Hizmet Körük gibidir…

Fikret Kaplan

Fikret Kaplan

14 Tem 2019 15:17
  • Cenâb-ı Hak, büyük davalara gönül vermiş insanların o işte ne kadar samimi olduklarını ortaya koymak için onları değişik imtihanlara maruz bırakır. Çünkü her şeyin arzulara göre cereyan ettiği toz pembe günlerde kimin samimi olduğunu ve sadece davası uğruna baş koyduğunu kestirmek zordur. Bu sebeple işin bünyesine esas teşkil edecek insanların, bir kısım çetin imtihanların geçmesi zarurîdir. Bediüzzaman bu yüzden etrafındakilere mutlaka imtihan olacaklarını, eleneceklerini, hasların hamlardan ayrılacağını tekrar tekrar hatırlatmıştır. 
    Fakat, musibetlerin insanları sarstığı bu imtihan süreçlerinde, arkadaşlarını bırakıp gidenlerin yanında bir de içten içe tenkit etme, imtihanın Allah’tan geldiğini unutup birilerini suçlu gösterme çabasına kapılır bazıları.  

    Yaşanan olumsuz hadiselerin iyi veya kötü taraflarını müspet manada ortaya koyan yapıcı eleştiriler ideal olana yürümede önemli bir yoldur aslında. Fakat, bunun bir üslûbu, uygun bir şekli vardır. Her şeyden önce, tenkit eden kimse insaflı olmalı, söyleyeceklerini nefsi hesabına değil, Hak rızası adına söylemeli ve hayır mülâhazasından başka bir garazı bulunmamalıdır. 

    Bir meseleyi tenkit eden insan, geçmişte birilerine kızmış olmanın verdiği öfkeyle ortalığı yangına vermemeli, perdeyi yırtacak şekilde konuşmamalı, muhataplarının kuvve-i maneviyelerini kırmamalıdır. 

    Bediüzzaman, İhlas Risalesi’nde önemli düsturlardan birisi olarak şunu ifade ediyor: “Bu hizmet-i Kur’âniye’de bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfüruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemek…” 

    Evet, Bediüzzaman Hazretleri’nin ifade ettiği gibi, insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalp ruhun ayıbını görmez. Belki bunlar, birbirinin noksanını tamamlar, kusurunu örter. Bir fabrikanın çarkları da birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne geçip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa’ye şevkini kırıp atalete uğratmaz.

    Peki bugün durum böyle mi? 

    Maalesef bu soruya bugün sevapla cevap vermek mümkün değil. Belki gerçekten koruma içgüdüsüyle Hizmete gelecek zararları engellemek için masumane eleştirilerimizi yöneltmiş olabiliriz. Ama, gün bugün, dem bu dem deyip, ‘yakalamışken fırsatı kafasına kafasına vuralım!’ anlayışıyla yaptığımız haksız eleştiriler insaf sınırını çoktan aştı.    
    İmtihanın Allah’tan geldiğini unuttuk sanki.  Suçlu arama peşine takılmışız. Çünkü gönül verdiğimiz bu davada asla başımızın ağrımayacağını, fırtına, kar, tipi, boran görmeyeceğimizi, zulümlere ve hakaretlere maruz kalmayacağımızı zannetmişiz. Asr-ı Saadet’teki ağır imtihanları hikaye nev’inden belki defalarca okumuş, dinlemişiz; hatta ‘Ve aleyküm selam Ya Resulallah!’ deyip O’nun kardeşi olmayı da kafamıza koymuşuz; ama bunun için sarp yokuşları aşmak zorunda kalacağımızı hiç düşünmemişiz. Asla ihtimal vermemişiz ateş denizinde mumdan gemiler yüzdürmemiz gerekeceğine…
     
    Haydi, o rahat günlerde aklımıza gelmedi bu zor imtihanlar… düşünmedik o günlerde. Peki, bu fitne yangınını karşımızda görünce hemen toparlanıp: ‘İşte bu, Allah ve Resulünün bize haber verdiği, Bediüzzaman ve Hocaefendi’nin bizi ikaz ettiği ve sonu zaferle bitecek olan sarp yokuşlardır!’ dememiz gerekmiyor muydu?

    Bu zor süreçte geride kalan arkadaşlarımızın zulüm görmeleri, bizim iman ve teslimiyetimizi arttırıp gayretlerimizi coşturmalı değil miydi? 

     Yoksa ateşler içinde yanan milyonlarca insanı…yaşlıyı, genci, bebeği, anneyi… o halde bırakıp hemen birilerini suçlama… bir suçlu bulma dürtüsüyle o mahşeri yangından yüzümüzü çevirip birbirimizle cedelleşmeye, cerbezeye mi tutuşmalıydık? 

    Onun için mi bela ve musibetler kapımızı çaldığı ve yakamıza elini uzattığı zaman hemen atf-ı cürümlerde bulunmaya başladık. 
    Halbuki Üstad’ın tavrı böyle değildi. O elinde tulumbası yanıp kavrulan kardeşlerini kurtarmaya koşarken yolda birilerine takılıp laf kavgasına tutuşmamıştı.  
    ‘Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..’ 
    Kendimizi ve hatalarımızı unutup hep başkasına yönelttiğimiz suçlamalar, musibetler içinde şeytanın değerlendireceği en güzel argümanlardır: “Ha, şöyle olsaydı, bu olmazdı! Böyle olsaydı, şu olmazdı! Yanlış şeyler yapıldı. Hizmetten geriye, mülksüz, parasız, mesleksiz yığınlar kaldı. Hizmet politikalarının yanlışları ve sonuçları…’ vs. vs. sonu gelmeyecek atf-ı cürümler. Ve bugün de bu yapılıyor... Sosyal medyada, orada burada bir öfkeyle ağzımıza gelen her şeyi yazıp durarak sanki hicreti, sahabenin aynı bugünkü gibi çektiği sıkıntıları; mülksüz, parasız, fakir kalmalarını tam idrakimize oturtamamışız. 

    Bir kere Hizmet dairesine girince artık imtihan olmayacağımızı, Cennetin bize vacip olduğunu mu zannettik acaba?  
    Halbuki, altının taş ve topraktan ayrılması gibi kendilerini sevgiye adamış Hizmet gönüllülerinin hası hamından; saf olanı, olmayanından ayrılmalıydı. Gelecekte on milyonlarca insanla köprüler kuracak olan cihan çapındaki bu mübarek hareketin temsilcileri test edilmeliydi. Sulh adacıkları oluşturmaktan başka bir sevdalarının olmadığını görmeliydi bütün dünya.
    ‘Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah'ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır.’ (Bakara-2/214)
    Saadet asrına gitsek orada da boş durmayacaktık kim bilir. Hikmet perdesine bakmayıp eleştirip duracaktık her şeyi: ‘Ensar niye böyle yaptı? Bedir’de üç yüz on dört kişiyle bin kişilik bir orduya karşı nasıl savaşılır? Uhud’da okçular niye tepeden indi, onlar inmeseydi bu musibetler başımıza gelmezdi. Bak bir sürü şehit verdik? Şu gençler ille diretmeseydi Uhud Meydanı’na çıkmazdık ve bu kadar da zayiat olmazdı. Şu 300 kadar münafığı ordu içinde Peygamber göremedi mi? (Haşa) Bir’i Maune faciası nasıl önlenemedi (Haşa) vs. vs. uzayıp giderdi. Ama sahabe bunu dememişti. 
    Ne Ammâr İbn Yâsir, ne Bilal-i Habeşî (radıyallâhu anhüma ve anhüm ecmaîn), bunlardan hiç biri, değişik belalara maruz kaldığı zaman hemen suçlama yoluna gitmemişlerdi. O zamana kadar inen ayet sayısı, beş-on taneydi; fakat ne o ağır taşlar, ne beyin kaynatan çölde işkence görmeleri, çarmıha gerilmeleri… birbirlerini asla suçlamaya sevk etmemişti.  “Sen gelmeseydin, bizi böyle bir yola çekmeseydin, bunlar, başımıza gelmezdi! Baba, sen inanmasaydın; anne, sen inanmasaydın, ben de bunlara maruz kalmazdım!” diyen bir tane insan yoktu. 
    Bazı sıkıntılar karşısında şikayet eden birkaç insan olduysa da bunlar, Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanından bir müddet sonra kopup gitmişlerdi. Mesela İbn Ahtal, Medine-i Münevvere’de huzur-i Risâletpenâhi’de, bulunma gibi çok büyük şereflere nail olmuştu. Duygularını büyüleyecek şekilde seslendirmesini biliyor, insanları etkiliyordu. Ama, ihtimal onun çok farklı beklentileri vardı. Zamanla suçlamaya ve kaderi tenkit etmeye koyuldu. Bu defa o şeytanî gücünü, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), muhacirlere, ensara karşı kullandı ve o atmosferden mahrum kaldı. 
    İbn Ahtal’in kafaları karıştırdığı gibi imkân ve fırsatları, şerâre üretmek için değil, dostlarımıza ümit, inşirah ve moral kaynağı olmak için seferber etmeliyiz. Sürekli menfi şeyleri dile getirmekle, insanları şeytanî şerarelerinin tesirine iteriz. Ha, kötülüğün üstünü kapatın, art niyetle yapılan hareketleri halı altına süpürün şeklinde anlaşılmasın bu. Ama, bunun bir üslûbu, uygun bir şekli, edebi, adabı olmalı. 
    Çünkü biz bu Hizmet’i çok kolay bulduk ve ne olursa olsun saf-temiz zihinleri bulandıracak şekilde bu gönüllüler hareketinin canına kast etmeye hiç hakkımız yok. 
    Hizmet hareketi, samimiyet, saffet, ihlâs, fedakârlık; din ve ona hizmette dünya adına beklentisizlik temelleri üzerinde yükseldi ve bugünlere geldi. Samimi insanlar bu davaya sahip çıktılar ve tarihte eşi çok az görülmüş bir hizmete muvaffak oldular. O işin felsefesini bilmedikleri halde senelerce kendilerinden istenen her işe koştular. Tam kırk-elli yıl boyunca iltifat beklemeden, mükâfat peşine düşmeden ve en küçük görülen hizmetler karşısında bile “Bundan ne çıkar ki!” demeden vazife yaptılar. Kimi zaman bir tarlada, bazen bir derenin kenarına kurulan küçücük bir çadırda, bir başka defa üç dört kişinin zor sığdığı bir tahta kulübede bir araya geldiler; aşkla, ümitle, iştiyakla ve sabırla hizmet kozasını ördüler. Yalnızca bir ev açabildikleri dönemde “Gelecek adına bu hanecik ne ifade eder?” demediler; bir yurttan bir şey çıkmayacağını söylemek gibi bir bozgunculuğa asla girmediler; okul açma ihtiyacı hasıl olunca “Gücümüz yetmez!” mazeretini akıllarına bile getirmediler. Allah’ın rızasına matuf olarak kendilerine teklif edilen her işin altına girdi ve hiç tereddüde düşmeden bulundukları yolda sürekli ilerlediler.
     “Bir kere ile ne olur ki?!.” bahanesinin ardına saklanmadılar. Bazı insanların camiye gelmediklerini görünce, kendileri kahvehanelerin kapılarını aşındırdılar; kumar oynayan, çirkin konuşan ve küstahça davranan en kaba kimselere dahi bazı hakikatlerin anlatılabileceğine inandılar. Tavlanın başındaki insanlara bile yalvarıp yakardılar, onları yirmi otuz dakikalığına razı edip susturdular ve meselelerinin duyurulmasını sağladılar. Onların hiçbiri yapılanları faydasız görmedi, hiçbir zaman ye’se düşmedi, kaçıp bir kenara çekilmedi ve “Bunlar beyhûde gayretler!” diyerek bedbînlik sergilemedi’ diyor asrın büyük Rehberi. 
    Şimdi de birileri kalkmış ne diyor! 
    Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla iman eden Müslümanların yedincisi, Aşere-i Mübeşşere’den, Sa’d ibn Ebî Vakkas’ı da (r.a.) eleştirip şikâyette bulunmuşlardı. Hz. Ömer (ra) kendisine bu durumu sorunca Hz. Sa’d çok üzülmüş ve sadece şöyle demişti:
    “Biz, bu işe öyle bir zamanda sahip çıktık ki, günlerce aç kaldığımız olurdu. Bir gece ihtiyaç için dışarı çıktığımda sert bir şeye dokundum. Baktım, kurumuş deri parçasıydı, temizleyip onu yedim. Şimdi birileri, benim için ibadetlerine dikkat etmiyor.’ diyor.”
    Bugün menfi gibi görünen şeylere takılıp tamamen ümitsizliğe düşmeyelim. Gaye-i hayalimiz, mefkuremiz için rantabl olarak nasıl çalışırız? İşte buna bakalım. 
    Ümitle oturalım, öyle kalkalım, öyle düşünelim, öyle konuşalım, öyle davranalım ki, arkada kalan, bize bakan insanlar ümitle şahlansınlar. Karşılıklı laf kavgalarıyla ümitleri kırıcı; geleceği karanlık gösterici düşüncelerden uzaklaşalım. 
    Bakın, şimdi tam bu satırları yazdığım anda yine kötü bir haber geldi. Gencecik bir bayan arkadaşımızı gaybubet yaptığı yerde sanki eşkıyaymış gibi aldılar. Ben şimdi bu yangın içinde gözlerim dolu dolu.. Hizmete yapılan tenkitlerle mi doldurayım aklımı, yoksa yapabileceğim şeylerle mi?    
    Hizmete gönül vermiş arkadaşlarımızın ve  lem-i İslam'ın derdini içimizde hissedebiliyor muyuz? Bütün bir coğrafya cayır cayır yanıyor. Sanki o yangın bizimle alakalı değilmiş gibi bigane kalamayız. Varsa bildiğimiz bir yanlışlık usulünce birilerine aktaralım. Ama şimdi öncelikli olarak, ateş her taraflarını sarmış olan kardeşlerimize bir kova suyla yardıma koşma zamanı. Onların seslerini dünyaya duyurma günü… 
    Bu işin emanetçileri olarak o emanette emin değilsek, hala derlenip toparlanıp uzlaşamamışsak, masum hizmet gönüllülerinin dertlerini kendi derdimiz gibi hissetmiyorsak, ağlayan herkesle ağlayamıyorsak, ızdırap çeken herkesle inleyemiyorsak, onların dertlerini kendi dertlerimiz saymıyorsak, onların soğuk ve karanlıkta geçen gecelerine mukabil biz rahat gecelerimizi Dergah-ı İlahiye’ye onların durumunu arz etmek için tahsis etmiyorsak, başlarımızı yere koyup "Allah’ım ümmet-i Muhammed'e yardım et! Allah’ım kardeşlerimizi kurtar!’ diyemiyorsak bir vefasızlık içindeyiz ve istediğimiz kadar eleştirelim bir arpa kadar dahi yardımımız olmayacak o gariplere…  
    Hiç merak etmeyelim, bu davanın sahibi Allah’tır ve onu koruması gerektiği gibi de koruyacaktır. Ayrıca, hizmet körük gibidir ve varsa art niyetli olanları mutlaka fırlatır atar dışarı. Bugün…bugün olmasa da yarın mutlaka…
    Ureyne kabilesinden bir grup insan Medine'ye gelip bir tür mide rahatsızlığından dolayı hasta olduklarını söyleyip şifası için Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) yardım etmesini istemişlerdi. Allah Resûlü de, "Sadaka develeri var. Gidin, onların sütlerinden için." demişti. Onlar da Efendimiz'in işaret buyurduğu yere gidip dediklerini yerine getirip şifa bulmuşlar; ama ardından da develerin çobanlarına türlü türlü işkenceler yapmış, öldürüp sonra da çekip gitmişlerdi.
    Bu haberi alan Allah Resûlü hemen bunları kısa bir süre içinde yakalatmış, "kısas" uygulatmış ve bunun üzerine "Medine, tıpkı bir körüğün cürufu ayırması gibi insanların kötüsünü iyisinden ayırır." buyurmuşlardı. Medine gibi, Hizmet de tıpkı bir körük gibidir. Nasıl ki, körük, kömür ve demirin isini pasını silip temizler, aynen onun gibi Hizmet de dokularına uymayan insanları temizleyip bünyesinden atıverir. 
    Hasılı şimdi, oturup kalktığımız her yerde, insanları rehabilite etme adına, moralize etme adına, sürekli birbirimizi takviye etmeli, baş başa vermeliyiz. Öfkelenme, çırpınma, dövünme, yıkıcı eleştiriler yerine, hareketi, hamleyi, gayreti durdurmadan, Allah’ın izni ve inâyetiyle alternatif yollar, yöntemler oluşturarak ümit ve heyecanla ileriye götürmeye bakmalıyız. 
    14 Tem 2019 15:17
    YAZARIN SON YAZILARI