İmanda kemale eren mü'min

Mehmet Ali Şengül

Mehmet Ali Şengül

03 Şub 2018 02:07
  • Îmanda kemâle eren mü’min, huzur ve güveni temsil eder. Huzur ve güveni temsil eden insanlar,  kimseyi incitmez, kırmaz, rencide etmezler. Herkese insan nazarıyla bakarlar.  İnsan, Allah’ın hârika bir sanatı olması itibariyle, ona saygı duymak  îmana  ayrı bir buud kazandırır. Hakîkî, kâmil,  gerçek mânâda mü’min zulmetmediği gibi, zulme uğramakta istemez.
         
    Bütün Peygamberler ve onların yolunda olan büyük zâtlar, topluma ve insanlığa yararlı, faydalı iş yapan herkes, dünyâda maddî  olarak rahat yüzü görmemiş, hep çile ve ızdırap çekmişlerdir. 
         
    Belâ ve musîbetler insanların seviyesine göredir. İnsanlığın iftihar  Tablosu Efendimiz (sav) ‘Belânın en çetini, en zorlusu başta enbiyâlara, sonra derecesine göre diğer insanlara gelmiştir’ (Râmûz’ul Ehâdis ) buyurmuşlardır. 

    Hz.İbrahim (as) insanları Allah’a îmana davet ettiğinden dolayı Nemrut tarafından ateşe atılmış, fakat emr-i İlâhi ile ateş O’nu yakmamıştır. Hz.Yusuf (as) önce kardeşleri tarafında kuyuya atılmış ama, su O’nu boğmamış, bir inâyet-i İlâhi  vesilesiyle kuyudan kurtulmuştur.  Ardından kral tarafından zindana konulmuş ama, sonra Allah O’nu Mısır’a azîz yapmıştır. 

    Hz.Yunus (as) kavmine gelme ihtimali olan belâ ve musîbetin endişesinden uzaklaşarak bindiği gemide kur’a neticesi denize atılmış, sonra balık tarafında yutulmuş ama, Allah’ın denizaltı gemisi hükmüne getirdiği balık O’nu sâhil-i selâmete çıkarmıştır. Hz.Zekeriyya (as) testere ile biçilmiş, Hz.İsa (as), çarmıha gerilmek ve bu şekilde öldürülmek istenmiş ama, muvaffak olunamamıştır. 

    Efendimiz Hz.Muhammed (sav); her türlü hakâret, çile ve işkencelere mâruz kalmış, yoluna envâ-i türlü ölüm tuzakları kurulmuş ama, hiçbirisinde hasımlarına Allah fırsat vermemiş hep yolunu açmıştır. İlk dönemler itibariyle Allah Resûlü’ne îman eden nice garipler, akla hayale gelmedik sıkıntılara mâruz kalmışlar ve neticede doğup büyüdüğü yerden hicret etmek zorunda bırakılmışlardır. 

    Fakat, belâ ve musîbet hiçbir zaman istenmez ve istenmemelidir. Zirâ Rabbimiz Kur’an-ı Mûciz-ül Beyan’da, “Bazıları da, ‘Ey bizim kerim Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver ve bizi Cehennem ateşinden koru’ derler.”(2/201) ilâh-i beyânında buyurduğu gibi, hem dünya hem de âhiret için Allah’tan sıhhat ve âfiyet istenmelidir.

    Aynı zamanda hiç kimse Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemelidir. Cenab-ı Hakk Zûmer suresi 53.ayette; “De ki: ‘Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah dilerse bütün günahları mağfiret eder. Çünkü O, gafûr ve rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsânı fazladır)’ emir buyurmaktadır.

    Temkinli ve dikkatli olma, dikkatli yaşama tasavvufta en son mertebedir. Temkin teyakkuz’dan çok ileri seviyededir. Efendimiz (sav), peygamber olmadan evvel yaşadığı toplum içinde, Muhammed-ül Emîn olmasına rağmen, nübüvvetle şereflendikten sonra O’na (sav) her türlü kötülüğü  yaptılar.

    Bu yapılan kötülüklere karşı, ilk andan itibaren hiçbir tereddüt geçirmeden îman edip teslim olan Hz.Ebubekir es-Sıddık (ra) sıkıntılara göğüs germiş, ölümü göze alarak O’na kötülük yapanların önüne geçip ‘Yapamazsınız’ demiştir. 

    Mü’min’i âl-i Firavun’da (Âsiye vâlidemizin kardeşi) Hz.Mûsâ’ya (as) karşı kollarını germiş, Firavun’un kötülük yapmasına mâni olmuştur. Mü’min’i âl-i Firavun, ölüm tehlikesi kapısına gelip dayanınca da, ‘hâlimi Allah’a havâle ediyorum’ demiştir. “Allah onu, o kâfirlerin tuzaklarının şerrinden korudu. Firavun hanedânını da kötü azap kuşatıverdi.” (Mü’min suresi, 45)  Bizler de hâlimizi, her şeyi gören ve herşeyin sahibi olan Allah’a havale ediyor, O’nun inâyetine sığınıyoruz.

    Emr-i İlâhi ile ana vazifesi insanlığa Hakkı tebliğ olan Peygamber Efendimiz (sav), insanların yaratılış gâyesine uygun yaşamalarını sağlamak için her türlü fedâkârlığı yapıyor, yaşatmayı yaşamadan daha evlâ buluyordu.  Ve bu hususdan huzur duyuyordu. Efendimiz’in (sav);  Cennetin bütün güzellikleri ayaklarının altına serilmiş, Cemâlullah’a muhatap olmuş olmasına rağmen, Mîrâc‘dan dönüp gelmesinin mânâsı da bu idi. 

    İnsanlığın iftihar tablosu Efendimiz (sav), dünyânın her türlü ezâ ve cefâsına katlanmayı göze alarak, Mîrac’da müşâhade ettiği o güzellikleri bırakıp ümmetini de oraya götürebilmek için dünyâya geri gelmişti. Böyle bir Peygamber’in arkasında O’na ümmet olma şerefine mazhar olduğumuzun farkında olmamız ve ona göre hayâtımızı tanzim etmemiz gerekmektedir.

    İnad-ı küfrî ve nifak içinde olan insanlar, Efendimiz’in ve dâvây-ı İslâm’ın karşısına dikilmiş olsalar da; nice insanlar  onun dâvetine icâbet etmiş, inandıkları ve hak bildikleri dâvây-ı İslâm yolunda maddî mânevî her türlü fedâkârlığı göstererek O’na (sav) sahip çıkmışlardır.
     
    Mâdeni altın olan, kavmi tarafından çok sevilip îtimat edilen Yahudi âlimi Abdullah İbn-i Selâm (ra) gibi akıl, iz’an ve şuur sahibi nice insanlar, Efendimiz’i (sav) görünce, ‘Vallâhi bu sîmâda yalan yok!’ deyip, O’na (sav) teslim olmuşlardır.
    Hak âşığı Alvarlı Muhammed Lutfî Efendi ne güzel söylemiştir:
          ‘Sen Mevlâ’yı sevende, Mevlâ seni sevmez mi?
           Rızâsına ivende, rızâsını vermez mi?
           Sen Hakkın kapısında, canlar fedâ eylesen;
           Emrince hizmet etsen, Allah ecrini vermez mi?
           Sular gibi çağlasan, Eyyûb gibi ağlasan,
           Ciğer-gâhın dağlasan, ahvâlini sormaz mı?’

    Dîni, kendi hevâ ve hevesine göre yorumlayıp zorlaştıran, hisleri ile hareket edip ağırlaştıranlar, hiç bir zaman başarılı olamamış, dâima yenik duruma düşmüşlerdir. Efendimiz (sav); ‘Kolaylaştırın zorlaştırmayın! Müjdeleyin nefret ettirmeyin!’  (Buharî) ferman buyurmuşlardır.

    ‘Büyüklerde büyüklük alâmeti tevâzu ve mahviyettir. Küçüklerde küçüklük emâresi de kibir ve enâniyettir.’ Bir insan dâvâya gönülden bağlanmamışsa; enâniyetin kurbanı olmaktan kurtulamaz. İnsan zaman zaman nefsine yenik düşebilir. Makâm, mansıb, para, şan, şöhret, şehvet, ulemâ-i benâm olma gibi dünyânın câzibeleri, insanı tesir altına alabilir. Ama, bütün bu nefsine yenik düştüğü şeyler öbür âlemde karşısına çıkacak ve insanı utandıracaktır.

    Bakara suresi 220. Ayette Cenâb-ı Hak; “...Allah kimin iyileştirme gâyesi güttüğünü, kimin de işi bozmayı düşündüğünü pek iyi bilir. Şâyet Allah dileseydi sizi zora koşardı. Muhakkak ki Allah üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sâhibidir” buyurmaktadır.

    Kâmil mü’min, misyonerlik yapmamalı, îmânının güzelliklerini tavır ve davranışlarıyla sergilemelidir. Dili, dini, rengi ne olursa olsun, insanlara insanca tavır ve davranış içinde bulunmalıdır. Bizim vazifemiz model olmaktır. Kimseyi dîn kisvesi altında aldatmamak ve hiç bir şeye dîni alet etmemektir. Böyle olunca insanlar, mü’minin şahsında Allah ve Resûlü’nü seveceklerdir. 

    Evet, mü’min bakıldığı zaman Allah’ı ve Resûlüllah’ı hatırlatmalı, insanlara güven telkin etmeli, ‘yemin ederim ki, bu insan bizi aldatmaz’ dedirtmelidir. Dünyânın neresinde olursa olsun insanlar, bu güven ve îtimat telkin edenleri sevmekte, ev kapılarıyla beraber gönül dünyalarını da onlara açmakta ve bağırlarına basmaktadırlar. 

    Hâlis, kâmil mü’min, hayâtını takvâ dâiresi içinde yürütmeye çalışır.  Külfetleri fedâkarlıklarla zararsız hâle getirme gayreti içinde olur. Temsil ettikleri dâvây-ı İslâm’ı gelecek nesillere arızasız devredebilmek için, meşru olarak yaptıkları her işlerini ortak akıl ve şurâ ile yaparken, fedâkarlık ruhunu öne çıkarmak suretiyle aile, toplum ve topyekün insanlığın mutluluk ve huzuru adına fevkalâde gayret gösterir.

    Gönlü vefâ ve sadâkât dolu kâmil mü’min, yolunu kesip kendisine hayat hakkı tanımayan ve ortadan kaldırmak isteyenlere bile şefkâtle kucak açar, merhametle muamelede bulunur. Böylece hasımlarının bile âhiretini kurtarma gayreti içinde çırpınır.

    Gerçek mânâda kâmil mü’minlerin tarih boyu hasımları ve düşmanları hiçbir zaman eksik olmamıştır. Buna rağmen, Allah murat etmeden hiçbir kimse de zarar verememiştir. Onun için mü’minler, birbiriyle olan muâmelelerini ihlâs, samimiyet, vefâ ve sadâkat esaslarına bağlı olarak şurâ ile yürütmeli, huzur-u İlâhîde mahcup duruma düşmemelidirler.

    Nice büyüklerimizin nasihatlerinde olduğu gibi, Hâlid-i Bağdâdî hazretleri de; ‘Eviniz arabanız olmasın! Siyasetten sakının. Her türlü dünyâ nimetlerinden mahrum bırakılır iseniz, gerekirse mâbedlerde, sürekli Allah’ın anıldığı mekanlarda yatıp kalkın. Makâmın, şöhretin âlâsına değil, amelin ihlâs ve âlâsına tâlip olun.’ tavsiyesinde bulunmuştur.

    İmanda kemâle eren mü’minlerin; Kur’an-ı Kerim ve sünnet ile amel etmeleri, tatili olmayan şeytan ve âvânelerinin ve nefs-i emmârenin tuzağına düşmemeleri, ‘sırran tenevveret’ ruhuyla ve ‘talattuf’  şuuruyla hareket etmeleri  gerekmektedir.
    Yoksa zemin çok kaygan, virajlar çok keskin, dağlar aşılmaz deryâlar geçilmez gibi görünmektedir. Ama, güç ve kuvvet Allah’a aittir. Kalpleri evirip çeviren de O’dur. Dilerse kışı bahar, geceyi gündüz yapar. Seyyiatları hasenâta tebdil eder. 
    Dolayısıyla, imanda kemâle eren mü’minler ye’se düşmezler, ümitle şahlanıp üzerlerine düşen vazifelerini yaparlar, icraat-ı İlâhiye’ye karışmazlar. ‘Tevekkeltü alallah’ der, rızay-ı İlâhiyi gözetirler.

    Mehmet Ali Şengül
    03 Şub 2018 02:07
    YAZARIN SON YAZILARI