub 2019 12:44
  • Ey bu vefasız zamanın ‘metîn, sarsılmaz, sebatkâr, hâlis, sadık, fedakâr şakirtleri..’ diyen Bediüzzaman Said Nursi  ve Fethullah Gülen hocaefendi’nin arkasında her şeye rağmen ‘ben de varım!’ diyen Hizmet Gönüllüleri!

    Hizmetin bugünlere nasıl geldiğini anlatmak için bir sıra gözetmeksizin buraya taşıdığımız hatıralar sizlerin teveccühüne fazlasıyla mazhar oldu. Ve tanıdıklarımızdan ısrarla gelen talepler üzerine Fethullah Gülen Hocaefendi ve Hizmet ile ilgili hatıraları Hocaefendi’nin hayatı etrafında 1938’den başlayarak günümüze kadar bir yazı dizisi halinde yazmaya karar verdik. Bu yazı dizisi, 1-Bediüzzaman, 2- Fethullah Gülen Hocaefendi, 3- O dönemde dünyada cereyan eden hadiseler olmak üzere 3 boyutta ilerleyecek. Bu şekilde tarihi hadiseler ışığında Hocaefendi’nin hayatına ve Hizmet’e daha iyi bir perspektiften bakma imkanı olacağını ümit ediyoruz. Ayrıca, bu yazıların bugün yaşanan sürecin daha iyi anlaşılmasına vesile olacağını tahmin ediyoruz.

    Buhranlar içinde kıvranan nesillere çok yüce hedefler gösteren ve o istikamette motivelerini artırıp aşkla şevkle onları insanlığa hizmete yönlendiren Fethullah Gülen Hocaefendi kimdi?

    'Objektif konuşacak olursak, Gülen'le ilgili mühim olan şey… Gülen'in İslam ile modernliğin bağdaşabileceği ve nasıl dönüşüm sağlanabileceği hususundaki düşüncelerinin Orta Asya'da ve şimdi de Avrupa ve Amerika'da ne tür etkilere yol açtığını görmek. Hem İslam dünyasındaki hem de Batı'daki insanların Gülen'i, fikirlerini ve bunların yansımalarını bilmeleri önem arz ediyor.' (Prof. Dr. John Esposito, Zaman Gazetesi, 30 Nisan 2001).

       
    Birinci Bölüm

    Erzurum Yılları (1938  –  1959)

    Korucuk 
    Birinci Dünya Savaşı’ndan önce çok şiddetli bir deprem olmuştu. Korucuk Köyü’nde yıkılmadık bina kalmamıştı. Herkes harman yerinde yatıyor, kimse evine gidemiyordu. Halbuki kış bastırmış ve kar da yağmıştı. Bir gün, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin dedesi Şamil Ağa da harmana gidiyordu. Karşısına Mehmed Efendi çıktı. 
    Ona: 
    'Şamil Ağa! Nereye gidiyorsun?' diye sordu. 
    'Harmana' diye cevap verdi Şamil Ağa.
    'Git evinde yat! Bir tek taş dahi düşerse getir onu benim kafama çal' dedi. 
    Şamil Ağa şaşkınlık içinde:
    'Hoca niye?' diye sordu:
    'Bu gece bu köye Fahr-i Kâinat Efendimiz Aleyhissalatu Vesselam geldi. Arkasında Raşid Halifeler vardı. Hz. Ali'nin elinde ise birçok kazık bulunuyordu. Ben hemen koştum ve yanlarına vardım. Efendimiz Aleyhissalatu Vesselam bana dönerek:
    'Molla Muhammed! Bu köy senin mi?' diye sordu. 
    Ben de:
    'Evet ya Rasulallah! Benimdir.' dedim. 
    Bunun üzerine Fahr-i Kâinat Efendimiz, Hz. Ali'ye döndü ve:
    'Ya Ali! Bu köye de bir kazık çak, bir daha bu köy sallanmasın!' dedi. O da elindeki kazıklardan birini ovaya çaktı..'

    Ahirzamanda İ’lâ-yı Kelimetullah’ı ve Nam-ı Celili Muhammedî’yi (sallallahu aleyhi ve sellem) hakiki manasıyla yeniden yücelten ve on binlerce insanın yüreğine dert tohumları ekip dünyanın dört bir yanına gitmeye teşvik eden Fethullah Gülen Hocaefendi’nin doğduğu köydü burası. 

    Hocaefendi’nin doğduğu 60 hanelik Korucuk köyü, tarihi İpek Yolu üzerindeydi. İpek Yolu, Erzurum’a yirmi kilometre mesafedeki bu köyün tam ortasından geçiyordu. Bu yüzden, küçük bir köy olmasına rağmen Korucuk’ta 5-6 tane han vardı. Erzurum’u Kars’a bağlayan tren de köyün yakınından geçiyordu. Hasankale Ovası’nın merkezi geçiş noktasında yer aldığından Korucuk Köyü'nde bir jandarma karakolu da vardı. 

    1940’lı yıllarda Korucuk fakir bir köydü. Ağır hayat şartlarına rağmen burada yaşayanlar, daima ümitli, misafirperver ve sosyal hayatı canlı tutan bir ruha sahipti.  Köyde iki üç kahvehane vardı. Kahvehanelerde akşamları, Battal Gazi, Ahmediye, Muhammediye denilen kitaplar okunuyordu. 

    Fethullah Gülen Hocaefendi 
    Fethullah Gülen Hocaefendi, 10 Kasım 1938’de Erzurum’un Hasankale (Pasinler) İlçesinin Korucuk Köyü’nde dünyaya geldi. (Akşam, 12 Mart 1998 tarihli yazı dizisinden, fgülen.com) 
    Şamil Ağa ve Munise Hanım’ın ilk erkek torunuydu. 

    Ramiz Efendi, ilk erkek doğan evladına Muhammed Fethullah ismini verdi. Gönlündeki bu isim (Fethullah), Bediüzzaman’ın son dersini aldığı Muhammed Küfrevî Hazretleri’nin (“İlim zincirinde bana en son ve en mübarek dersi veren ve haddimden çok ziyade şefkatini gösteren, Hazreti Şeyh Muhammedü’l-Küfrevî’dir (Kuddise sirruh). (Barla Lâhikası, Risale-i Nur Külliyatı) silsilesinden gelen Şeyh Sırrı Efendi’nin oğlunun adıydı. 

    Doğduğu yıl Hocaefendi’yi nüfusa kaydettirmek üzere Hasankale nüfus müdürlüğüne gitti Ramiz Efendi. Ancak tek parti iktidarının hüküm sürdüğü o yıllarda nüfus memuru, içinde Allah ve peygamber lafzının geçtiği bu ismi beğenmeyip yazmak istemedi. “Ben bu ismi kaydetmem” dedi. Ramiz Efendi isim değişikliği teklifini reddetti ve kızarak nüfus kaydını yapmadan köye geri döndü.
     
    1938 yılları hem ülkemizde hem de dünyada felaket üstüne felaketlerin yaşandığı bir zaman dilimiydi. Bu zaman fitnesinin en tehlikeli tarafı, her türlü menfi düşüncenin ferdilikten çıkarak bir şahs-ı manevi olarak faaliyet göstermesiydi. 

    Türkiye Cumhuriyeti, on beş yaşındaydı. Ülke o yıllarda maddî-manevî yokluk ve kuraklık dönemlerinden geçiyordu. Anadolu insanı fedakârlığın son haddini de göstererek kurtardığı bu kutsal topraklarda din ve namusunu düşmanın çizmelerine çiğnetmemişti. Neyi varsa dinin kurtarılması için feda etmişti. Bu uğurda yıllarca bir lokma ekmek bulamayıp ot ve yapraklarla beslenmiş, bulduğu hayvan kemiklerini ve derilerini emmiş; kadınlar açlıktan ölmek üzere olan çocuklarına hiçbir şey bulamadıkları için köpek eti yedirmişlerdi. (M. Fethullah Gülen, Bornova Vaazı’ından, 5 Ekim 1979). 
     
    Ve bu fedakârlığın neticesi tam bir hüsrandı. “Din elden gidiyor!” diye yapılan savaşın üzerinden çok geçmemişti ki bu millet “Allahu Ekber, Allahu Ekber” sadasına hasret bırakılmıştı. İslâm’ın Batıdaki bu son kalesinde tam altı asır İslam’a hizmet etmiş olan bu hayırlı milletin kalbinden inancı sökmek için birtakım değişikliklere gidilmiş, yasalar çıkarılmıştı. Dini hayatı yasaklamaya yönelik çok vahim icraatlerdi bunlar. Dinî eğitim kaldırılmış, Osmanlıca yerine bir gecede latin harfleri konularak millet cahil bırakılmıştı. İnsanlar kendi kültürlerine karşı tamamen yabancılaştırılmıştı. Yasaklar, cezalar, gurbetler birbirini izliyordu. 
     
    Bu yasaklar ve keyfi uygulamalar, ülkenin dört bir yanında endişe, korku ve isyana neden oluyordu. 21 Mart 1937’de başlayan Dersim Ayaklanması, 13 Eylül 1937'de binlerce insanın katledilmesiyle bastırıldığı halde olayların üzerine hışımla gidilip şiddet uygulanması 1938'de ikinci bir isyanın fitilini ateşlemişti. Bu sefer daha da sert uygulanan ikinci askeri harekât ile çoğu aşiretler dere boylarında yok edilmiş ve bulundukları yerden sürülmüştü.. Harekât sonrası katledilen binlerce insanın yanında 100.000 kişi de yurtlarından mahrum edilmişti. 

    1938’lerdeki en büyük zulümlerden bir tanesi de Kur’ân-ı Kerîm’in yasaklanmasıydı. İngiliz Sömürge Bakanı William Gladstone’un “Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulundukça, biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapıp, ya Kur’ân’ı ortadan kaldırmalıyız veyahut da bütün Müslümanları Kur’ân’dan soğutmalıyız!” hayali gerçek olmaya başlamıştı: Kuran-ı Kerîm yasaklanmıştı ve namazlarda Türkçe mealinin okunması teşvik ediliyordu. 

    Bediüzzaman Said Nursî de bu fırtınada hedef haline getirilenler arasındaydı. Erek Dağı’nda inzivada iken Şeyh Said isyanı bahane edilerek oradan alınmış, uçsuz bucaksız bir belde olan Barla’ya, sonra da Eskişehir ve Kastamonu’ya (1936) sürgün edilmişti. Çünkü Üstad, devrin diğer âlimlerinden çok farklıydı. Çağın imansızlık hastalığına karşı akıl ve kalbi tam ikna edecek çareler ortaya koyuyordu. 

    İşte Hocaefendi, 1938’de doğduğu zaman Bediüzzaman Said Nursi, 62 yaşındaydı ve Kastamonu’daki sürgün hayatının ikinci yılında bulunuyordu. Burada kendisine uygulanan zulümlerin yanında, Bediüzzaman üç kez de çok ağır şekilde zehirlenmişti. 

    Yine bu yıllarda (1938) Suriye ve Fransa ile sorun olan Hatay ilinin bağımsızlığı ilan edilmiş, Cumhurbaşkanlığına da Tayfur Sökmen seçilmişti. (29 Haziran 1939'da Hatay tekrar Türkiye'ye katılma kararı alacaktı.) 

    Fethullah Gülen Hocaefendi’nin hayata gözlerini açtığı gün, ülkenin gelişen önemli bir hadisesi de 10 Kasım 1938’de Mustafa Kemal Atatürk’ün vefat etmiş olmasıydı. Bu gelişme üzerine, "İkinci Adam" İsmet İnönü, meclisin tek partisi olan CHP tarafından 11 Kasım 1938’de Cumhurbaşkanlığına seçildi. 
    Türkiye’nin toplam nüfusu 16,9 milyondu ve 1938’deki bütçesi sadece 250 milyon liraydı (195 milyon dolar).  

    İstanbul ve Ankara Üniversitesi olmak üzere bütün Türkiye’de, sadece iki üniversite vardı. Ülkenin her ilinde lise yoktu. Anadolu’nun çoğu yerinde elektrik olmadığı gibi hiçbir köyünde de elektrik ve telefon yoktu. İstanbul, Kayseri, Bursa’da birkaç bez fabrikası, bir şişe cam fabrikası ve İzmit’teki kâğıt fabrikasına sahipti Türkiye. Bu fabrikaların büyük kısmını da ancak Sovyetler Birliği’nin desteğiyle kurmuştu. Erzurum’dan Ankara’ya, ancak Trabzon ve Samsun yoluyla gidiliyordu. Erzincan üzerinden yol geçmiyordu. Anadolu illerini birbirine bağlayan yollar yoktu henüz.  

    Ülkenin içinde bulunduğu bütün zor şartlara rağmen, anne ve baba yönünden oldukça dindar, zeki ve hisleri itibariyle son derece gelişmiş bir yuvada büyüyordu Fethullah Gülen Hocaefendi. İslâm ruhunun çok canlı olarak yaşandığı bir ocaktı bu. Bu yuvada, Hocaefendi’nin kendi değerlendirme ve ifadeleriyle, bir ciddiyet, temkin, vakar ve dinî salâbet timsali olan büyükbaba Şamil Ağa, torunuyla sıkı bir gönül bağı içinde idi. Baba Ramiz Efendi, Türkiye'nin maddî-manevî yokluk ve kıtlık dönemlerinde küçük bir köyde yetişmiş olmasına rağmen, "Enderun terbiyesi almışçasına" asil, ilim âşığı, vaktini asla boşa geçirmez, kıvrak bir zekânın göstergesi olarak nüktedan ve dinine gönülden bağlı kerim bir zattı. Babaanne Mûnise Hanım, sessiz, durgun deryalar gibi derin ve engin, inanmayı ve Allah ile irtibatı her hal ve hareketiyle ortaya koyan örnek bir hanımefendiydi. Edirne Müdafii Şükrü Paşa ve Kurt İsmail Paşa’nın ailesinden gelen anneanne Hatice Hanım ise, her yanı ile bir nezahet âbidesiydi. Hatice Hanım’ın kızı ve Fethullah Gülen Hocaefendi'nin annesi Rafia Hanım, aynı şekilde, hem Hocaefendi’ye hem de köyün bütün kadınlarına Kur'ân öğreten bir şefkat ve deruniyet timsaliydi. 
    Aile dışından da Alvarlı Muhammed Lütfi Efendi’nin Hocaefendi üzerinde derin tesirleri olmuştu.

    Ahlât ve Seyyidler Soyu
    Fethullah Gülen Hocaefendi’nin anne ve baba tarafından büyük dedeleri hakkında hem şifahi hem de belgeye dayalı bilgiler mevcuttur. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Tapu Tahrir kayıtları, Kadı Sicilleri ve İçişleri Bakanlığı’na bağlı Nüfus Sicilleri’nde bu bilgilere kolaylıkla erişebiliyor. 




    Fethullah Gülen Hocaefendi’nin aile kayıtlarına ait arşiv belgeleri.

    15 Şub 2019 12:44
    YAZARIN SON YAZILARI