Keşke Bilselerdi

Harun Tokak

Harun Tokak

08 Oca 2023 10:34

  • Oturduğumuz evin penceresi küçük bir adaya bakıyor.
    Balık tutma sevdalısı insanlar hafta sonlarında sabahın üçünde ellerinde oltalarla sahile sıralanıyorlar. Onları öyle görünce Galata Köprüsü’nde balık tutan insanları hatırlıyorum.
    Şimdi İstanbul’da olmak vardı, diyorum.
    Buralar da güzel ama ne de olsa gurbet. İnsanın kendi memleketi gibisi var mı?
    Bazen yanlarına kadar gidip balık tutanları seyrediyorum.
    Bazen Hizmet Hareketi’nden gençlerle karşılaşıyorum.
    Onları her defasında oltalarının başında sabırla beklediklerini gördükçe aklıma Hazreti İsa’nın balıkçı kardeşleri geliyor.
    Hazreti İsa, peygamber olduğunda başta Kudüs olmak üzere bereketli Filistin topraklarındaki köylerde, kasabalarda, şehirlerde hak dini anlatmaya başlıyor.  
    Bir bahar günü baba ocağı Nasıra ’ya uğruyor. Yıllar önce İmran ailesi Kudüs’e buradan gidiyor. Bir gece Hazreti Meryem’in babası İmran rüyasında Beytü’l Makdis’in mumlarını yaktığını görünce hanımı Hanne’ye, “Hazırlan, Kudüs’e taşınıyoruz.” diyor. Böylece Al-i İmran’ın Kudüs günleri başlıyor.
    Dinini yaymak için baba ocağına gelen Hazreti İsa’nın yanında Meryem Ana da vardır. 
    Önce yağmur tadında Hazreti İsa’nın kokusu dokunuyor şehrin yüreğine. Nâsıra Ovası, Celile Gölü o kokuyu içine çekiyor.
    Şehirde güneş batıyor mu, doğuyor mu belli değildir.
    Bazen bir evde, bazen bir bahçede ama hiç durmadan tebliğe başlıyor. Nereye gitse etrafı hemen kuşatılıyor. 
    Üzerinde beyaz bir cübbe ile birkaç kişinin arasında ya da yüksekçe bir yerde kalabalığa hitap eden otuzlu yaşlarında, yüzü, omuzlara dökülen siyah saçlarının arasından nur gibi parlayan birini görürseniz bilin ki o Hazreti İsa’dır.
    Hazreti İsa bir gün Taberiye Gölü’nde balıkçılık yapan Simon Petrus ve Andreas adında iki kardeşle karşılaşıyor. Onlara ilâhi hakikatlerden söz ediyor, kendisinin peygamber olduğunu söylüyor.
    Balıkçı kardeşler, “Peygamberliğine delil nedir?” diyorlar.
     “Ağınızı salın bakalım, göle.” Diyor Hazreti İsa.
    Salıyorlar. 
    Ağ boş çıkıyor.
    “Bana verin, ağı.” diyor.
    Ağı eline alıyor ve serin sulara serpiyor. 
    ‘‘Şimdi, çekin bakalım.’’ diyor.
    Sanki gölün bütün balıkları ağa hücum ediyor.  
    Balıkçı kardeşler Hazreti İsa’nın eline kapanıyorlar.
    “Ben size balık yerine insan tutmayı öğreteceğim.” diyor Hazreti İsa. “Bundan böyle, balık yerine insan tutacaksınız.” 
    İki kardeş tekneleri karaya çekerek her şeyi bırakıp Hazreti İsa’nın peşine düşüyorlar.
    O nereye gitse onu takip ediyorlar. Konuşmalarını kaydediyorlar.
    Balıkçı kardeşlerden sonra Havarilerin sayıları hızla artıyor.
    İsa Peygamber “Kim, Allah yolunda bana yardımcı olacak?” dediğinde Havariler, “Allah yolunda yardımcılar biziz.” diyorlar.
    Son akşam yemeğinde Hazreti İsa, Havarilerinin ayaklarını tek tek yıkıyor. “Bu ayaklarla dünyayı dolaşacaksınız. Sakın benden sonra birbirinize düşmeyiniz.” diyor.
    Bugün, “Kutsal Perşembe” adı altında kiliselerde hala ayak yıkama merasimleri yapılıyor.
    Hazreti İsa’dan sonra Havariler dünyaya dağılıyorlar.
    Hristiyanlığın yayılmasında büyük rol oynuyorlar. 
    Biri hariç Havarilerin tamamı gittikleri ülkelerde hunharca şehit ediliyor. Pek çokları da nice işkenceden sonra çarmıha geriliyor.
    Balıkçı kardeşlerden Andreas, Batı Yunanistan’a gidiyor.
    Buradaki Romalı Vali, Andreas’ı Hristiyanlığı terk etmesi için uyarıyor. Vazgeçiremeyince ona korkunç işkenceler yapıyor. 
    Güneşe diklenen yılanlar gibi çıplak sırtına inip kalkıyor kırbaçlar. Andreas, Hristiyanlığı anlatmaktan vazgeçmeyince çarmıha geriliyor.
    Çarmıha çivilerle çakılmıyor, iplerle bağlanıyor. Çarmıhta asılı bir şekilde acı çekerken bile yoldan geçenlere Hazreti İsa’nın dinini anlatmaya devam ediyor.
    İki gün direkte asılı kaldıktan sonra güneşin bağrında aç susuz can veriyor.
    Balıkçı kardeşlerden Simon Petrus’un kabrini ise bir yaz günü gittiğim Antakya’daki Anadolu'nun ilk camisi olan Habib-i Neccar Camisi’nde görmüştüm.
    Yasin Suresi’nde de anlatıldığı gibi Hz. İsa’nın iki havarisi Antakya’ya geliyor.
    Onlara ilkin Habib adında bir marangoz inanıyor.
    Havarilerin Hristiyanlığı anlatmaları hem halkı hem de kralı öfkelendiriyor. İki Havari hapse atlıyor.
    Onları kurtarmak için balıkçı kardeşlerden Simon Petrus Antakya’ya geliyor. 
    Petrus, kralı ikna ediyor ve arkadaşlarını kurtarıyor.
    Havariler yeniden dinlerini yaymaya başlıyorlar.
    Halk onların şehre uğursuzluk getirdiklerini düşünüyor.  Onları taşlayarak öldürmek istiyorlar.
    Bunu duyan Habib-i Neccar şehrin öbür ucundan koşarak geliyor. Öfkeli kalabalığı durdurmaya çalışıyor.
    “Ey kavmim! Bunlara uyun, bunlar düzgün insanlar ve sizi hakka davet ediyorlar. Bu davet karşısında sizden herhangi bir ücret de istemiyorlar.” diyor.
    Öfkeli kalabalık Habib-i Neccar’ın başını testere ile keserek oracıkta şehit ediyor. O anda göklerden bir ses duyuluyor; 
    “Gir cennetime…”
    Bu sesi sadece başı gövdesinden ayrılmış olan Habib-i Neccar duyuyor.
    “Keşke, Rabbimin beni affettiğini beni, ikram edilenlerden kıldığını kavmim bilseydi.” diyor.
    Başını gövdesinden ayıran kavmini düşünüyor,
    Evet keşke bilselerdi…
    Habib-i Neccar’a kıyanlar aslında kendilerine kıydıklarını, 
    Keşke bilselerdi…
    Kardeşleri Yusuf’u değil de kendilerini kuyuya attıklarını,
    Keşke bilselerdi…
    Hazreti İbrahim’i ateşe atanlar onu değil de kendilerini ateşe attıklarını,
    Keşke bilselerdi…
    Hazreti İsa’ya çarmıh hazırlayanlar kendilerine hazırladıklarını,
    Keşke bilselerdi…
    Yeni doğan bebekleri boğazlayan Firavun’un o bebeklerin kanlarıyla kızıllaşan Kızıl Deniz’de boğulacağını,
    Keşke bilselerdi…
    Yusufları zindanlara atanlar kendilerine zindan hazırladıklarını,
    Keşke bilselerdi… 
    Yusuf Kerimler, Kara Efeler gibi nice masumları analarından koparanlar bir gün o anaların yüreklerinden kopan “aah ateşlerinde” yanacaklarını,  
    Keşke bilselerdi…
    Anaların yüreklerini, Yakub’un hüzünler evine döndürenlerin kendi yüreklerini ateşe saldıklarını,
    Keşke bilselerdi…
    Keşkeler; bir vicdan azabıdır, yitip gitmiş bir güzelliğin arkasından dökülen bir gözyaşı, bir iç burkuntusudur, bir itiraftır, bir ağıttır. 
    Bazen değeri bilinmemiş bir ana, kalbi kırık gitmiş bir babadır, terk edilmiş bir sıla-yı rahimdir. 
    Keşkeler, bazen ihmal edilmiş bir hizmet, zamanında uzatılmayan bir eldir.
    Bazen silemediğimiz bir gözyaşı, duyamadığımız bir iniltidir.
    Keşkeler bazen hasret kaldığımız bir ezan sesi, bir minare gölgesi bir memleket gülümsemesidir.

    Oturduğumuz evin penceresi küçük bir adaya bakıyor.
    Balık tutma sevdalısı insanlar sabahın üçünde sahile sıralanıyorlar.
    Bazen yanlarına kadar gidip onları seyrediyorum. 
    Onları öyle kasaba ile adayı birbirine bağlayan yol boyunca sıralanıp gün batımına kadar sabırla oltalarının ucundaki minik rızıklara koşacak balıkları beklerken görünce Galata Köprüsü’nde balık tutan insanları hatırlıyorum.
    Şimdi İstanbul’da olmak vardı, diyorum.
    Bazen çok hoş sürprizlerle de karşılıyoruz.
    Bir keresinde, oltasının başında sabırla bekleyen birinin yanından geçerken eşime, “Adam epey tutmuş.” diyorum.
    Adam bize doğru dönerek,
    “Evet, bugün çok bereketliydi.” diyor.
    O an her ikimizin de yüzüne tatlı bir memleket gülümsemesi yerleşiyor. Ayaküstü uzun uzun memleket muhabbeti yapıyoruz. 
    Kur’an, ülkelerinden zorla çıkarılan ve her gördüğü manzarada yaralı yüreğine bir memleket meltemi dolanlar için diyor ki: 
    “Zulme uğramaları yüzünden Allah uğrunda göç edenleri muhakkak ki biz bu dünyada güzel bir yere yerleştireceğiz; âhiret ecri ise elbette daha büyük olacaktır. 
    Keşke bilseler!”


    08 Oca 2023 10:34
    YAZARIN SON YAZILARI