Çamurlu Çoraplar

Harun Tokak

Harun Tokak

09 Eki 2022 11:40


  • Güz rüzgarları ayrılık senfonisi çalıyor. 
    Bizi yeni gurbetimize götürecek olan arabaya eşyalarımızı yüklüyoruz. 
    Yine yollardayız.
    Gidiyorum demekle gidilmiyor ki...

    Yol boyunca eşimle yalnız yaşayan yaşlı komşu kadını konuşuyoruz. Bir gün önce “bir müddet buralarda olmayacağız” dediğimizde ilk tepkisi “kısadır umarım” olmuştu. Belki biraz uzun olabilir deyince de “oh my god!” demişti. 

    Bir sonbahar sabahı bembeyaz elleri ile her bir şeyi okşuyor. 
    Bindiğimiz araba bizi yeni gurbetimize taşıyor. 
    Yaşlı komşu kadın yine penceremizin önündeki balkona çıkmıştır.
     Penceremize doğru sonbahar hüznü gibi bakmıştır.
     Bizi göremeyince uçsuz-bucaksız bir deniz olan mavi gözlerine hazan hüznü dolmuştur. 
     Orada olsaydık, pencereyi açar “günaydın” derdik, o da bize sonbahar güneşi gibi gülümserdi. Biz ona Türk çayı ve pasta ikram ederdik, o da bize çikolata. 
    Dedim ya gidiyorum demekle gidilmiyor. Geri de ne çok şey bırakıyor insan. Evi, çiçekleri, faturaları, anahtarı emanet edecek birlerini buluyorsunuz belki ama hatıralarınızı, anılarınızı emanet edecek birini bulamıyorsunuz.
    Bu günlerde gurbet içre gurbet yaşıyoruz. 
    Gurbet sarmalının güzelliği şu ki yeni dostlar ediniyoruz.

    Yine bir akşam rüzgâr, karanlık atına binmiş dört nala koşarken Beyaz Zambaklar Ülkesindeki Feyza ve Bilal çiftinin kapısını çalıyoruz. 
    Tarih öğretmeni Bilal Bey’i ve sosyolog Feyza Hanımı görünce hayalim 1970’li yıllara gidiyor. 
    Giyimi, kuşamı, duruşu ve etkileyici konuşmaları ile milyonları peşinden sürükleyen efsane kadın Şule Yüksel Şenler ’in Huzur Sokağı romanındaki çağımızın Leyla ile Mecnunu temsil eden Bilal ve Feyza’ya.

    Sanki “Birleşen Yollar’ filminin namaz sahnesinin çekildiği efsane köşkteyiz.
    Feyza Hanım konuştukça, yürümek zorunda olduğumuz karanlık yollarda yakılmış mumlar gibi olan Minyeli Abdullah’lı Huzur Sokak’lı günleri yeniden yaşıyoruz.
    ‘‘15 Temmuz’dan sonra resmi görevimden ihraç oldum.” Diye başlıyor bilcümle hikayesini anlatmaya;
    “Eşimle birlikte kendi ülkemizde gurbet gibi bir hayat yaşamaya başladık.
    Koca apartmanda sanki yapayalnızdık. Dünya bize daraldıkça daralıyordu.  Alt komşumuzun iyi biri olduğunu biliyorduk ama onlarla konuşmaya çekiniyorduk. Anlaşılan onlar da bizimle konuşmaya korkuyordu. Bize gelen resmi mektupları kapımızda buluyorduk. Sonradan öğreniyoruz ki o komşumuz diğer sakinler görmesin diye aşağıdan alıp kapımıza bırakıyormuş. Sizin derdinizi anlayan bir komşunun varlığı bile ferahlık veriyordu insana.
    Beklenen oldu ve bir gün polisler kapımıza dayandı.
    Öğrenilmiş bir çaresizlik vardı hepimizde. İnsan kendini çok çaresiz hissedince ağlamayı da unutuyordu. Gözyaşları da yalnız bırakıyordu insanı. Suyu çekilmiş pınarlar gibi derinlere, çok derinlere iniyordu.

    Serbest bırakılıp evimize döndüğümde alt komşumuz geldi.
    Polislerin arasında kucağında çocuğunla giderken gördüm seni. Arkandan çok ağladım” dedi. 
    Onun da eşi ve kızı Fatma Betül hapisteymiş. İnsanın öyle anlarda apansız boşanan bulutlar gibi ağlayası geliyor.
    Kime dokunsan, kiminle karşılaşsan kaderlerimiz hep aynı. 
    Yıllar yılları kovaladı.  Alt komşumuzun eşi ve kızı Fatma Betül hapisten çıktılar, evlerine döndüler.  
    Bu defa da Yargıtay onamaları giyotin gibi işlemeye başladı. Ülkemizden çıkmaya karar verdik.
    Eşim Bilal Bey’in yurt dışı yasağı yoktu. Yolda yakalanırsak hep birlikte hapse girmeyelim, birimiz dışarda olsun hiç değilse düşüncesi ile onun daha sonra gelmesine karar verdik.
    Alt komşumuz, ‘Fatma Betül de sizinle gitsin.’ dedi.
    Sevdiklerimizi geride bırakmak çok zor oldu.
    Annem çok ağladı.

    Babam, kaçakçı ile buluşacağımız noktaya kadar getirdi bizi. Yolda, kucağında bebeği ile Firdevs Ablayı da aldık. 
    Aşırı karanlıktı. Kaçakçılar ‘Haydin, haydin!’ diyerek bizi apar topar buluşma noktasından uzaklaştırdılar. Heyecandan kapıyı o kadar sert açmışım ki kapının kulpu elimde kaldı. Babama veda bile etme fırsatı bulamadım. Sağanak yağmurun altında kucağımızda çocuklarla çamurlara bata-çıka başladık yürümeye. Babam orada kalakaldı. Ara sıra arkama bakıyordum. Arabanın stop lambalarının ölgün ışıklarından babamın hala orda beklediğini biliyordum.
    Sonra öğrendim ki babam arkamızdan çok ağlamış. Göklerle yarışmış babamın gözleri. Bu babamın benim bildiğim ikinci ağlayışı idi.  Beni gelin ederken ağlamıştı, bir de şimdi kızını hicrete gelin gönderirken.

    Boş bir tarlada zifiri karanlıkta yürüyorduk. Benim kucağımda oğlum Abdullah, Firdevs Abla’nın kucağında kızı Ela vardı.
    Kaçakçı çok hızlı yürüyordu. Ondan kopmamalıydık. 
    Sağanak yağmur sadece geceyi değil kucaklarımızdaki bebekleri de uyandırdı. Ağlamaya başladılar. Onları bağrımıza bastırıyorduk ama yağmurdan koruyamıyorduk. Dizlerimize kadar çamurlara batmıştık. Terlerimiz, yağmurlara karışıyordu, yağmur damlaları elbiselerimizden geçiyor vücudumuzdaki tuzlu terlerle buluşuyordu. 
    Arabadan inince aceleden ayakkabıları bağlayamamıştım.  Ayakkabıların önce biri sonra diğeri ayağımdan çıktı. Ayakkabılarımı eğilip alamadım. Çoraplarımla başladım yürümeye.

    Ara vermeyen, soluk aldırmayan bir yağmur iniyordu.  Biliyorduk ki bu böylece sürerse yolları tarlaları su basacak, yürünmez hale gelecekti. Önümüzde on-on iki saatlik bir yolumuz vardı. 

    Önümüzdeki ümit, yıllarca düşman bildiğimiz Yunanistan’a geçmek; arkamızdaki korku, dün dost bildiklerimiz tarafından yakalanıp hapse atılmaktı.
    Uzaklarda kabaran derelerin korkunç uğultusu ve yakınlarda çamura batıp çıkan ayakların boğuk hışırtısı…
    İkide bir sendeliyoruz. Kucağımızda çocuklarla çamura kapaklanıp kalmak işten bile değil.  Korkumuz düşmek değil önümüzdeki kaçakçıyı kaybetmek.
    Yüzüm ve vücudum belki de yağmurdan fazla döktüğüm soğuk terle sırılsıklam oldu. Dizlerimde, ayaklarını çamurdan çekebilecek kudret gittikçe azalıyordu.
    Üç yaşındaki oğlum Abdullah sanki her şeyin farkındaydı, ‘Anne indir, yürüyeyim.’ diyordu.
    Yağmur, ter, gözyaşları yüzümü yıkaya yıkaya, biteviye, mola vermeden yürüyorduk. 
    Oğlum arada bir, ‘Betül Abla, bizi bırakma!’ diye bağırıyordu.

    Bir ara karanlığın içinde kaybolduk. Kaçakçı peşimizden koştu geldi. Meğer geldiğimiz yöne doğru gidiyormuşuz. Sanki sevdiklerimiz bizi çağırıyordu.
    Sabaha doğru Meriç göründü. Gecenin karanlığında azgın sular ürpertici sesler çıkararak köpük köpük akıyordu. 
    Kaçakçı botu şişirmeye başladı.
    Can yeleği istedik.
    ‘Yok!’ dedi.
    ‘Can yelekleri olmadan biz binmeyiz.’ dedik.
    Kaçakçıların reisini aradık,
    ‘Gelin bizi alın, vazgeçtik gitmekten.’ 
    ‘Sizi ihbar ederim.’ dedi.

    Biz direnince kaçakçı bizden uzaklaştı. Bizi bırakıp gittiğini düşündük. 
    Oğlum bir taşın üzerine oturdu, donuk donuk bakıyordu. Çok korktum. Ben de öyle yorulmuşum ki bir ağacın dibine yaslandım, uyuklamışım. 
    Betül’ün sesine uyandım. 
    Herkes kayığa biniyordu. Kayığın içi su doluydu. 
    Kaçakçının az önce şişirdiği bot gözümüzün önünde sönmeye başladı. Meğer delikmiş. Can yelekleri için direnmeseymişiz nehrin ortasında tam bir can pazarı yaşayacakmışız.
    Bir çift ışık etrafı tarayarak bize doğru geliyordu.
    ‘Eyvah pusuya düştük, buraya kadarmış.’ dedik.
    Meğer kaçakçıların başıymış.
    ‘Siz ne yapıyorsunuz hala burada? Feyza’nın babası bende ne huzur ne rahat bıraktı, dakika başı arıyor.’ dedi. 
    ‘Ah zavallı babacığım! Gecenin karanlığında o yağmur altında, seni öylece bıraktığımı ömrüm oldukça hiç ama hiç unutmayacağım.’
    Kayığa bindik.

    Ülkemde sabah ezanları okunuyordu.
    Bu ezanların dinlediğimiz son ezanlar olduğunu biliyorduk.
    Herkes bana bakıyordu. Benim yönüm gurbete doğru idi. Onlar benim üzerimden ülkemize bakıyorlardı.
    Gökler boşanıyordu üzerimize. Bunlar bizim ülkemizin yağmurları idi, son kez ıslatıyorlardı bizi.  
    Kayık bizi gurbete götürüyordu. O kısa su yolculuğu bittiğinde yeni bir ülkeye doğacaktık. 
    Çocuklar uyuyordu. Dudaklar kıpır kıpırdı. Biliyorduk Rabbimiz bizimle beraberdi. Kucağımızdaki Musaları, Asiyeleri, Firavun’dan kaçırıyorduk. Suların prens ve prensesleri vardı kucağımızda. Kaçakçı, ‘Çok az kaldı kıyıya.’ diyerek suyun içinde bıraktı bizi. 
    Bizim için ne fark ederdi, zaten sırılsıklamdık.  
    Düze çıkmak için kaygan ve çamurlu bir yamacı tırmanmamız gerekiyordu. Değil kucağımızdaki çocuklarla, tek başımıza bile oraya tırmanmamız imkansızdı. Kucağımda oğlumla o yamacı nasıl çıktığımı bugün bile anlamış değilim.
    Sanki önümüzde ışıklı basamak basamak bir merdiven oluştu ve biz o merdivenlerden aydınlığa çıktık. 
    Yunanistan topraklarındaydık. Tan yelleri, gecenin saçlarını okşuyordu. Ağaçlar bir sağa bir sola salınarak yaşadıklarımıza yas tutuyorlardı sanki. 
    Geriye dönüp son kez baktık ülkemize. Ezanların susması ile ülkemiz derin bir sessizliğe gömüldü.
    Üstümüz başımız çamurdu. Ela’nın bütün vücudu buruş buruştu. Uzun süre suyun içinde kalmış da kanı çekilmişti sanki.
    Yeniden yürümeye başladık. Güneşin doğuşu öncesi tatlı bir aydınlık ışıdı doğu yakasında. 
    Yunan polisi gördü bizi. 

    Kendimizi tanıttık.
    ‘Gerek yok tanıtmanıza, biz sizi tanıyoruz.’ dediler. Polis ayağımda ayakkabılarımın olmadığını fark etti.
    Gözleri doldu.
    “Bu çoraplarla mı geçtin Meriç’i”
    “Evet” dedim “Bu çamurlu çoraplarla geçtim Meriç’ten”
     Beyaz Zambaklar ülkesinde gece bir hayli ilerlemişti.
    Bu insanlar gurbete gelmişler ama doğdukları topraklar aydınlık bir fecir gibi hep hatırlarında. 
    Sadece bedenleri burada bu insanların; özlemleri, sevdaları, sevdikleri, hepsi geldikleri topraklarda.
    Feyza Hanım’ın geride bırakacağı en değerli serveti olacak o çamurlu çoraplar.
    Evlatları onları kutsal bir emanet gibi saklayacaklar.
    Evlatları, o çorapları birbirine her gösterdiklerinde dudaklarından hep şu sözler dökülecek;
    “Anam bu çamurlu çoraplarla geçmiş Meriç’ten”

    09 Eki 2022 11:40
    YAZARIN SON YAZILARI