Peygamberliği anlayamayınca

Prof. Dr. Osman Şahin

Prof. Dr. Osman Şahin

05 Haz 2025 23:33
  •  

    Günümüz insanının en büyük problemlerinden bir tanesi de peygamberleri ve peygamberlik hakikatini doğru anlamamalarıdır. Bu yüzden böyle insanların peygamberler eliyle gönderilen mesajlardan tam istifadeleri mümkün olmaz.

     

    Bugün özellikle tarihsellik düşüncesine takılan insanlar peygamberleri sıradan ve sadece vahyi alıp getirmekle sorumlu -haşa- bir postacı gibi gördüklerinden dolayı çok büyük sapmalar ve savrulmalar yaşamaktadırlar.

     

    Bunlar ayrıca Kur’an ile gelen mesajların asıl olarak geldiği zamana ve topluma hitap ettiğini iddia ettiklerinden, bütün âlemlere ve zamanlara hitap eden O evrensel mesajdan nasiplenemezler. Böyle olunca, bunların dalalet vadilerinde gezinmekten başka da bir şansları kalmaz.

     

    Şu gelen ayetler bu acı gerçekleri çok güzel bir şekilde resmetmektedirler: 

    Şunu unutma ki: Sen, ne kadar arzu etsen de insanların çoğu iman etmezler. Hâlbuki sen bu tebliğ karşılığında onlardan herhangi bir ücret de istemiyorsun. Kur’ân, bütün âlemler için ancak bir öğüttür, evrensel bir mesajdır. Göklerde ve yerde Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini gösteren nice deliller vardır ki, onlar sürekli şahit oldukları/uğrayıp durdukları hâlde yüz çevirip geçer giderler. (Bu âyetler üzerinde düşünmezler ve onlardan ibret almazlar.)” (12/103-105)

     

    Fethullah Gülen Hocaefendi, bu ayetlerin tefsirinde peygamber ocağında yetişmiş evlatların bile fenalıklara sapmasından hareketle, beşerin tabiatında meydana gelebilen sapmaların varlığına dikkat çekmekte ve ayrıca peygamberlerin üzerlerine düşeni yaptıktan sonra neticeyi Allah’a bırakma hususundaki hassasiyetlerine dikkat çekmektedirler.

     

    Onlar kendilerini helak edercesine insanların hidayeti için çırpınmalarına rağmen bir o kadar da Allah’ın iradesine saygılı davranıp hidayetin Allah’a ait olduğunu ve ona karışamayacaklarını bilirler.

     

    Sonrasında, peygamberlik hakikatini anlamamıza yardımcı olacak çok önemli hususlar nazarımıza verilmektedir. Her şeyden önce bilinmesi gereken şey, peygamberlerin, Cenab-ı Hakk’ın hususi bir donanımla yarattığı seçkin kullar olduklarıdır:

     

    Evet peygamberler, Cenab-ı Hakk’ın hususi bir donanımla yarattığı seçkin (mustafeyne’l-ahyâr) kullarıdır. Bu sebeple onlar planlarını kendileri belirlemez, kendi düşüncelerine göre bir sevdanın arkasına düşmezler. Onlar bedenen bizimle yaşayan, aynı toprağa ayak basan fakat aynı zamanda fizik ötesiyle irtibata geçen, tabiatın ötesinden mesaj alan, bizim ulaşamadığımız yerlerden haber getirip bize bizim dilimizle sunan seçilmiş zatlardır.” (Kur'ân'ın Sihirli Ufku Yusuf Sûresi)

     

     İşte bu zatlar bu hususi donanımlarını kendi şahsi dava ve düşünceleri doğrultusunda asla kullanmazlar. Vahiyle ne emrolundularsa onu yerine getirirler. O yüzden onlar hakkında diğer insanlar için kullanılan sıfatları kullanırken dikkatli olmalıdır:

     

    Peygamberler kendi davalarına kilitlenirler. Aslında sorumluluklarına kilitlenirler demek daha uygundur. Çünkü dava kelimesi; ideali, mefkureyi, gaye-i hayali çağrıştırır. Esasında peygamberler şahsî bir gaye-i hayali takip etmezler. Onlar Allah’ın onlara yüklediği sorumlulukları hakkıyla yerine getirirler. Hakiki mahiyetiyle Peygamberliği temsil ederler.

     

    Dolayısıyla o seçkin zatlara mefkure, gaye-i hayal, dava veya ideal insanı denmez. Çünkü peygamberlik vazifesinin mahiyetine göre bunlar çok küçük kalır. Fakat bazen bir sıfat eklemesi de yaparak mesela “Engin bir gaye-i hayali vardı.” denebilir. Bunda da bir mahzur yoktur.” (Kur'ân'ın Sihirli Ufku Yusuf Sûresi)

     

    Peygamberlerin tek bir meseleleri vardır, o da insanların hidayete ermelerini, aradaki engelleri ortadan kaldırmak suretiyle onların Allah’la buluşmasını sağlamaktır. Onlar, iman nurunun kalplerde tutuşturulması işini ancak Allah’ın yapacağının şuur ve bilinciyle hareket ederler ama bu konuda da hırs derecesinde bir gayret ortaya koyarlar.

     

    İnsanların hidayetleri için pozitif manasıyla en büyük hırsa sahip insan ise hazreti Muhammed Mustafa’dır (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât):

     

    “İnsanlığın hidayetini isteme konusunda Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) apayrı bir yeri vardır. Zira o, miraca yükselmiş, ulvi âlemleri görmüş, Firdevsleri müşahede etmiş, Allah’ın huzuruyla müşerref olmuş, sonra da ümmeti için dönüp geri gelmiştir.

     

    O’nun ümmetine duyduğu alâkayı ve hırsı anlamamız gerekir. Hırs tabiri, genelde olumsuz mânâda kullanılır ama burada Kur’ân’ın kullandığı gibi olumlu mânâda kullanılabilir. Onun hırsı, Allah rızası istikametinde ve Allah’ın tanınması içindi. Bu yolda gösterilecek hırs makbul bir hırstır.

     

    Evet Efendimiz’de ümmetine ve insanlığa karşı hırs derecesinde bir ilgi vardı. Buna mukaddes hırs da denebilir. Tattığını başkalarına da tattırma, onları da kendi ufkuna ulaştırma hırsı. Kur’ân iki ayrı âyette O’nun bu hırsını ifade ederken, “Neredeyse kendini helak edeceksin!” buyurur.

     

    Fakat bununla beraber o, Allah’ın takdirine de son derece bağlı ve saygılıydı. Vazifesini, takatinin son sınırına kadar yerine getiriyor ancak gerisini Allah’ın hidayetine havale ediyordu. Şu an sadedinde olduğumuz âyette ise Allah ona vakayı gösteriyor, realiteyi nazara veriyor ve “Ne kadar hırslı olsan da çoğu inanmaz.” buyuruyor. Bu, vazifeden vazgeçirme değil, vazifeyi eda ederken realiteleri göz önünde bulundurma tembihidir.” (Kur'ân'ın Sihirli Ufku Yusuf Sûresi)

     

    Ayet “Sen hırs göstersen de insanların çoğu inanmazlar” beşeri, insani bir realiteyi nazara vermektedir. Hizmet insanları da bu realitenin farkında olarak hareket etmelidirler. Bu uğurda canla başla ve her türlü fedakârlığı göze alarak çalışmalılar ve işin neticesine karışmamalıdırlar:

     

    “Kur’ân’a kulak kesilip ondan bu tembihi almış olan günümüzün irşat erlerine düşen vazife, altının, gümüşün, zebercedin, yakutun ve benzeri dünyevî şeylerin peşine düşüp ömür tüketmek değildir. Onlar âlî şeylerin peşine düşmeli, yüksek hedefler için ağ açmalı, pusuya yatmalı ve hep yüksekleri avlamaya çalışmalıdırlar.

     

    Gerekirse amelelik yapmalı, taş kırmalı, tarlalarda, fabrikalarda çalışmalı fakat her fırsatta dert ve davalarını muhtaç gönüllere ulaştırmanın gayreti ile yaşamalılar. Bu yolda çeşitli alternatifler üretmeli, farklı projeler geliştirmeli, ölesiye bir gayret ortaya koymalı fakat işin neticesini daima Allah’a bırakmalılar. Zira kalblere hükmeden O’dur. Hidayeti yaratacak olan da O’dur. İşin bu kısmında kulların bir tesiri söz konusu değildir.” (Kur'ân'ın Sihirli Ufku Yusuf Sûresi)

     

    Bu şuur ve bilinçle hareket eden Hizmet erlerinin buradan almaları gereken önemli bir ders de hizmetlerinin karşılığında hiçbir beklentiye girmemeleri ve bir ücret almamalarıdır:

     

    “Kur’ân, bütün âlemler için bir ders, hatırlatma ve ikazdır. Kur’ân’ın mesajını insanlara ulaştırmak kıymetler üstü bir vazifedir. Böyle büyük bir hizmetten dolayı hususi bir ücret istenilmez. Bu hizmetin ücretini ancak onu bize emanet eden, bir vazife olarak yükleyen Zât verebilir.

     

    Kur’ân’ın değişik yerlerinde sık sık görüldüğü gibi burada da peygamberlerin hususi karakterlerinden birine dikkat çekiliyor: Peygamberler yaptıkları hizmetler karşılığında insanlardan dünyalık bir şey istememişlerdir. Peygamber vârisleri de istememelidirler. Bütün tebliğ ve irşat erlerinin, bunu bir sabite olarak hayatlarının merkezine koyup gönülden benimsemeleri gerekir.” (Kur'ân'ın Sihirli Ufku Yusuf Sûresi)

     

    Ayette geçen yemürrün” kelimesi (masdarı ‘mürur’ dur) uğrayıp geçmek anlamına gelir ve insanların çoğunun kâinatta Allah’ın varlığını ve birliğini anlatan delillere karşı umursamaz ve lakayt bir tavır içerisinde olduklarına işaret eder. Onlar had ve hesaba gelmez bu deliller üzerinde tefekkür edip düşünmezler, sadece onlara bakıp geçer giderler ve bu yüzden de Allah’a, Resul’üne ve ahiret gününe inanmazlar:

     

    “Esasen insanın bu hâli bir boşluktur ve insan, kendindeki bu zaafa karşı ikaz ediliyor. Umursamama, kâle almama, düşünmeme, bakıp geçme şeklinde beliren bu boşluğa yakın körlüğü de denebilir.

     

    Bazı insanlar hem peygambere hem de kâinata karşı yakın körlüğü yaşarlar. İçlerinden çıkan peygambere karşı kayıtsız kalırlar. “Elimizin altındaydı”, “yanımızdaydı”, “aynı dairedeydik”, “aynı halkadaydık”, “dününü, bugününü biliriz” diye düşünür ve o seçkin insanların farklı, müstesna konumunu takdir etmezler. En tehlikeli körlük de budur. Bu körlük sebebiyledir ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanların gözünün önünde yetişmiş ve o yüce ahlakıyla tanınmış olmasına rağmen, müşrikler O’nu bir peygamber olarak kabul etmeye yanaşmamışlar ve yıllarca O’na karşı amansız bir düşmanlığa girişmişlerdir.” (Kur'ân'ın Sihirli Ufku Yusuf Sûresi)


    05 Haz 2025 23:33
    YAZARIN SON YAZILARI