Bediüzzaman’ın Bıraktığı Eşsiz Miras

Fikret Kaplan

Fikret Kaplan

26 Mar 2019 10:54
  • Bediüzzaman’ın Son Günleri’ni işlediğimiz yazı dizisinde noktayı koymadan önce bize ve bütün insanlığa bıraktığı o eşsiz mirasına kısaca değinmek istiyorum.  

    Bediüzzaman, materyalist düşüncenin, fikirleri yerle bir ettiği, komünizmin en çılgın dönemini yaşadığı, dünyanın en bunalımlı, en karanlık, en sıkıntılı günlerden geçtiği bu ‘felaket ve helaket asrı’nda, îman ve ümit tüten eserleriyle, sarsıntı üstüne sarsıntı yaşayan insanlığa hayat çeşmesine giden yolları gösterdi. Bu hususta o, insanüstü bir gayret sarfetti. 

    Sürgünden sürgüne gönderildi. Bir kır bekçisiyle görüşmesi bile çok görüldü. Hapishanelerde ve zindanlarda, hücrelerde yaşamaya zorlandı. Eserler ortaya koymaması ve kimseyle görüşmemesi için çok ciddi tedbirler alındı. Fakat o büyük mücadele insanı, bütün engellemelere rağmen tıpkı vahyin yazılmasında olduğu gibi, eserlerini sigara kâğıtları, tahta parçaları gibi iptidaî malzemelere yazdırdı ve o varidat, bir yolu bulunup dışarı çıkarılarak çoğaltıldı. 

    Bediüzzaman, kendini bekleyen sorumlulukların farkındaydı ve Kafdağından ağır böyle bir yükün altına girerken, fevkalâde mütevâzı, mahviyet içinde ve hacâletle iki büklümdü. Fakat, bu mahviyetinin yanında Cenâb-ı Hakkın sonsuz kudret ve nâmütenâhî gınâsına karşı da olabildiğine bir güven içindeydi.

    Radikalizmin, terörün ve inançsızlığın çağın en yaygın büyüsü haline getirildiği o kapkara günlerde, Bediüzzaman, asrın minaresinin tepesinde bir hekim edâsıyla içimizdeki zindanları, ruhlarımızdaki çeşit çeşit mahkûmiyetleri, kendi hatalarımızı bir bir bize hatırlattı. Ruh dünyamızda ve vicdânî hayatımızda uyuyan insânî yanlarımızı harekete geçirdi. Öbür alemle alâkalı derinliklerimizi aynada gösterir gibi gözlerimizin önüne serdi. 

    Ve Bediüzzaman, bu fani alemden sonsuz diyara kanatlanıp giderken Efendiler Efendisi gibi (sav) dünya namına arkada pek bir şey bırakmadı. Dikili bir mezar taşının olmasını dahi istemedi. O bizlere yaşatılması ve korunması gereken en değerli miras olarak Risale-i Nurları bıraktı.  

    Peki neydi bu mirasın Özelliği?

    Üstad Bediüzzaman, Kur’ân’ı Kerim’i bütün olarak tefsir etmek niyetiyle önce İşârâtü’l-İ’câz isimli eserini neşretmeye başlamıştı. Bu eserde, Fatiha Sûresi’ni ve Bakara Sûresi’nin ilk 33 ayetini sırayla tefsir etmişti. Arapça tefsir olan bu eser, Kur’ân-ı Kerim’in nazmındaki mucizeliği göstermede bir şaheserdi. Bediüzzaman, bu şekilde Kur’ân-ı Kerim’in tamamını 60-70 cilt olarak tefsir etmeyi düşünüyordu. Fakat ahirzamanın imansızlık hastalıkları onu Türkçe bir Kur’ân tefsiri yazmaya yöneltti. Sürgüne gönderildiği Barla, Eskişehir, Kastamonu, Denizli, Emirdağ ve Afyon hapishanelerinde 23 yıl boyunca Risale-i Nur tefsirini yazmaya devam etti. 

    Risale-i Nurlar, Kur’ân-ı Kerim’in baştan sona bütün ayetlerini değil, özellikle imana ve hakikate dayanan bin civarında ayetini açıklar. Risale-i Nur’da üzerinde durulan ayetler genellikle din düşmanlarının eleştirdiği, felsefe bataklığına saplananların bir çıkış yolu aradığı, inanan insanların sırat-ı müstakim üzerinde yürümelerini temin edici ayetlerdir. Açıklanan bu ayetler, okuyana aynı zamanda diğer ayetleri de yorumlayabilecek bir erdem kazandırır. 

    Önceki devirlerde genellikle teslimiyete dayalı bir inanç hakimdi toplumda. Akıl ve kalbi bulandıracak cereyanlar fazla olmadığından büyük zatların sözleri delilsiz olsa bile kabul ediliyordu. Asrımızda ise önceki devirlerin hepsine denk bir küfür hâdisesi söz konusuydu. Materyalist fikirlerin her tarafa yayılmasıyla, imanı tehdit eden şüpheler artmış, insanı şirke götüren yollar çoğalmış, küfür manevi bir şirket halini almıştı. İnsanın tek başına ve şahsi füyuzatlarının peşinde koşarak bu belalara karşı koyması mümkün değildi. 

    “Eski mübarek zâtların ekser divanları ve ulemanın bir kısım risaleleri imanın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında imanın esaslarına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı iman sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var. O divanlar ve risalelerin çoğu has mü’minlere ve ferdlere hitab ederler, bu zamanın dehşetli taarruzunu def’edemiyorlar.
    Risaletü’n-Nur ise, Kur’ân’ın bir manevî mu’cizesi olarak imanın esasatını kurtarıyor ve mevcud imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak burhanlar ile imanın ispatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şüphelerden kurtarmasına hizmet ettiğinden; herkese bu zamanda ekmek gibi, ilâç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar.
    O divanlar derler ki: “Veli ol, gör; makamata çık, bak; nurları, feyizleri al.”
    Risalet-ün Nur ise der: “Her kim olursan ol; bak, gör, yalnız gözünü aç, hakikatı müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar.” 

     “Hem Risalet-ün Nur, diğer ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliya misillü yalnız kalbin keşf ü zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin birlik ve uyumu ve ruh ve diğer latifelerin yardım ayağıyla hareket ederek en yüksek noktaya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar; iman hakikatlerini kör gözüne de gösterir.” 

    “Lillahilhamd Risaletü’n-Nur, bu asrı belki gelen istikbali aydınlatabilir bir mu’cize-i Kur’âniye olduğunu çok tecrübeler ve vakıalar ile körlere de göstermiş. Ona ait medh ü senanız tam yerindedir; fakat bana verdiğinizden, binden birine de kendimi lâyık göremem. Yalnız, pek büyük bir nimete ve muvaffakıyete sizin gibi hakikatli talebelerin iştirak ve sa’y ü gayretleriyle mazhariyetim noktasında, Risale-i Nur hesabına ebede kadar iftihar ederim.” 

    “Ehl-i hakikatin bir kısmı, nasıl ki İsm-i Vedûd’a mazhardırlar ve âzamî bir mertebede o ismin cilveleriyle, mevcudatın pencereleriyle Vâcibü’I-Vücûd’a bakıyorlar; öyle de şu hiç-ender hiç olan kardeşinize yalnız hizmet-i Kur’ân’a istihdamı hengâmında ve o sonsuz hazinenin davetçisi olduğu bir vakitte, İsm-i Rahîm ve İsm-i Hakîm mazhariyetine medar bir vaziyet verilmiş. Bütün Sözler, o mazhariyetin cilveleridir. İnşaallah, o Sözler “Kime hikmet nasip edilmişse doğrusu, büyük bir hayra mazhar olmuştur.” (Bakara Sûresi, 2/269) sırrına mazhardırlar. 

    “İman ve Kur’ân hakikatleri içinde öyleleri var ki en büyük bir dâhi telâkki edilen İbni Sina, anlayışında aczini itiraf etmiş; “Akıl buna yol bulamaz!” demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zâtın dehasıyla yetişemediği hakikatleri, avamlara da çocuklara da bildiriyor.
    Her bir hakikat, üç şeyi birden ispat ediyor; Hem Vâcibü’l-Vücud’un vücudunu, hem esmâ ve sıfâtını; sonra haşri onlara bina edip ispat ediyor. En inatçı bir inkârcıdan, tâ en hâlis bir mümine kadar herkes, her hakikatten hissesini alabilir. Çünkü hakikatlerde, mevcudata, eserlere nazarı çeviriyor. Der ki:
    Bunlarda muntazam fiiller var. Muntazam fiil ise fâilsiz olmaz. Öyleyse bir fâili var. İntizam ve mizanla o fâil iş gördüğü için, hakîm ve âdil olmak lâzım gelir. Madem hakîmdir; abes işleri yapmaz. Madem adaletle iş görüyor; hukukları zayi etmez. Öyleyse büyük bir toplanma yeri, bir mahkeme-i kübrâ olacak.
    İşte hakikatler, bu tarzda işe girişmişler. Mücmel (manası çok) olduğu için, üç davayı birden ispat ediyorlar. Sathî (üstünkörü) nazar fark edemiyor. Zaten o mücmel hakikatlerin her birisi, başka risaleler ve Sözler’de kemâl-i izahla edilmiş.” 
    “Evet, Onuncu Söz, çok ehemmiyetli bir belâyı defetti. Fikir hürriyeti serbestiyeti ve harb-i umumî sarsıntısı vaktinde haşri inkâr eden münafıklar, fırsat bulup çok yerlerde zehirli fikirlerini izhara başladıkları bir zamanda, Onuncu Söz çıktı ve tab edildi. Bin nüshası etrafa yayıldı. Onu gören herkes, kemâl-i iştiyak ve merakla okudu. Zındıkların kâfirâne fikirlerini tam kırdı ve onları susturdu.” 
    “Onuncu Söz’ün kıymeti tamamıyla takdir edilmemiş. Ben kendi kendime hususi, belki elli defa mütalâa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve okumaya ihtiyaç hissetmişim. Böyle bir risaleyi bazıları bir defa okuyup sair ilmî risaleler gibi yeter der, bırakır. Hâlbuki bu risale iman ilimlerindendir. Her gün ekmeğe muhtaç olduğumuz gibi, o nevi ilme her vakit ihtiyaç var.” 

    ‘Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitaplar daha beliğane neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa bunun sırrı işte budur: Said yoktur, Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir.’

    Risale-i Nur Adının Konması

    “Kaderin cilveleri, beni sürgün olarak muhtelif yerlerde bulundurdu. Bu esnada Kur’ân-ı Kerîm’in feyzinden kalbime doğan füyuzâtı yanımdaki kimselere yazdırarak birtakım risaleler vücuda geldi. Bu risalelerin bütününe “Risale-i Nur” ismini verdim. Hakikaten Kur’ân’ın nuruna istinat edildiği için, bu isim vicdanımdan doğmuş. Bunun ilham-ı ilâhi olduğuna bütün imanımla kâniim ve bunları istinsah edenlere (çoğaltanlara) “bârekâllah” dedim. Çünkü iman nurunu başkalarından esirgemeye imkân yoktu. Bu risalelerim, birtakım iman sahipleri tarafından birbirinden alınarak çoğaltıldı. Bana böyle bir kanaat verdi ki Müslümanların zedelenen imanlarını takviye için bir sevk-i ilâhidir. Bu sevk-i ilâhiye hiçbir iman sahibi mâni olamayacağı gibi, teşvike de dinen mecbur bulunduğumu hissettim.” 

    “Madem ben fâniyim, gideceğim. Elbette bâki olacak bir şey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı. Ve madem ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir. Elbette, semâ-yı Kur’ân’ın yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazâta ve tenkidâta medar olabilen ve sukut edebilen çürük bir direk ile bağlanmamalı.
    Hem madem insanların adetlerinde, bir eserdeki meziyetler, o eserin kaynağı ve menbaı zannettikleri müellifinin tavırlarında aranılıyor.. ve bu örfe göre, o âli hakikatleri ve o kıymetli cevherleri kendim gibi bir müflise ve onların binde birini kendinde gösteremeyen şahsiyetime mâl etmek, hakikate karşı büyük bir haksızlık olduğu için; risaleler kendi malım değil, Kur’ân’ın malı olarak, Kur’ân’ın meziyetlerinin sızıntılarına nail olduklarını açıklamaya mecburum. Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hususiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim. 
    İşte, bunun gibi ben de sesim yetişse bütün küre-i arza bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur’ân-ı Kerim’in hakikatlerinden parıldamış ışık hüzmeleridir.”

    Risale-i Nur, talebelerinin îmanla kabre girmelerini sağlar 
    Azîz, sıddık kardeşlerim, 
    Latîf, manidar ve beşaretli iki hadiseyi beyan ediyorum. 
    Birincisi : Me’yusane bir hatıradan müjdeli bir ihtar.
    Bugünlerde hatırıma geldi ki, hayat-ı içtimaiyeye giren, hangi şeye temas etse, ekseriyetle günahlara maruz kalıyor; her cihetle, günahlar, serbestçe insanı sarıyorlar.
    "Bu kadar günahlara karşı insanların husûsi ibadatı ve takvası nasıl mukabele edebilir?" diye me’yusane düşündüm. Hayat-ı içtimaiyedeki Risale-i Nur Talebelerinin vaziyetlerini tahattur ettim. Risale-i Nur Şakirtleri hakkında, necatlarına ve ehl-i saadet
    olduklarına dair kuvvetli işârât-ı Kur’âniyeyi ve beşâret-i Aleviye ve Gavsiyeyi düşündüm. Kalben dedim ki: "Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dil ile nasıl mukabele eder, galebe eder, necat bulur?" diye mütehayyir kaldım. 
    Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki: Risale-i Nur’un hakîki ve sadık şakirtleri mabeynindeki düstur-u esasî olan iştirak-i a’mal-i uhreviye kanunuyla ve samîmi ve sadık tesanüd sırrıyla, her bir halis ve hakîki şakirt, bir dil ile değil, belki kardeşleri adedince dilleriyle ibadet edip istiğfar eder. Bin taraftan hücum eden günahlara karşı bin dil ile mukabele eder. İhlas ve sadakat ve Sünnet-i Seniyyeye mutabakat ve hizmet derecesine göre o küllî ubûdiyete sahip olur. 
    Bu büyük kazancı elden kaçırmamak gerektir. Bazı melaikenin kırk bin dil ile zikrettikleri gibi, halis ve hakîki müttakî bir şakirt dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata müstehak olur, inşaallah.

    “Nurun sadık şakirtleri imanla kabre girecekler. Hem şirket-i mâneviye-i Nuriyenin feyziyle, her bir şakirt derecesine göre umum kardeşlerinin mânevî kazançlarına ve dualarına hissedar olur. Güya âdeta binler dille istiğfar eder, ibadet eder.”

    Madem bu eserler, bir taraftan teknik, fen ve sanat olarak maddiyatı, diğer taraftan iman ve ahlâk olarak maneviyatı birleştirip bir bütün olarak bize sunuyor ve bizi selametle kabre sokup, sırattan geçiriyor, o halde neden nazlanıp bahanelere sarılarak bu muhteşem mirastan mahrum yaşayalım ki?… Hem madem bu eserlere dünya insanın da ihtiyacı var, neden zamanı iyi değerlendirip Üstadımızın o vasiyetine sadık kalmayalım? Okuyalım, yaşayalım ve yaşatalım. 

    Artık dedikoduyla, kulaktan dolma birkaç sözle, on yıl öncesinde okuduğumuz bilgilerle yetinemeyiz. Tozlanmaya yüz tutmuş bir birikimle ne şeytanla baş edebiliriz ve ne de dünya insanına yeni bir heyecan verebiliriz. 

    Bir bahar bekleniyorsa, bu mevsimin rengini, şeklini, desenini…Yüce Allah’ın icraatına perde olarak kullandığı bu samimi nefeslerin ve gayretlerin vereceği muhakkak. 

    O halde, ‘Bir beldede, bir mahallede benim bir talebem varsa, orayı davam adına fethedilmiş bilirim!’ diyen Üstadın ve dünyanın bütün dertlerini omuzlayıp ‘nam-ı celili Muhammedi’ ile inleyen Hocaefendi’nin ümidini kırmayalım. 

    Hiç olmazsa Mirac’a yaklaştığımız bugünlerde Mirac risalesini okuyalım, hazırlanalım, sebeplerin tamamen sükut ettiği o günlerde Peygamber Efendimiz (sav) nasıl Mirac merdiveniyle semaya yükseldiyse biz de sebeplerin tamamen sükut ettiği bu zamanda Mirac risalesini asansör yapıp Rabbin huzuruna çıkalım ve kardeşlerimizin, bacılarımızın, bütün mağdurların ızdırabını, çilesini, derdini, kederini sunalım Yüce Dergah’a… vesselam.   

    26 Mar 2019 10:54
    YAZARIN SON YAZILARI