Kalk Ey Yiğit Uykudan

Harun Tokak

Harun Tokak

30 Eki 2022 10:21


  • Bir güz gecesi…
    Hicaz topraklarındayım…
    Bir topluluğa konuşuyorum.
    Konuşmamı,
    Kalk, ey yiğit uykudan!
    Kalk ki bağrımda nalan!” sözleri ile tamamlıyorum.
    Eşim “rüyanda da konuşuyorsun, namaz vakti” diye uyandırıyor.
    Düşünüyorum da bir nesil bu seslerle dirildi. Ege camilerinin kürsülerinden “Kalk, ey yiğit uykudan!” haykırışları ile toprak kabardı. Asya bozkırları, Sibirya stepleri, Afrika çölleri o seslerle bahara durdu. Altaylar’da, Urallar’da Tanrı Dağları’nda yankılandı o sesler.
    Bir nesil yurdunu yuvasını bırakarak, üzerindeki asırlık yorganını atarak, yollara vurdu kendini.
    Bir güz gecesi o yiğitlerden birkaçı ile Kuzey ışıklarında karşılaşıyoruz. 
    Yedi-sekiz aile çocukları ile birlikte geçmişler Meriç’in serin sularını. 
    Adaşım Harun Bey, “Tutuklandığım ilk gün çok kötü oldum” diye başlıyor bilcümle hikayesini anlatmaya.
    “Eşimden, çocuklarımdan ayrılmak, polislerin kolları arasında eli kelepçeli gitmek bende moral bırakmadı. Bizi büyük bir salona balık istifi doldurdular. Doksan kişi falan vardık. Çok kötü ter kokuyordu. Yatacak yer yoktu.
    Evimizin önünden kortej halinde geçerken bize el sallayarak ‘Bunların eşleri helal, çocukları köle, malları ganimet!’ diyen bir zihniyet ne yapmazdı. 
    İlk gece çok tedirgin oldum.
    Rahatlamak için kalktım abdest aldım. İki rekât namaz kıldım 
    ‘Allah’ım, yardımını lütfet ve sekine ver! Allah’ım, benim yüzümden kimse zarar görmesin!’ diye dualar ettim.
    Seccadenin üzerinde uyumuşum.
    Rüyamda, polislerin beni almaya geldiği aynı sahneyi yaşıyorum. Hanımla helalleşiyorum. Çocuklarla vedalaşıyorum. Çocukları gözlerinden, saçlarından öpüyorum. Polisler içeri dalıyor.  Hanım ve çocuklar ortadan kayboluyor. Tekli koltukta Hocaefendi’yi görüyorum.
    ‘Hizmet ’in yaptığı olumsuz şeylerden dolayı mı bunlar başımıza geldi?’ diyorum.
    ‘Bu, düzgün bir soru değil.’ diyor Hocaefendi.
    ‘Benim hatalarım yüzünden mi?’ diyorum.
    Susuyor.
    “Üstadımız ve talebeleri ile beraber haşrolmak için mi bunlar başımıza geliyor?”
    “İşte, düzgün soru bu” diyor Hocaefendi.
     “Harun, söz ver sabredeceğine”
    “Söz veriyorum” 
    Kalkıp elini bana uzatıyor. O arada polisler ikimizin elini birbirine kelepçeliyor.
    Uyandığımda başucumda bir polis duruyordu.
    ‘Haydi, sorguya!’ 
    Önce tatlı dil…
    ‘Sen temiz birine benziyorsun, itirafçı olursan daha iyi iş, lojmana geri dönüş vs…’
    Sonuç alamayınca kaba dayak, duvara çarpma, tehdit… eşini ve çocuklarını da getiririz…
    Onlar dayak attıkça ben ‘Zübeyir Gündüzalp’lerle, Hafız Tevfik’lerle birlikte olacağız.’ diye içten içe gizli bir huzur duyuyordum. 
    Sabrettim.
    ‘Yarın yine çağıracağız, düşün!’ dediler.
    Gözaltı günlerinde çok kötü günler geçirdik.
    On gün sonra mahkemeye çıkarıldık, tutuklandık.
    Bütün üzüntüm ya eşime, çocuklara bir şey olursa.
    İnsan zor günlerde Allah’a karşı daha nazdar oluyor. 
    Hazreti Musa’nın, ‘Ama Allah’ım gittiğimiz kişi Firavun’dur.’ dediğinde; Rabbimizin, ‘Ben sizinle beraberim. Ben sizi görüyorum ve işitiyorum.’ dediği gibi. 
    O bizi görüyor ve işitiyordu. O bizimleydi…
    Bir gün canım fırın sütlaç istedi.
    ‘Allah’ım, annem yok ki ondan isteyeyim, eşim yok ki ondan isteyeyim. Ben, Sen’den istiyorum.’
    Kapı açıldı, bir tepsi fırın sütlaç geldi.
    ‘Allah’ım, Sen benim en basit bir isteğimi anında kabul ettin.
    Allah’ım, eşimi, çocuklarımı sana emanet ediyorum.’
    Sonra evimize haciz geldi. Eşim tutuklandı.
    Yine çok kötü oldum.
    O gece rüyamda balık hali gibi bir yerdeyim. Arkamdan ayak sesi geliyor, dönüp bakıyorum, Mehmet Özyurt Hoca. Kravatlı, takım elbiseli, siyah-beyaz fotoğraftaki gibi.
    Ateşin üzerinde boş bir kazan var. 
    ‘Harun, şu sütü bu kazana dök, kaynasın.’ diyor.
    Ben boşaltırken sütün bir kısmı yere dökülüyor.
    ‘Nasibi olan süt kazana girer.’ diyor.
    Süt kaynamaya başlıyor.
    ‘Hocam, kaynadığı yeter mi?’ diyorum. 
    ‘Harun, süte çok su koymuşlar, çok kaynaması lazım.’
    Birden topak topak kaymaklar oluşuyor. 
    Bütün herkes bu kaymakları bekliyor.’ diyor.
    Dökülen sütleri boru gibi, kanal gibi bir yere süpürüyor, kan kırmızı oluyorlar.
    Uyandığımda koğuştaydım.
    Hadiseler ne zaman bizi karanlık bir kuyunun dibine çekse rüyaların, karanlık suların içinden uzattığı bir el bizi yeniden aydınlığa çıkarıyordu. 
    Bir gün yine gardiyanlar koğuşa daldılar. Bütün Risale-i Nurları topladılar. Kitaplar bize direnç verdiği için itirafçı olmuyormuşuz.
    Ben kitabın birisini sakladım.
    Gardiyanlar gidince açtım, okumaya başladım...
    ‘Risalelerin elimizden alınması kuvve-i manevimizi sarsmıştır fakat pencereme konan hüdhüd kuşu onların kısa zamanda geri geleceğine işarettir.’ 
    O anda bir kuş geldi, ranzaların üzerine kondu. Ertesi gün bizim kitaplar da geldi.
    Bize eziyet etmek için koğuşumuza uyuşturucu bağımlılarını verdiler.
    Her bir arkadaş bir kişi ile ilgilendi. Ben de Cem adında birisi ile ilgilendim.
    Ona Kur’an öğrettim.
    Kur’an sipariş ettik fakat uzun süre gelmedi.
    Bir gün Kur’an geldi. Ben Kur’an’ı arkama sakladım.
    Cem ‘Ağabey, yine mi gelmedi?’ dedi.
    ‘Allah’ım! Babam uyuşturucu sattığı için mi, ben uyuşturucu sattığım için mi kitabını bize layık görmüyorsun?’ diye ağlamaya başladı. ‘Allah’ım, ne olur babamı affet, beni affet!’
    Kur’an’ı görünce öyle sevindi ki anlatamam.
    Bizden ayrılırken çok ağladılar. Görevlilere, ‘Hani bunlar teröristti? Bunları dövün, eziyet edin size ceza yok demiştiniz. Bunlar çok güzel insanlar. İyi ki bunlarla karşılaştık, biz tövbe ettik.’ dediler. Sırf onlar için hapse girmeye değerdi.
    Kırk dört ay sonra tahliye oldum.
    Bu defa da hayata tutunmak için mücadele başladı.
    Yumurtacılık yapmaya başladım. Betül Hanım da erişte falan kesmeye başladı. Baya iyi para kazanıyorduk. Hem arkadaşlara yardım ettik hem de borçlarımızı ödedik. Arabamızı bile yeniledik. 
    Yargıtay onamaları giyotin gibi işlemeye başlayınca o arabayı da satarak yol parası yaptık.
    Türkiye’den çıkmadan önce memlekete uğradım.
    Ramazan Bayramı’ydı. Annem torunlarına bayram harçlığı verdi. ‘Kurbanda gelirseniz harçlıklarınız hazır.’ dedi.
    ‘Ana’ dedim. ‘Ölümlü dünya. Ne olacağı belli mi olur? Şimdiden ver.’ dedim.
    Anam gözlerimin içine baktı.
    ‘Ne demek istiyorsun?’ dedi.
    ‘Biz gidiyoruz.’ diyemedim.
    Anneannem hasta yatıyordu. Onu öptüm, kokladım.
    ‘Anneanne, seni çok seviyorum.’ dedim.
    ‘Ben de seni yavrum.’ dedi.
    Yüzümü, gözümü, yanaklarımı öptü.
    Dedem demans hastası idi. Kimseyi tanımıyordu.
    ‘Oğlum, Harun’um!’ dedi anneannem.
    ‘Buyur anneanne!’ dedim.
    ‘Sana işkence yaptılar mı?’
    Sustum...
    ‘Bazı günler deden eline bastonunu alır sağa sola savurur, ‘Benim oğluma vurmayın! Benim oğlumu dövmeyin!’ diye bağırırdı.’
    Bana yapılan işkenceler dedeme malum olmuş.
    Çıkmadan iki gün önce yine bir rüya gördüm.
    İskandinav ülkelerinde bir yerdeyim. Ormanın içindeki tahta bir kulübenin bacasından duman çıkıyor. İçeri giriyorum. Soba yanıyor. İçerde bir Japon, bir Türk var. Japon’un adı Olmato. Dışarı çıkarak Olmato ile birlikte ormanın kıyısında yürüyoruz. İlk gördüğümüz binaya giriyoruz. Üstü başı perişan biri bizi karşılıyor.
    “İsmim Ali. Ben bu yurdun müdürüyüm ama burası çok perişan.” diyor. 
    Bize zeytin ve helva ikram ediyor.
    Elime kürek ve süpürge alıp temizliğe başlıyorum.
    Ali Bey kapağı kırık bir teybe kaset koyuyor. 
    ‘Kalk, ey yiğit uykudan! 
    Kalk ki bağrımda nalan!’
    Kuzeyin kayın ormanları raksa geliyor. 
    Türkiye’den çıkmadan bir gün önce bir arkadaşım ‘Uzun süre buralarda olmayacaksın. Gel, seni biraz gezdireyim.’ dedi.
    Bir kafede otururken Reşit Muhtar içeri girdi.
    Allah’ım neler oluyordu.
    Sonraki gün yola çıktık.”
    Tam burada “Ülkemizde oldukça mutlu bir hayatımız vardı.” Diyerek söze giriyor Betül Hanım. “Dersler, sohbetler derken başımız kaşıyacak vaktimiz yoktu.
    Eşim Harun Bey devlete ait çok büyük bir işletmede yöneticiydi.
    O yıl ilçemizde okul inşaatı vardı. Erkekler iş çıkışı inşaata koşuyor, bir amele gibi çalışıyorlardı. 
    15 Temmuz’dan sonra Harun Bey ihraç oldu. 
    “İlk tutuklanacak keşke biz olsak.” diyordum.
    Başkaları bizim yüzümüzden zarar görsün istemiyorduk.
    Harun Bey’in dediği gibi bir gün polisler kapımıza dayandı. Eşimi alıp götürdüler.
    Sonra herkes alındı.
    İnsanlar “Hizmet nerede?” demeye başladı.
    “Hizmet sen, Hizmet benim.” dedim.
    Aileler zor durumdaydı.
    Köyden gelen tarhanayı, bulguları paylaşıyorduk. 
    Bir gün eşimin ziyaretine giderken kanser hastası olan annem aradı.
    “Kızım korkma, Allah bizimle beraber!” dedi. “Rüyamda Hocaefendi, iki arkadaşı ile geldi. Bana, ‘Ne istiyorsun?’ dedi. “Herkesin hapisten çıkmasını.” dedim. Bana bir ilaç uzattı. ‘Bu senin hastalığına iyi gelecek.’ dedi. Uyandığımda ilacın tadı hala ağzımdaydı. Şimdi doktordan çıktım. O da şaşırdı. ‘Bütün değerler normal.’ dedi.” 
    Fakat ilçe çalkalanıyordu. 
    İyice bunalmıştım.
    Sürekli takipteydim. Ne zaman kapımı açsam polis kapının önündeydi. Evimiz birinci katta idi. Polis farları yakıp mutfağa doğru tutuyordu.  Balkona çıktığımda göz göze geliyorduk. Sürekli göz dağı veriyorlardı.
    Yardım getiren ağabeyleri bir bir içeri aldılar. 
    Ve bu beş yıl böyle devam etti.
    “Allah’ım herkesin eşi hapisten çıksın, benim eşim çıkmasın!” diyordum.
    “Onlar bizi bu işin içine soktular ama kendileri çıktılar.” demlerinden korkuyordum. 
    Zaten ortalık feryat figandı.
    Ağabeyim tutuklanınca annem kaldıramadı. 
    Babam zaten kısmi felçti.
    Annem vefat etti.”
    Anneler ve kızlar arasında tarif edilmez tılsımlı bir bağ vardır.  Onlar bakışları ile anlaşırlar.
    Buraya kadar metanetini koruyan Tuba Hanım söz annesine gelince kendisini tutamıyor, hıçkırıklara boğuluyor.
    Biraz sakinleşince “çıkmaya karar verdik” diyor. “Ay ışığında, ayçiçek tarlalarında düşe kalka çocuklarımızla yürürken gördüğüm izler beni çok duygulandırdı. Bizden öncekilerin ayak izleri patika yollar oluşturmuştu. Ah o izler bir dile gelse de konuşsa oralarda neler yaşandığını. Ülkesindeki yangından kaçanların ayak izleriydi bunlar. Bizden öncekilerin izlerini takıb ederek geçtik Meriç’i”
    Sonbaharın, sarının en güzel motifleri ile bezeli yorganı ile bahardan ve yazdan kalma ne varsa üzerini örttüğü bir hazan gecesi…
    Hicaz gibi bir yerdeyim.
    Pırıl pırıl bir topluluğa konuşma yapıyorum....
    ‘Kalk, ey yiğit uykudan!
    Kalk ki bağrımda nalan!’ 

    30 Eki 2022 10:21
    YAZARIN SON YAZILARI