Aşık-ı Sâdık Fethullah Gülen Hocaefendi-50

Tarık Burak

Tarık Burak

11 Şub 2020 12:59

  • ‘Sineme hançer gibi saplanıyor!’ 


    Savcı Nuh Mete Yüksel ve onun arkasında olan karanlık bir yapı, Hocaefendi’yi ve onun şahsında bütün bir Hizmet hareketini mahkum edip yok etmek için 1999 yılının tamamında da hiç durmadan ısrarla ve hınçla çalışıyorlardı.  
    Bu arada, 1999 yılında ülke büyük bir felaketle sarsılıyordu. Türkiye'nin bu yüzyılda yaşadığı en büyük felaket, 17 Ağustos 1999’da yaşanan depremdi. Kocaeli, Sakarya, Çınarcık ve İstanbul'da hasara yol açan 7.4 şiddetindeki depremde resmi kayıtlara göre 17 bin, resmi olmayan rakamlara göre ise en az 40 bin civarında insanımız vefat etmişti. 
    Bundan kısa bir sonra ortaya çıkan Satanist dehşeti ise en az bu deprem kadar ülkenin gündemini alt üst etti. 19 Eylül 1999’da Ortaköy mezarlığında Satanist ayin yapmak amacıyla Şehriban C. isimli genç kızı öldüren isimli üç satanist yakalandı. Bu olayla birlikte kamuoyunda uzun süre satanizm konuşuldu. Bu olaydan üç gün sonra da Adana'da oturan ve satanist oldukları iddia edilen G. K. ve P. B. isimli iki genç kız da 22 Eylül 1999’da Mersin Erdemli'de inşaat halindeki bir binanın 13. katından kendilerini atıp, intihar ettiler. Ve satanizm bulaşıcı hastalık gibi özellikle büyük şehirlerdeki okullarda süratle yayılıyordu. Bu da insanlar üzerinde derin bir infial oluşturuyordu.   
    İşte ülkenin gençliği şeytanların ağında böyle debelenip dururken ne yazık ki onların ümidi olan Hizmet insanları uydurma suçlarla mahkum edilmeye çalışılıyordu.  
    “Türkiye Dünyanın İlham Kaynağı Olabilir”
    ABD Başkanı Bill Clinton, 1999 yılında Türkiye’yi ziyaret etti. 15 Kasım 1999 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada ABD Başkanı şunları söylüyordu: 
    “20. yüzyılı anlamak için, Türkiye’nin tarihi bir anahtardır. Ancak, ben inanıyorum ki, Türkiye’nin geleceği, önümüzdeki bin yılın ilk yüzyılının şekillenmesinde de son derece önemli bir rol oynayacaktır. Bugün, birkaç dakika ayırarak, buna neden böyle inandığımı anlatmak istiyorum. İnsanlar, harita çizebilmeye başladıklarından bu yana, Türkiye’nin coğrafyasının sabit gerçeklerine dikkat çekmişlerdir… Önümüzde imtihan edilmemiş yeni bir yüzyıl bulunmaktadır. Bu büyük bir fırsattır. Türkiye, daha fazlasını yapabilir. Sizin örneğinizle ve sizin çabanızla, Türkiye dünyanın ilham kaynağı olabilir.”
    Bugün düzmece darbe hadisesiyle Türkiye’nin, daha doğrusu ülke adına bu misyonu taşıyan gerçek ve samimi Hizmet gönüllülerinin yok edildiğini ve onların dünyaya ilham olma kaynağını kaybettiklerini düşünenler yanılıyorlar. Allah bugün bambaşka bir devreye eviriyor Hizmet hareketini. Bediüzzaman’ı yok etmek için onu bilmeden zorla vazife başına getirenler bugün de Hizmet sevdalılarını yine zulümleriyle bütün insanlığa hizmet etmeleri için bilmeden dünyaya sevk ettiler. Bu İlahi kaderin takdiriydi…  
    “Yeni bir Milenyum’un Eşiğinde” (1999)
    Hocaefendi, 1-8 Aralık 1999 tarihlerinde Güney Afrika’nın Cape Town şehrinde yapılan ve değişik inanç mensuplarının katıldığı toplantıya gönderdiği “Yeni bir Milenyum’un Eşiğinde” başlıklı mesajında şöyle diyordu: 
    “Bu milenyumda sözünü ettiğimiz baharın (inanç ve inanmışlar çağının) hazırlanmasında en büyük rol, kanaatim odur ki, Türkiye’ye (samimi gönüllere) ve Türki dünyaya düşecektir. ABD Başkanı Sayın Clinton’ın bu konuda sarf ettiği sözler, hangi maksada yönelik olursa olsun, sezilen ve kendisini göstermeye başlayan bir hakikatın ifadesinden başka bir şey değildir. O yüzden Türkiye (Hizmet gönüllüleri), tarihin yüklediği bu göreve göre kendisini dizayn etmek durumundadır. Yoksa tarihin coşkun akan seli, Allah korusun, önüne bizi de katıp götürebilir.”
    Hocaefendi, Bütün İnsanlığı Düşünüyor
    Fethullah Gülen Hocaefendi’nin derdi sadece Türkiye’deki insanlar değildi. 2000’li yılların başında kendisini ziyaret eden bir grup gazeteciyle görüşürken, “Burma’da 300.000 Müslüman var. Onlara vatandaşlık hakları, kimlikleri verilmiyor. Bu, içimde bir hicrandır” diyordu. 
    O görüşmede bulunan bir gazeteci bu bilgi üzerine hayretini şöyle dile getiriyordu: “Dış politika alanında çalışmama rağmen o güne kadar Burma’da 300.000 Müslüman olduğunu bilmiyordum.”
    Burma’daki ilk Türk okulları 2000 yılında açılmıştı ve buralarda okuyan öğrenci sayısı 700’dü. On binlerce insanın ölümüne yol açan Nergis Kasırgası 3 Mayıs 2008 günü Burma’yı vurduğunda, buradaki Türk okulunun 7 Burmalı öğrencisi, Türkçe olimpiyatları için İstanbul’daydı. 
    Küresel Dünyadaki Türk İşaretleri (2000)
    Bülent Ecevit’in gözünde, Hocaefendi’nin ilham verdiği yurtdışındaki Türk okulları çok büyük bir projeydi. 2000 yılının Ocak ayında İsviçre’nin Davos kentinde yapılan Dünya Ekonomik Forumu toplantısının ilk gününde Ecevit, başbakan olarak yabancılara Türkiye’yi anlatırken; o tarihte 34 ülkede açılmış olan Türk kolejleri ve 39 ayrı ülkedeki Türk şirketleri için “küresel dünyadaki Türk işaretleri” deyimini kullandı.
    Başbakan Ecevit, aynı yılın Şubat ayında Romanya ve Arnavutluk’a gittiğinde, Arnavutluk Cumhurbaşkanı Recep Meydani’nin 1996’da Türk kolejinde fizik öğretmenliği yaptığını öğrendi. Cumhurbaşkanı ve bakanların çocukları bu okullarda okuyordu. Ecevit Romanya’da şöyle diyordu: “Yurtdışındaki Türk okullarının varlığından kıvanç duyuyorum. Bunu her vesileyle belirtmeyi bir borç biliyorum.” Aynı yılın Mart ayında Hindistan’a gittiğinde Yeni Delhi Havaalanı’nda Türk okulunun Sih, Budist, Hindu ve Müslüman öğrencileri tarafından karşılanan Ecevit, bu okullara büyük önem vermesinin sebebini bir konuşmasında şöyle anlatıyor: “Osmanlı döneminde Avrupa’nın yaklaşık yarısı, Kuzey Afrika’nın tamamı, Ortadoğu ve Kafkasya’nın büyük bir kısmını Osmanlılar yönettiği halde, Batı Trakya ve Bulgaristan dışında Türkçe bilinmiyordu.”
    Her Mesele ‘Ben’de Başlar, ‘Ben’de Biter
    Fethullah Gülen Hocaefendi, 31 Mayıs 2000 tarihli bir sohbetinde şöyle diyordu: “Günümüzde Müslüman olanlar veya Müslümanlıklarını yeni keşfedenler, ne hikmetse hemen radikalizme kayıyor. Siyasi veya toplumsal sahaya yöneliyorlar. Halbuki bütün mesele ‘ben’de (insanda) başlar, ‘ben’de (insanda) biter.”
    Bu yüzden dünyada reform isteyenler başta kendilerini değiştirmelidir. Önce kendi iç dünyalarındaki nefret, garaz ve kıskançlıktan arınmalı ve dış dünyalarını her türlü erdemle süslemeliler ki diğer insanları daha iyi bir dünyaya götürecek yola taşıyabilsinler.
    Hocaefendi’ye göre başkalarının hatalarına karşı gözsüz, kulaksız ve dilsiz olabilmek bu erdemlerdendir. Birinin bir ayıbını örtmek, ona atlas elbise giydirmekten daha hayırlıdır. Bütün insanları müsamahayla kucaklamayan bir kişi af görme liyakatini yitirmiştir. Başkalarını affetmeyenin af beklemeye hakkı yoktur. Derecesine göre herkese karşı saygılı olmayan saygı göremez. Herkesi sevmeyen sevilmeye layık değildir.
    Kaldı ki, Allah kimseyi insanların kusur ve günahlarını ortaya çıkarmak için görevlendirmemiştir. Hiç kimse yeryüzünde Allah’ın savcısı olmadığı gibi yol ayrımında durmuş trafik memuru da değildir. Allan bizi ne cehennemin ateşçisi ne de cennetin kapıcısı yapmıştır. Kişi başkalarının kusurlarını görmemek için âdeta gözlerine mil sürmeli, duymamak için âdeta kulaklarına kurşun dökmelidir. İnsan, başkasından gördüğü kötülükleri, bilgisayarının hafızasındaki gereksiz dosyaları siler gibi kafasından silip atmalıdır.”
    Okullar Türkiye’nin İtibarını Yükseltiyor
    22-23 Haziran 2000 tarihlerinde Ankara’da devlet konukevi olarak faaliyet gösteren Ankara Palas’ta bir toplantı yapıldı. Dışişleri Bakanı İsmail Cem başkanlığında yapılan toplantının katılımcıları Orta Asya ve Kafkasya’da görev yapan Türk büyükelçilerdi. 
    Toplantıda ortaya çıkan ortak görüş, 3 Eylül 2000 tarihli Cumhuriyet gazetesinde şöyle yer aldı:
    ‘Bu ülkedeki Türk okulları yüksek eğitim kaliteleriyle Türk imajının yayılması ve yerleşmesi açısından yararlıdır. Okullar bu ülke toplumlarında itibar görüyor. Bu ülkelerin üst düzey yöneticileri çocuklarını bu okullara gönderiyorlar.’
    Hizmet, Türkiye Aleyhindeki Fikirleri Düzeltti 
    Yurtdışında açılan hizmet kurumlarıyla birlikte Türkiye hakkındaki olumsuz kanaatler değişmeye başladı. Sibirya’da yayımlanan Viremya gazetesinin Rus bayan muhabiri Elena Vetrova, 13 Ocak 2001 günü şunları yazıyordu:
    “Bizde, yani Rus halkı içinde, Türk kelimesinin neden kırıcı ve insanı küçük düşürücü bir kelime olduğunu anlamıyorum. Küçükken okulda kompozisyon yazdığımız zaman eğer kötü yazarsak bize “Seni gidi Türk” diyorlar ve iki veriyorlardı. Evde yaramazlık yapınca annemiz, babamız bize, “Seni Türklere vereceğim” diyorlardı. Ve o zamanlarda Türkleri çok kötü tanıyorduk. Ne zamanki bizlere daima kötü olarak anlatılan bu Türkler buraya geldi, o zaman biz onları daha yakından tanımaya başladık…”
    Hüzünlü Gurbet
    Hocaefendi’nin ABD’nin Pennsylvania eyaletindeki ilk iki yılı, tam bir yalnızlık içinde geçti. Bu süre içinde evden sadece üç dört defa çıktı, bu çıkışlarında da hastaneye gitti. Çiftliğin içinde doğal bir gölet olmasına rağmen Hocaefendi, birkaç yıl o göletin yanına bir defa bile gitmedi. 2003 yılında kendisini ziyaret eden avukatları Abdülkadir Aksoy ve Feti Ün’e bahçedeki gölü gösterip, “Buraya geldim geleli şu gölün yanına belki iki sefer gittim, gitmedim” diyordu.
    Her zaman yemek sofrasında da kalabalık insanlarla bir arada olmayı seven Hocaefendi’nin yanındaki insanların tamamı ancak yedi sekiz kişiydi. 2001 yılında kendisini ziyaret eden ECA şirketinin CEO’sunun, “Hocam güneşe hasret kalmışsınız, lütfen birlikte dışarı çıkalım” demesi üzerine Hocaefendi, misafirini kırmadı ve göletin kenarına kadar birlikte yürüdüler. Hocaefendi, ilk defa o gün evin 200 metre kadar aşağısında yer alan küçük çayın ve göletin yanına indi.
    2001 yılından itibaren Hocaefendi’yi rahatlatan tek şey, Samanyolu televizyonunun ABD’de yayına başlamasıydı. O yılın ramazan ayına doğru Türkiye’yi televizyondan izleme imkanı bulan Hocaefendi, iftardan önce salonda televizyonu açıyor, ekrandaki insan manzaraları, İstanbul görüntüleri, camilere akın eden insanlar karşısında sürekli ağlıyordu. Bu dönemde öylesine duygularının etkisindeydi ki, Türkiye’den nadiren de olsa gelen ziyaretçilerini uğurladıktan sonra salonda bir saat kadar üzüntüyle oturuyor, odasına geçmesi hayli zaman alıyordu.
    Hocaefendi, 2001 yılı Ağustos ayı ile 2002 Eylül ayları arasında tam bir sene yazı yazamadı. 
    1999 Mart’ından beri 2,5 yıl boyunca Hocaefendi’nin konuşmalarını ve sesini duymayan insanlar için 2001 yılı sonları bir dönem noktası oldu. Hocaefendi’nin yanında bulunan birkaç talebesi internet üzerinden “herkul.org”  sitesini açtılar. Bu sitede 2001 Aralık ayından itibaren ilk önce Hocaefendi’nin yaptığı günlük sohbetlerin bir bölümü metin olarak yayınlandı. Ancak siteye öylesine bir ilgi yaşandı ki, Hocaefendi’nin konuşmaları sesli olarak da yayınlanmaya başlandı.
    Hocaefendi ile onu sevenler arasında bu site üzerinden bir bağ oluştu. Pennsylvania’ya yüzlerce mektup yağmaya başladı. Hocaefendi, başlangıçta sohbetlerin sesli olarak yayınlanmasına karşı çıktı, ancak gelen mektuplar ve mesajlar karşısında bu ısrarından vazgeçti. Dünyanın dört bir tarafından gelen mektuplarda insanlar Hocaefendi’ye, “Artık her hafta sizden haber alıyoruz. Artık yanınızdaymışız gibi sizi dinliyoruz” diyorlardı. 
    ‘Ben’ Davasından Geçmiş Nesil
    Hocaefendi, 23 Kasım 2001 günü yaptığı sohbette şöyle diyordu: “Vasiyetim olsun. Elinizden geldiğince çevrenizi kendi benliğinden, egosundan uzaklaştırmaya çalışın. Eğer bir gün o ideal nesil, ütopyalarda resmedilen nesil gelecekse, bencilliği olmayan ‘ben’ davasından geçmiş, eneyi (benliği) bırakmış, tevhidi (birliği) yakalamış nesil olacaktır.”
    “Günümüzde insanı egoizme sevk eden öyle unsurlar var ki, Allah’ı hiç hesaba katan yok. Bu çağ bencillik çağıdır” diyen Hocaefendi, oysa bir insanın Allah’ın kendisine verdiği en küçük nimet karşısında bile sema yapan bir Mevlevi gibi başı dönerek cezbeye gelmesi ve bu nimeti kendisine Allah’ın verdiğini unutmaması gerektiğini vurguluyordu. “Ama ego, âdeta insanın içindeki bir hırsız gibidir ve insana bunları unutturur.” 
    Türk Aydınlarından Beklediği İtiraz
    Hocaefendi’nin Abd’deki yılları ilerlerdikçe kullandığı ilaç sayısı da artıyordu. 20’yi aşkın ilaç kullanıyordu. Kendi ismi ve Hizmet etrafında estirilen fırtınalardan rahatsızdı. 
    Nuh Mete Yüksel’in açtığı dava, Hocaefendi için en büyük üzüntü kaynaklarından biriydi. Başlangıçtaki eğilimi davayla hiç ilgilenmemek biçimindeydi. Özellikle Türkiye’de demokrasinin eksiksiz işlemesi için yıllardır mücadele veren aydınların bu davaya itiraz etmelerini bekliyordu. 
    Hocaefendi’yi derinden yaralayan şey, aslında Türkiye’deki bir zihniyet mücadelesi olarak gördüğü davanın, “Fethullah Gülen Davası”na dönüşmesiydi. Oysa sanık sandalyesinde yargılanan kendisi değil, Türk halkının neredeyse tamamı tarafından hayat tarzı olarak benimsenen değerlerdi. Savcı Yüksel, aslında kendisi üzerinden bu değerleri yargılıyordu. Hocaefendi’nin beklediği itiraz sesi, insanların mahkeme önüne toplanıp gösteri yapması değildi. Bu, onun hayatı boyunca karşı çıktığı bir olguydu. Onun beklediği ses, Türk aydınlarındandı. Bazı insanların “umursamaz” tavırları onu üzüyordu.
    Hocaefendi, gurbet diyarında çok yalnız kalmasının yanında bir de mevcut hastalıklarıyla mücadele ediyordu. Ramazan ayı geldiğinde ne kadar ağır hasta da olsa oruca ara vermediğinden oldukça halsiz düşüyordu. Doktoru, “Oruç tutmanız tehlikeli olabilir. Şeker krizi ve kanın pıhtılaşmasına bağlı damar tıkanıklığı ihtimali var” dediğinde şu cevabı veriyordu: “Doktor Bey oruç tutmazsam o zaman zaten ölürüm.” 
    Hocaefendi, gün boyunca ani şeker düşmesinin yol açacağı hipoglisemi tehlikesine karşı “glucagon” iğnesini masasında bulunduruyordu. Bu tehlikeyi orucunu bozmadan iğnesiz atlatıp iftarını açınca, hem iftarda hem de sahurda ani şeker yükselmesini engellemek için insülin iğnesi kullanıyordu. Üstelik o günlerde sağ omzundan parmaklarına kadar inen ağrıya “nöropati” teşhisi konulmuştu. Kol ağrıları birkaç yıldır vardı, ama son aylarda şiddetlenmişti. Ağrıları bazen dayanılmaz boyutlarda oluyordu. Sağ kolunda şiddetli ağrılar vardı. Parmaklarını tam bükemiyor, ellerini kullanırken acı çekiyordu. Sağ elini kullanamaması, yazılarını yazamamasına yol açıyor, yıllardır hep yazı faaliyetiyle uğraşmış bir kişi olarak ona ayrıca sıkıntı veriyordu. Aldığı küçük notları yanındaki bir öğrencisine dikte ettirip iki üç yazısını öyle tamamlayabiliyordu. 
    Hocaefendi, 19 Kasım 2001’de, davada kendisine yöneltilen ithamlar için şöyle diyordu: “Bütün duam, bütün ıstırabım, insanların Allah’ı bulması, O’na inanması yolundadır. Her gün yana yakıla dua ediyorum: Allah’ım insanlar seni tanısın, sana inansın diye dua ediyorum. O kadar ki bunun için her gün birkaç defa ölüp ölüp dirilmeye razıyım. Bunu anlamayanlar, insanlığın ıstırabını bir defa olsun ruhlarında duymamış olanlar kalkıyor sizin ıstırabınızı, derdinizi, çabanızı başka mecralarda görmek istiyorlar. Devletmiş, hükümetmiş, siyasetmiş… Beni Türkiye’yi ele geçirmeye çalışmakla suçluyorlar. Ben dünyevi hiçbir şeye talip değilim. Dünyanın sultanlığını teklif etseler, gözümü o tarafa çevirip bakmam. Bu türden suçlamalar karşısında “ya Rabbi, acaba sana kullukta, senin rızan istikametinde bir şeyler yapmaya çalışırken hata mı ettim, ihlasta kusurum mu oldu da hayatımda hiç düşünmediğim rüyalarıma bile girmemiş ve hülyasını da kurmadığım gayelerle beni suçluyorlar?.. Marjinal bir grup tarafından kandırılıp Türkiye’nin aydınlık geleceğini karartma hususunda onlarla beraber çalışanlara hayret ediyorum… Acaba on binlerce kilometre uzakta İstiklal Marşımızın okunması, siyahi çocukların bile Türkçe konuşması kimlerin hoşuna gitmez; milli kültürümüzün tanıtılması ve temsil edilmesi kimleri rahatsız eder sorusunu bir kerecik olsun sormayan ve vicdanındaki cevabı dile getirmeyen kendi insanımıza kırgınım… Ben bu hastalıklı halimle hayatımın son yıllarını yaşadığımı düşünüyorum… Hiç çekinmeden kalkar mahkemeye de çıkar, bütün dünyanın duyacağı şekilde bana yapılan hakaretleri, yapanların yüzlerine vurabilirdim. Ne var ki bugün yapılması gereken bu değildir… Herkesin kavgaya kilitlendiği bir zamanda, nefsimize yapılan ne olursa olsun, katlanmak mecburiyetinde olduğumuz kanaatindeyim… Üzerimizde çiçeklerin bitmesi için gübreliğe razı olmalıyız. Hakkımızda herkesin yaptığı iftiraya, suçlamaya, attığı çamura cevap verecek değiliz. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur…”
    O günlerde Hocaefendi’nin ziyaretçilerinden biri, 1986’daki Burdur olayı sırasında avukatlığını yapan Muhammed Emin Özkan’dı. Avukat Özkan, “Hocam mahkemeye çıkıp bütün gerçekleri Türkiye’nin önünde haykırmanızı isterdim” deyince Hocaefendi, çok sevdiği yazar Nurettin Topçu’nun İsyan Ahlakı kitabını hatırlatarak, “Topçu’nun orada söylediği gibi çıkıp haykırabilirim. Ama bugün yapılması gereken bu değil” cevabını verdi. Hocaefendi, “Oligarşik bir azınlığın bulandırdığı ülke huzuruna bir çomak da biz sokmamalıyız” diyordu.  
    Hocaefendi’nin 31 Mart 2002 günü kalp krizi geçirmesinde muhtemelen yaşadığı bütün bu sıkıntıların etkisi vardı. Artık merdivenleri de doğru dürüst çıkamıyor, çoğu günler hasta yatağa düşüyordu:
    “Öteden beri kalp atışlarımda bir düzensizlik hissediyordum. Ama bu son yaşadığım farklı bir şey. Son günlerde çok sıkılmıştım. Birkaç mesele oldu ki âdeta belimi büktü… Ümmeti Muhammed’in (İslam âleminin) çektikleri, sineme bir hançer gibi saplanıyor… Dünyanın çeşitli yerlerinde Müslümanlara yapılan eziyet ve işkenceler kalbimin ritmini bozdu. Filistin’deki masum insanlara reva görülen eza ve cefa ise bütün bütün kolumu kanadımı kırdı. Duadan başka elimizden bir şey gelmemesi ruhumu derinden hırpaladı. Ve zaten büyük oranda damarları tıkalı olan kalp, bu kadar acıya tahammül edemedi… Ayrıca din adına yapıldığı söylenerek içine düşülen yanlışlıklar da belimi büküyor. Mesela, Filistin halkı her kesimiyle çok sıkıntılı günler geçirse bile intihar saldırıları doğru değildir. Hedefi ve kimin öleceği belli olmayan saldırılara girişmek, üzerine bombalar bağlayarak hiçbir şeyden habersiz masum insanlar arasında pimi çekmek Müslümanca bir hareket olamaz… O gece uyuyamadım. Gece boyunca kıvrandım. Sabah kalkınca birden şiddetli ter boşaldı. Eskiden izordil alınca o sıkışıklık geçiyordu. Yine izordil aldım ama geçmek ya da azalmak yerine kalp atışlarındaki düzensizlik iyice arttı. Hastanede de çok sıkıldım. Hayli zor günler yaşadım. Fakat Allah’a karşı hiç şikâyetçi değilim. Yaşım 64. Allah bu yaşa kadar getirdi. Çok güzel insanlar, çok samimi dostlar tanıdım… Bundan sonra ise artık son günlerimi bu şekilde hasta olarak geçireceğimi kabullendim… Her şeye rağmen Allah’a sonsuz şükrediyorum… Senelerdir çok çeşitli rahatsızlıklar geçirdim. Ama şu son geçirdiğim kalp krizi beni bütün bütün ötelere (ahirete) bağladı. Artık söylediğim cümleleri son sözlerim olarak görüyor ve öyle telaffuz ediyorum. Son anlarımı yaşadığım ve ahirete açılan koridora iyice yaklaştığım hissi var içimde… Gözlerime öbür âlemin şafağı attı.”
    Hocaefendi, hastalıkların kendisini nasıl yorduğunu anlatırken, “Beş yaşından beri hiç terk etmediğim namazımı dahi oturarak kılıyorum” diyordu. “O ilk krizi atlatsam da kalp ve şeker gibi rahatsızlıklarım devam ediyor. Günde birkaç defa kan şekerimi kontrol ediyor ve kalp atışlarımın ritmini dinlettirmek zorunda kalıyorum. Bazı ekstradan aldıklarım hariç, her gün 25-30 adet ilaç kullanıyorum. O kadar ilacın vücutta hasıl edeceği komplikasyonlar bile bir insanı yatağa düşürmeye yeterlidir. Fakat yatakta olmaktan, hatta uykuyu biraz fazla kaçırmaktan hayatım boyu iğrenmişimdir. Bu sebeple uzun süre yatakta kalmaktan sıkılıyor ve yarım oturarak da olsa bir iki arkadaşın bulunduğu bir mekânda olmayı tercih ediyorum… Bugünkü gibi hayatımın her gününü sıkıntı, acı ve ıstırap yudumlayarak, her biri kalbimi durduracak büyüklükte üç dört defa şok yaşayarak; bir ilacın tesiri bitmeden bir diğerini almak zorunda kalarak geçirsem de, ben dünyevi lezzetleri hatta cenneti değil, her şeye rağmen dinime ve milletime hizmeti tercih ederim. Uzun yaşamak değil benim muradım. Her geceyi bu son gecemdir diye bekliyorum. Ama dünyaya bir hizmet diyarı nazarıyla bakıyor ve hayatta kaldığım müddetçe de bu bakışın gereğini yapmaya çalışıyorum… Bazı problemler vardı ki bunlara aylarca ağladığımı biliyorum. Maruz kalanların göğüsleyemeyeceği şokları onlar adına ve peşi peşine ben yaşadım, hâlâ yaşıyorum.” 
    Hakkında yayınlanan çeşitli haberler de Hocaefendi’yi derinden üzmüştü. Gazetelerde yayımlanan yazılarda Müslümanlığı bile sorgulanıyordu. Mesela, İran’da ortaya çıkmış Şiiliğin bir kolu olan Batınilik akımına mensup olduğu öne sürülüyordu. Hocaefendi o günlerde: “Bir ömür boyu milletin ihyası adına çalışıp ardından bir cani gibi yargılanmak da bana çok ağır geliyor… Vatanımın bir karış toprağını cennetlere değişmem. Yurduma dönsem de artık orada uzun kalabileceğimi zannetmiyorum. Bu durumda olmak da bana çok dokunuyor ve vatanımdan uzaklık âdeta içimi kanatıyor.” diyordu. 
    Hocaefendi, ABD’de olduğundan Türk medyasında aleyhinde çıkan haberlerin çoğundan haberdar değildi. Özellikle doktorları, internet üzerinden de olsa bu haberlerin çoğunu ona yansıtmıyordu. Daha sonra yürütülen fitne ateşinin boyutunu öğrendiğinde ise Hocaefendi, “Meğer neler olmuş” sözleriyle hayretini ortaya koydu.
    Hocaefendi, Hizmet aleyhindeki yayınlara karşılık, 1999’dan itibaren yaşananları Türk halkına doğru biçimde yansıttığına inandığı bazı yayın organlarına gözyaşları içinde bir mektup yazdı. Mektubunda, “Bu, milletin davasıydı. Siz sahip çıktınız” diyordu.


    11 Şub 2020 12:59
    YAZARIN SON YAZILARI