İslam-devlet ilişkisini yeniden düşünmek-4

Mevlüt Karakaplan

Mevlüt Karakaplan

04 Nis 2019 17:03
  • HİLAFET VE SİYASETİN TEKELİNDE BİR DİN ANLAYIŞI

    Bir önceki yazıda halifeliğin farklı anlamlar yüklenerek İslam'a uygun yönünü kaybedip anlam değişikliğine uğradığına değinmiştik. 

    Bu konuda ''Sahabe Dönemi İktidar Kavgası'' isimli çalışmasında Ahmet Akbulut önemli bir tespitte bulunur: Ona göre Hz. Peygamber zamanında dinin güdümünde olan siyaset, maalesef sonraki hilafetle ilgili ortaya çıkan gelişmelerle dine egemen olmaya başlamıştır. Bu gerçeği Müslümanların büyük çoğunluğu henüz kavrayamamış ve Müslüman geleneği bu açıdan "entelektüel" anlamda dindar aydını yetiştirememiştir. Daha doğrusu Müslüman geçmişimiz Hz. Peygamber'den sonra din, siyaset ve ilim alanlarında denge kurma işini başaramamıştır. Bu tespiti destekler mahiyette bir ifade ile Mevlüt Uyanık ise şöyle der:  

    ''Öncelikle Müslümanların çağlarını doğru algılayıp yaşamalarının önündeki en büyük engelin tespiti gerekir. Bu, Müslüman toplumların yaşadıkları tarihin ve o tarihin içinde yarattıkları kültürün ayrı olduğu gerçeğini unutarak, bu ayrımı analiz edecek yerde,  onunla hiçbir alakası olmayan ve menkıbelere dayanan yanlış ve deforme edilmiş bir tarih bilinci üretilmesinden kaynaklanmaktadır''.

    Maalesef tarihsel gelişimin insanların dini algılama biçimlerini zaman içerisinde değiştirme gibi bir özelliği vardır. Hz. Peygamber'den kısa bir süre sonra bu sapmayı bariz bir şekilde tarih bize ispat eder. Emeviler döneminden bu yana, yöneticiler meşruiyetlerini bu tür bir tarih bilinciyle temin ettiler; din adına ve kamu menfaati için siyaset yaptıklarını söylediler, bireysel halifeliği kutsallaştırarak siyasal kurumsallaşmayı ailevi-kabilevi hilafete dönüştürdüler ve bunu din adına yaptılar. Zamanla sonraki İslam devletlerinde de bu sistem ve yönetim biçimi giderek daha fazla şekillendi ve yerleşti. Sonraki Müslüman devletler fethettiği eski imparatorluklara benzemeye ve Hz. Peygamber'in Medine'deki cemaatine olan benzerliğinden uzaklaşmaya yöneldi. İslam'ın özünden koparak gerçekleşen bu sapmayı Bernard Lewis gibi Müslüman olmayan birinin fark etmesi ve fakat Müslümanların fark edememesi dikkate değer bir noktadır.

    Dört halifeden sonra iktidar katıksız bir mülk haline gelmiştir. Emeviler'in iktidara gelmesiyle dine bağlı devlet yerine devlete bağlı din anlayışı hâkim olmuş ve günümüze kadar devam etmiştir. Maalesef hem Emeviler'de hem de Abbasilerde siyaset kanunun üstünde tutulmuş, politik gayeleri gerçekleştirmek için Allah tarafından tayin buyrulan hudutlara tecavüz etmede pek mahzur görülmemiştir. Aslında saltanatın bulaştığı bütün İslam devletlerinde durum budur. Emeviler'le başlayan yozlaşma, yerini Abbasiler döneminde İran ve Bizans'ın da etkisinde kalarak daha farklı anlayışlara bıraktı. Niyazi Kahveci'nin de belirttiği gibi Ebu Yusuf'un yorumunda, imamı dini önder değil de yönetici olarak kabul eden "imam halkın çobanıdır" anlayışı, daha da sakıncalı bir anlama ulaşarak İslam öncesi fars hükümet teorisinden alan ve Hıristiyanlıktaki Papavari fonksiyonu ifade eden  "imam, Allah'ın yeryüzündeki gölgesidir (zillullah)'' düşüncesine evrildi. Bu anlayışla kişi her durumda imama itaat etmek zorunda bırakıldı.

    İslam'da çok ehemmiyet verilen ve devletin önemli bir düsturu olan "şura" kavra mı da büyük değişime uğratılmıştır. Bu ilkenin peygamber ve dört halifeden sonra "şekil yönünden" ayrılıp gerçek manada uygulandığı pek iddia edilemez. Mesela şura uygulanıyor gözükse bile ve hükümdardan aksi bir karar çıkmış olsa bile uygulanacak karar çoğunlukta hükümdarın kararıdır. Yani tarihsel süreçte uygulama çoğunlukta böyle olmuştur. Şura'nın gerçek anlamda uygulanma iddiası ispata muhtaçtır. Oysa Kuran'ın şura meselesine verdiği önem ortadadır (Şura 38 vb. ayetler). Şura modern devletin taşıması gereken en önemli ilkelerden birisi olduğunu da hatırlatalım. Çünkü devlet yönetenlerden yetki devralır ve buna uygun hareket etmek zorundadır. Bu konuda  J.J. Rousseau, devleti ayakta tutan temelin yöneten ile yönetilen arasında, "iktidarın öngördüğü konularda halkın itaat etmesine karşılık, yönetenlerin halkın çıkarlarını gözetmesi" şeklinde yapılan bir anlaşma olduğunu söyler. Ancak yönetimler, yöneten ve yönetilen arasında yapılan anlaşmanın boyutları konusunda ve bu anlaşmanın daha çok yönetenden yana mı yoksa yönetilenlerden yana mı olduğu konusunda değişiklik arz eder. İslam âlimleri de sağlam bir fıtratın ve İslam'daki kesinlik kazanmış değerlerin gölgesinde böyle bir anlaşmanın gerekli olduğu sonucuna varmışlardır ve özellikle ilk dönem seçimleri (Hulefa-i Raşidin) bu mantıkla bizzat fiili olarak uygulanmıştır. Yapılan biatler de bu anlaşmanın gereğidir. Bu tür bir anlaşma tarzının İslam'a göre yönetilenlerden çok, yöneten üzerinde bağlayıcı etkisi olduğu açıktır. 

    Neticede Raşit halifeler dönemindeki İslam'ın tanıdığı ve şart koştuğu temel insan hakları ve özgürlükleri, bu devrin sona ermesiyle rafa kalktı. Hukuk hâkimiyetinin yerini daha çok keyfiliğin ve zorbalığın aldığı bu dönemlerde temel insan hak ve özgürlükleri de büyük darbe aldı. Mesela bu dönemde haklı bir sebebe dayanmadan insanların mallarına el konuyor ve öldürülüyorlardı. Doğal olarak yönetim de, daha çok sorgulayıp hak arayan bir toplum yerine boyun eğip itaat eden bir "sürü" oluşturmaya çalışıyordu. Bu yönetimleri onaylamayan, resmi görüş ve düşünceleri paylaşmayan, en ufak detaylar da bile muhalefet eden kişilere hayat hakkı tanınmıyordu.

    Her ne kadar çoğunluk yönetim anlayışındaki değişimin başlangıcını Emeviler'le gerçekleştiğini söylese de Ahmet Akbar bu değişimin başlangıcını biraz daha öne çeker. Ona göre Hilafet konusundaki ilk farklılık,  Pers İmparatorluğunun İslam'a girdiği hazreti Ömer'in hilafeti döneminde gerçekleşti ve mezhepçi bir ayrıma dönüştü. İranlılar beraberinde, tıpkı İslam dünyasının diğer kısımlarından gelen insanların yaptığı gibi, birçok geleneklerini ve ulusal gururlarını da getirdiler. Kültür ve zekâdan yoksun gerici kabileler olarak küçümsedikleri Araplar tarafından yeni mağlup edilmişlerdi. Yeni dinlerinde Hz. Ali ile özdeşleşmek onlara mantıklı göründü. Çünkü bu bağ, onların hem üstünlük duygularını korumalarını, hem de kendilerine Sünnilerin egemenliğindeki İslam dünyası içinde de ezilen bir azınlık olarak görmelerini sağlıyordu. Zamanla sosyolojik farklılıklar dini ibadetlere de yansıyarak yerine getirme biçimlerini etkiledi.

    Sonuçta halifelik İslam'la özdeşleşti ve hali hazırda İslami bir yönetim biçimi olarak düşünülmektedir. Oysa İslam, Allah'ın insana seslenmesi, ona mesaj iletmesidir. Bu mesajı evrensel olduğu oranda, ilkeleri de evrenseldir. Ali Bulaç'ın da öne sürdüğü gibi İnsan, birey ve toplumsal olayların genel doğası değişmediğine, değişen şeylerin nicelik, ilişkiler biçimi ve araçlar olduğuna göre İslam da evrensel, külli ve nihai ilkeleriyle bütün zamanlar için yol gösterici olma özelliğini koruyacaktır. Ancak maddi ve toplumsal şartlar her değiştiğinde -ki bu kaçınılmazdır -İslam'ın uygulama biçimlerine uygun pratiği ve bu pratiğe dayalı kimi yapıları değişecektir. İçine düşülen hata ilkeler ile uygulama, yani Kur'an ile fıkıh arasında gerekli ayrımın yapılamamasından kaynaklanmaktadır. İmam Gazzali'nin de belirttiği gibi, siyasette, toplumda asayiş sağlanıp dini ve uhrevi görevlerin yerine getirilmesine imkan veren sosyal bir imkan sağlandı mı maksat hasıl olur. Söz konusu siyasetin dini bir rengi olması gerekmez. Bundan dolayı devlet otoritesi ile halkı yönetme anlamına gelen siyaset birinci derecede bir din ilmi değildir ve böyleymiş gibi sunularak İslam'ın siyasallaşmasına imkân vermemek gerekir.

    Tarihi süreçte din ve geleneğin nasıl tek kaynak halinde algılandığı konusunda gelecek yazıda devam edeceğiz.

    Mevlüt KARAKAPLAN 
     @mevlutkk13
    04 Nis 2019 17:03
    YAZARIN SON YAZILARI