Gergerlioğlu ve kadın protestolarının ardından

Kamil Ergin

Kamil Ergin

26 Mar 2021 12:55
  • Hepinizin malumu, son yıllarda dünya konjonktüründe bir takım sosyal ve siyasi gelişmeler yaşanıyor. Örneğin, dünya genelinde zorla yerinden edilen insan sayısı rekor bir artışla 100 milyona yaklaştı. Tiranların tehditlerine karşı bireyler ve ulus devletler kendi tedbirlerini alma yolunu seçti. Küreselleşme ile diyaloğun artacağını ve sınırların kalkacağını umuyorken bir de baktık ki karşı setler örülüyor. İlim, irfan ve sevginin dört bir tarafa yayılacağını hayal ederken kötülüğün ve bencilliğin sınır tanımadığına şahit olduk.

    Türkiye’de yaşanan hadiseler hayatlarımıza yön verirken mağdurlar açısından batı dünyasına entegre olmayı zorunlu kılıyor. Bir yandan yaralarımızı sararken diğer yandan yeni bir kimliğin inşası gibi zorlu süreçlerin içindeyiz. Üstüne, mağduriyetlerimizi anlatmak ve aramızdaki birliği yeniden tesis etmek gibi önceliklerimiz var. Tüm bunlar yaşanırken, yetiştiğimiz kültür ortamının etkisiyle -çoğumuz itibariyle- halen geleneklere bağımlı haldeyiz. Oysa sosyal medya devrimi sayesinde iletişim ve bilgi paylaşımı anlayışımız 10 yıl öncesine kıyas bile edilemez. Bulut teknolojisi ve mobil uygulamalar baş döndüren bir hızla yaşama ve iş yapma biçimimizi yeniden dizayn ediyor.

    Gelinen coğrafyalarda yaş, cinsiyet ve etnik kökene bakılmaksızın girişken, açık fikirli, şeffaf ve üretken bireylerin nasıl ödüllendirildiğini ve toplumu yükselttiğini görüyoruz. Türkiye ve benzeri üçüncü dünya ülkelerinde halen mümkün değil; ancak fikir özgürlüğünün olduğu batı ülkelerinde sesini duyurmanın yolu ürkek ve cılız bir duruşla başkalarına ait hikayeler anlatmak yerine kimliğini ve cesaretini ortaya koyup bireysel insiyatif almaktan geçiyor. Halbuki biz, erkeğin ve grup liderinin baskın olduğu, liyakatten ziyade tayinle iş gören, bireysel girişim yerine hiyerarşiden gelen bilgi ve yönlendirme ile cemaat halinde yol yürümeye alışkın bir topluluk idik. Bu yönüyle belki de Jön Türklerin yaklaşık bir asır önce yaşadığı aydınlanmayı biz şimdilerde yaşıyoruz.

    Kısacası zulüm devam ederken birçok insanın güven bunalımı yaşadığı, bakışlarının bulanarak daireye mesafeli yaklaştığı yeni bir dönemden geçiyoruz. Bu dönem, çözülmenin önüne geçip topluluğa yön verebilecek ilim irfan sahibi kişilere tarihi bir sorumluluk düşüyor. Bu dönem, zamanın ruhunu iyi kavrayan aktivist ruhlu insanların bir araya gelerek -kimseyi kırıp dökmeden- yeni vizyonlar ve projeler üretmesini gerektiriyor. Bu açıdan bakınca, amatörce de olsa çeşitli gösterilerin düzenlenmesi ve insanların organize olabilmeleri gelecek açısından umut veriyor. Atılan küçük adımlar, daha profesyonel ve organize işlerin nasıl bir etki oluşturabileceğine dair fikir veriyor.

    Bizler salon programlarıyla büyüdük. Yuvarlak ve şık yemek masaları etrafında bir araya gelerek muhataplarımıza hakkı ve iyiliği tavsiye ettik. Bunda başarılı da olduk. Başkalarının mağduriyetlerini dile getirme konusunda ise makaleler ve kitaplar yazmakla yetindik. Sokak kültürüne aşina değiliz. Slogan atmak, pankart taşımak tenimize yabancı. Müspet bir hareketin gösteriyle, protestoyla ne işi olur? Türkiye gibi manipulasyona açık grupların iktidar savaşı içinde olduğu bir ülkede bu tür faaliyetler yapmak halen mümkün değil; ancak amel defterimize bakınca başkalarının dertlerini insan hakları zaviyesinden dile getirme konusunda yeteri kadar duyarlı ve faal olmadığımız anlaşılıyor. Bu açıdan Avrupa Adalet İnsiyatifi’nin girişimiyle Ömer Faruk Gergerlioğlu’na destek için dün meydanlarda bir araya gelmek büyük bir adımdı. Öznesi biz, nesnesi başkaları olan bu tür barışçıl faaliyetleri geliştirmek harekete yeni bir dinamizm getirebilir. 

    Geride bıraktıklarımız, Meriç’te can verenler ve kaybolan bir nesil varken birliğimizi sağlamanın, derdimizi anlatmanın ve farklı gruplardan destek bulmanın etkili bir yolunun da çeşitli gösteriler düzenlemek veya başkalarının organize ettiği programlara destek vermek olduğunu öğrendik. Örneğin Uluslararası Irkçılıkla Mücadele Günü çerçevesinde dün Amsterdam Westerpark Meydanı’nda düzenlenen gösteride islamafobiden siyahilere, mültecilerden filistinlilere, LGBT’den anti-semitizme ayrımcılığa maruz kalan her grup sırayla sahneye çıkarak derdini anlattı ve diğer gruplar tarafından alkışlandı. Kameraların kayıtta olduğu bu vakitte sahnede yer alıp Gülen Hareketi’nin maruz kaldığı kıyımı dünyaya anlatmak için büyük bir fırsat olurdu. Nitekim, dünyada başka hiçbir problem yokmuş gibi sadece kendi derdimizi dillendirmek muhataplar açısından bakış körlüğüne sebebiyet verebiliyor. Daha samimi ve doğal olanı ise üst başlıkta buluşulan ortak problemleri birlikte dile getirmek. Bu açıdan bakınca AST’nin organize ettiği  “Kadın Hakları için mücadele et” programı da çok şey ifade ediyor. Bu yolla belki ateşleri söndüremez, yaralara merhem olamayız ama tarafımızı belli eder ve mağduriyetleri daha görünür hale getirebiliriz.

    Öte yandan katılımcı olduğumuz veya organize ettiğimiz programların mesajı, kalitesi ve verimliliği üzerine kafa yormak gerekiyor. Halen çoğumuz itibariyle röportaj vermekten çekinen, kamera karşısında konuşmak ve ifşa olmaktan ürken bir topluluğuz. Oysa üzerimize atılan iftiraların boyutu, yaptığımız yanlışlar için ödediğimiz bedel ve sürecin ağırlığı ortada. Bu süreç, hikayemizi ve hak arayışımızı aktif bireyler olarak sahnelerde ve farklı dillerde herkesin duyacağı şekilde haykırmayı gerektiriyor. Elbette bu bir değişim süreci ve bu süreç hepimizi ilgilendiriyor. Sahne korkusu olan pasif bireylerin aktif hale gelmesine öncülük etmek için topluluk içinden cesur bireylerin bir farz-ı ayn olarak öne çıkması gerekiyor. Değişim, direnç ve mücadele demek. Öne çıkanlar taşlanır; elini taşın altına koymayanlar ve konforundan ödün vermeyenler tarafından insafsızca eleştirilebilir. Ancak topluluk bilinci oluşmazsa, bu tür girişimler düğünde oynayıp cenazede ağlayan sabit bir ekibin orta oyunu düzeyinde kalabilir.

    Yapılacak işlerin maksimum, eldeki imkanların minimum olduğu şu dönemde ‘sönük geçen, üç-beş kişinin katıldığı/izlediği ve teknik aksaklıkların yaşandığı programlar konusunda ben ne yapmalıyım’ diyenlerin önüne üç tercih çıkıyor:  Vazgeçmek, geri çekilip uzaktan izlemek veya elini taşın altına koymak. Tercih sizin. Burada sözü William Shaeksper’in 66. Sone’sine bırakıyorum.

    "vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
    değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
    değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
    değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
    değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
    o kız oğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
    ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru,
    ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
    değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
    değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
    doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
    değil mi ki kötüler kadı olmuş yemen’e,
    vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
    seni yalnız komak var, o koyuyor adama."

    26 Mar 2021 12:55
    YAZARIN SON YAZILARI