Diyalogculara kinim dinmez, nedendir?

Hüseyin Odabaşı

Hüseyin Odabaşı

16 Ağu 2022 12:04
  • Hizmet Hareketi son otuz sene öncesinden itibaren kendi dışına doğru farklı kesimlere karşı diyalog ve hoş görü yaklaşımı ile açılım yaptı. “Yaratılanı severiz yaratılandan ötürü” dedi. “Bir ayağım buradaysa diğer ayağım 72 milletin içindedir” felsefesiyle hareket etti. Her insanı din dil ayırt etmeden ümmet olarak gördü. Bütün dünyanın insanları ya ümmet -i davet veya ümmet- i icabetti. Müslüman olmayanlar ümmet -i davet sınıfına giriyordu.  

    Her insanla her toplumla farklı noktalarımız vardı ancak ortak yanlarımız da vardı. O zaman biz de dikenlere değil de gülleri esas almak düşüyordu. Güzel kokuların etrafımızı sarması ve nahoşluklardan kurtulmak da ancak böyle mümkündü. Ortak noktalar; Allah, kitap, vatan, bayrak, sükûn ve huzur talebinde bulunmak, merhamet, insanlık, hukuk ve adaletin tam tecellisi gibi değerlerdi. Hemen her toplumda bizimle aynı hassasiyete sahip bazı yanlar, durumlar, fikirler veya yaşanmışlıklar olabilirdi. Bu ortak noktalar etrafında bir birliktelik oluşturabilir ve en azından kimselerle çatışmayabilirdik. 

    Diğer taraftan herkesi kendi konumunda kabul etmeliydik. Bizler, insan veya toplum kendini ne olarak görüyorsa bir kere onu var kılan özelliklerine saygılı olmalıydık. Diyaloğun temeli, muhataplarımızı bize iltihak etmesi gereken zavallılar olarak değil de onları değerler topluluğu olarak görebilmekti.  

    Gerek insani veya gerek moral değerleri açısından en ağır kısmını kendimize hafifini karşımızdakinden beklemememiz gerekirdi. Bizim mümkün mertebe insani bir eksiğimiz olmamalıydı. Ahlaklı yaşamanın en ağır kısmına biz talip olmalıydık. Fakat karşımızdakiler bunun onda birini dahi yapsalar, yerine getirseler bunu kâfi görmeliydik. Bir insan sadece cuma namazına mı gidiyor takdir edilmeli, kıymetli olarak görülmeliydi. Veya felçli beyine yıllarca bakma zahmetinde bulunan bir eşin bu davranışı bizde kalben minnet oluşturmalı, saygı olarak karşılık görmeliydi. 

    Yani kimde veya hangi ırk veya millette veya cemaatte ne fazilet varsa onu takdir edip ondan dolayı saygıyı hakkettiğini düşünmeliydik. Ya onların eksik, gedikleri ve zaafları. Onlara takılmadan bu diyalog zemininde ilgi ve alakamızı devam ettirmeliydik. İnsanoğlunu Allah mükerrem olarak, kerim olarak yaratmamış mıydı?  Dolaysıyla tabiat ve fıtratı gereği daima doğruyu arayacaktı. Fakat bazen bu doğruyu ararken zülüm külahını başına geçirdiği de olur, çamurlara battığı da. 

    İnsanlara diyalog diyerek böyle hoşgörü ile bakmak aslında bir gizli kibir ve büyüklenmek anlamına da gelmiyor muydu? Evet, belki de. Ancak biz de ak sütten çıkmış ak kaşıklar değildik. İnsanlara yaptığımız iyiliğe aslında öncelikle biz muhtaçtık. İnancımız buydu. Yani bir anlamda yardım ederken yardım alıyor, ayıp örterken ayıplarımızın da örtüleceğini düşünüyorduk. 

    “Kusursuz dost ararsan dostsuz kalırsın.” Unumuzu elemiş eleğimizi asmış olmanın gurur ve kibri bizde olmamalıydı. Bu bir insani vazifeydi onu yapıyorduk. “Vurana elsiz sövene dilsiz” olmanın neresi kötü olabilirdi ki! Fakat bu masum diyalog faaliyetleri bazılarını anormal bir şekilde rahatsız etti. Bu rahatsızlığın sebebini da kaynağını da aslında anlayamadık. Hoş geçinmenin, insanlarla Laz'ı Çerkez'i Kürt'ü; dinlisi ve dinsizi ile bütün bir vatan evlatları ile çatışma ve kavgadan uzak yaşamak veya böyle bir ortamın hazırlayıcısı olmak birilerine argo tabirle battı. Adımız “diyalogcuya” çıktı. Hoş görücü olmak bazılarının gözünde öcü olmaktan farksızdı. Özellikle dînî camia, insanlarla hoş geçinmenin her kesimi birbirine saygılı hale getirmenin dinimizde yeri olmadığını iddia etmeye kalktı. Tabi onlar dindar olduklarından konuyu diğer dinlerle yapılan diyalog faaliyetleri üzerinden ele aldılar ve bizi mahkûm etmeye çalıştılar. Neymiş efendim dinler arası diyalog da mı olur muş! Hak dinlerle batıl dinleri birbirine karıştırıp yani bir din icat etmek kimin haddineymiş. Daha neler neler... Ne kafirliğimiz kaldı ne de zındıklığımız...

    Anlaşılan o ki halkların arasındaki husumet ve düşmanlığı kaldıracak olan bu diyalog faaliyetleri, dincileri de derincileri de acayip bir şekilde rahatsız etmişti! Ama neden? Bu sorunun cevabı, derinlerin ve belli azınlık odakların bu devlette nasıl etkin güç olabildiklerinin sırrında saklıdır. 80 milyonluk yüzde sekseni Müslüman olan bir cemiyette azınlık bir yapının etkin olabilmesi için iki yolu vardır. Dümeni ele geçirmiş olan bu azınlık kitle, ya büyük kitleyi kendine benzetecek, korkutarak beyinlerini uyuşturacak veya ana kitleyi oluşturan parçaların birbiriyle sürtüşmelerini sağlayarak kendisine karşı oluşacak muhalefet güç ve enerjisini tamamen yok edecek... Ana kitle karşısındaki etkili de olsa bir azınlığın ayakta kalabilmesi için başka yol yoktur. 

    Bu durumda sen diyalog faaliyetleriyle aslında ne yapmış oluyorsun?  Birilerinin iktidarını sağlamlaştırmak adına bölüp darman duman ettikleri Anadolu'nun parçalarını; Laz'ını Çerkez'ini Kürt’ünü Türk’ünü Alevi’sini Sünni’sini neyse artık ne kadar parça varsa onları hoşgörü diyerek, diyalog diyerek birleştirmeye çalışıyorsun. Yani onların mevkilerini makamlarını aslında bilmeden de olsa tehlikeye atmış oluyorsun.  

    Çünkü anlaşılan o ki; dinciler ve derinciler, toplumun bölünmüşlüğü üzerinden bir iktidar kurdular. Aralarında kavga eden bir toplumun olması onların varlık sigortası haline geldi. Bu nedenle onlar, “diyalog” diyenleri; “gel kardeşim aramızda anlaşalım konuşalım ve artık kavga etmeyelim” diyenleri en azılı düşmanları olarak algıladılar. PKK’dan daha tehlikeli gördüler. Denklem bu. Bu acı denklem devam ettiği müddetçe daha nice canlar yanacak ve daha nice ocaklar sönmeye devam edecektir. 

    16 Ağu 2022 12:04
    YAZARIN SON YAZILARI