Bahtımıza İki Güzel İnsan Düştü

Fikret Kaplan

Fikret Kaplan

13 Şub 2020 12:30
  • İnsanlık için… Hak ve hürriyetler için… Daha özgür ve yaşanılır bir dünya için… verdikleri mücadelelerle değer kazanmış nice büyük edipler, sanatçılar ve dava adamları var ki güzellikleriyle süslüyorlar tarihin en muhteşem sayfalarını. 

    Onlar, haksızlık karşısında dik duran başlarıyla kalplerde yükselmiş ve tutundukları ümitleriyle insanların gönlünde kıyamete kadar taht kurmuşlar.  

    Ruhi enginlikleri ve fikri zenginlikleri ile tanınmış bu insanlar içinde bizim de bahtımıza iki güzel sima düşmüş… Onlar canlı birer kitap gibi konumuzun en sadık şahitleri: Bediüzzaman Said Nursi ve M. Fethullah Gülen Hocaefendi… 

    Yüksek mefkureleri, yaşadıkları çağı düşünüp söylemeleri, sadelikleri, insani enginlikleri, vefaları, dostlarına bağlılıkları, iffetleri, tevazuları, mahviyetleri, istiğnaları…ve diğergamlıkları… dillere destan onların. 

    Dış görünüş itibarıyla sade görünen bu güzel insanlar, gerek düşünce hayatlarında, gerekse aksiyonlarında sahabenin izdüşümü birer karakter sergilemişler ahirzamanda… Med-cezirler yaşayan insanlığa güvenli bir liman olmuşlar bu felaket ve helaket asrında. Yüklenmişler bütün bir insanlığın derdini, kederini… dünya ve ukba saadetini…  
     
    Bencilliğin en çılgın dönemini yaşadığı, dünyanın en bunalımlı, en karanlık ve en sıkıntılı günlerden geçtiği bu çok talihsiz zaman diliminde ümit tüten eserleriyle bu iki büyük simayı bize lütfetmiş Yüce Yaradan…  

    İnsanlığa hizmet anlamında feleğin kemer bağladığı yüzlerce dava adamı vardır. Aylar güneşler hep onların meclisine ve hikmet dersine koşmuştur. 

    Asr-ı Saadet'ten sonrası taksimde, bizim hissemize en çalımlıları düştü. Onlar sadece bir mahalleye, bir şehre veya bir millete değil, bütün insanlığa gönderildiler. Onun için himmetleri daha büyük, davaları daha kapsamlıdır. 
    Onları bulanlar buldu, bilenler bildi… Bilmem ki biz tanıyabildik mi onları?

    İşte Bediüzzaman’ın dünyada son günlerini yaşadığı şu zaman dilimi öteden beri hep o büyük Üstad’a vefanın yıldönümü olmuştur… Bugün bir kere daha onu hayırla yad ediyoruz… 

    Ta^rih denilen ma^zi derelerinden uzanan telsiz telgrafla bizimle konuşan koca Üstad, “Henien leküm” sadana cevaben “Henien leke, henien leke” diyoruz…“Helal olsun sana, helal olsun sana!”

    Bediüzzaman Said Nursi

    O asrımızda Sa'd b. Muaz gibi yaşamış… İnsanlar arasında, dağ başlarında, zindanlarda…ama hep ötelerin yamaçlarında nefes almış. 

    ‘Sen ismini 'Bediüzzaman' yazıyorsun. Lakap övmeyi ima eder.’ diyenlere:
    ‘Övmek için değildir. Kusurlarımı, özürlerimi, mazeretimi bu ünvan ile ibraz ediyorum. (ilan ediyorum). Zira bedi, garip demektir. Benim ahlakım, suretim gibi… ve üslub-u beyanım, elbisem gibi gariptir, muhaliftir. Görenekle revaçta olan muhakeme ve üslupları, benim üslûp ve muhakememle kıyas ve mihenk itibar yapmamayı bu ünvanın lisan-ı haliyle rica ediyorum. Hem de muradım, 'bedi' acip demektir." (Hutbe-i Şamiye'nin Zeyli) diyen Çağın Mükemmel İnsanı Bediüzzaman Said Nursi… 

    Son asır insanının kendisine muhtaç ve medyun olduğu Büyük Çilekeş… 
    Bir dağ başında unutulup gitsin diye 1925'lerde Barla'ya sürgün edilen… bir kır bekçisiyle görüşmesi bile çok görülen… hapishanelerde ve hücrelerde yaşamaya zorlanan büyük dava adamı… 

    Eser yazmaması için alınmış her türlü tedbir. Fakat o büyük mücadele insanı, bütün engellemelere rağmen işlemiş eserlerini sigara kâğıtlarına, tahta parçalarına… Ve o varidat, bir yolunu bulup gelmiş bizlere bugün.   

    Sahabenin yakaladığı o saf ruha ulaşmak için hem dünya hem de ukba hayatını feda etmiş o… 
    ‘Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum.’

    Bütün ömrü harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçmiş.  Çekmediği cefa, görmediği eza kalmamış. 
    Bir cani gibi muamele görmüş Divan-ı Harplerde … Bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollanmış...  

    Defalarca zehirlenmiş... Türlü türlü hakaretlere maruz kalmış... Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bıraktığı mirası asrımızdaki sinelere taşımak için 28 sene çile çekmiş o güzel insan…

    İstanbul’u işgal eden düşman başkumandanının, Şeyhülislâm ve bir kısım hocaları kandırıp birbiri aleyhine sevk ederek ülkenin mağlûbiyetine zemin hazırladığı bir sırada Hutuvât-ı Sitte eserini neşredip o kumandanın dehşetli plânını kırmış…Geri çekilmemiş asla o eli kanlı düşman kumandanının idam tehdidine karşı… 
    Ankara reisleri o hizmeti için onu çağırdıkları hâlde Ankara’ya gitmemiş bu mücadele esnasında … 

    Sibirya’da esarette iken Rus’un başkumandanının idam kararına da ehemmiyet vermemiş… Nasıl abdest alabilirim derdine düşmüş… 

    31 Mart Hâdisesi’nde onca kargaşaya ve tehlikeye rağmen askerlerin karşına geçip itaate getirmiş sekiz taburu bir nutukla…
     
    Divan-ı Harb-i Örfî’de mahkemedeki paşaların pencereden iplerde sallanan bedenleri gösterip:

    “Bak Sen de mürtecisin, şeriat (hak ve hukukun üstün olduğu bir hayat) istemişsin?” diyerek onu da darağacıyla tehdit etmelerine karşı, idama beş para kıymet vermemiş yine. ‘Alın bu da kefenim olsun diyerek fırlatmış sarığını Hurşit Paşa’nın suratına…
    “Eğer meşrutiyet bir fırkanın baskısından ibaret ise bütün cin ve ins şahit olsun ki ben mürteciyim ve şeriatın bir tek meselesine ruhumu feda etmeye hazırım!” 

    Ve mahkemeden idam kararı beklenirken hakkında beraat kararı verilmiş… Onlara teşekkür etmeyerek mahkeme kapısından itibaren “Zalimler için yaşasın Cehennem!.. Zalimler için yaşasın Cehennem!” diyerek zulmü yüksek sesle haykırmış yollarda…

    Ankara’da başkanlık makamında bütün mebusların huzurunda hakkı hiç çekinmeden söylemiş… Ne onlara ne de üç dehşetli kumandana karşı korkmuş ve dalkavukluk yapmış… 

    Onca düşmanlığa, kine ve nefrete rağmen sürgün edildiği altı ilde asayişin ihlâline dair bir tek suçu kaydedilmemiş…
      
    Islah etmiş mahpusları hangi hapishaneye girmişse… Dünyanın rütbelerine hiç ehemmiyet vermemiş… Şefkatinin şiddetinden masumlara zarar gelmemesi için zulüm ve sıkıntılara kendisini feda etmiş…

    Bediüzzaman farklıdır devrindeki bütün alimlerden…

    Bediüzzaman sadece bir kısım imani meseleleri anlatan, bir kısım sorulara, şüphe ve tereddütlere cevap veren ham sofu bir hoca değildir. Küfrün küfranın ortalığı alıp götürdüğü, anarşinin insanlığı iki büklüm ettiği bir dönemde, milleti sadece halkayı zikirlerle, hatme haceganlarla bir yere getirme peşinde değildir. 

    Gerektiğinde etrafına bir anda beş bin kişiyi toplayıp büyük bir orduyla mücadele eden milis albayı… savaş madalyası sahibi ender birkaç kişiden biri… 

    İsyancıları yatıştıran müthiş bir sağduyu…

    ‘Her müşkil soruya cevap veren…’ eşsiz bir alim…

    Tiyatroyu, gazeteyi, sanatı, edebiyatı, felsefeyi…dünyayı çok iyi bilen bir entellektüel… 

    Hürriyeti, özgür yaşamı… hak ve hukuku herkesten daha fazla savunan benzersiz bir aktivist… Katon’dan, Campanella’dan, Dostoyevski’den… bildiğimiz herkesten çok öte bir hürriyet tutkunu…

    ‘Ekmeksiz yaşarım; ama hürriyetsiz yaşayamam!’ dememiş kimse onun sevda derecesindeki bu mücadelesi için…   

    Faust’un şeytanla olan oyunu gibi de değil onun hikayesi… Çok gerçekçi ve şeytanı yakıp kül edecek harika bir galibiyetle süslü münâzarası…   

    Ama ne yazık ki, dünya bu gözle bilmiyor ve tanımıyor hala çağın bu harika insanını… Anne Frank’ın defterini tanıdığı kadar bilmiyor Bediüzzaman’ın davasını… insanlığa olan sevgi ve hoşgörüsünü…  

    Halbuki o, hem Museviyet hakikatinin… hem Îseviyet ruhunun… hem de Muhammediyet gerçeğinin en önemli temsilcisidir bu asırda… Ve bu alanlarla ilgili çok geniş dairede insanlara hitap eden bir hizmet sevdalısıdır. 

    Bu uğurda otuz yıllık hapis yıldırmamış onu… Onlarca sene dağlarda yalnız bırakılması ve hiç kimsenin yanına sokulmaması da onu ümitsiz kılmamış. 

    "Aylardan beri şu ormanda, ormancılar da ormana gelmediklerinden, bu dağın başında yapayalnızım." sözleri yankılanmış tarihin kör, sağır, dilsiz vicdanlarında. 

    Bir hayat boyu "garîbem, bîkesem, nâtuvanem, alîlem, zelîlem.." demiş, fakat daima eğilmeyen bir baş, bükülmeyen bir kamet olarak kalmış...

    Onda ileri bir seviyedeki hak ve hakikati anlatma aşkı hiç bitmemiş… İ'lâ-yı kelimetullah da bulunma gayreti kor gibi yakmış içini... 

    İnsanlığa hizmette ondaki cehd, himmet, meşguliyet ve dava şuurunu ifade etmede sözcükler yetersiz kalır…  En ağır ve olumsuz şartlar altında Risaleleri yazmış, tashih etmiş, onları çoğaltıp her tarafa dağıtmış… 

    Talebe yetiştirmiş, yaka-paça olmuş ehli dünya ile… hapishanelerde gezmiş-dolaşmış…ama manevi hayatını hiç aksatmamış... yaz-kış..gecelerde, göz kamaştıran bir huşû ile sabaha kadar ubudiyette bulunmuş… 

    ‘Gel bir tarikatın başına geç, zamanın İmam-ı Rabbani’si ol.’ diyen basiret sahibi bir zata (Esad Erbili):

    ‘Evet, bu müesseseler mübarek müesseselerdir, fakat ben önümüzdeki yıllarda korkunç bir tehlike görüyorum ki, iman ciddi bir tehlikeye maruz kalacak, bütün himmeti imanı ikame etmeye sarf etmek, iman uğruna mücadele vermek lazım’ demiş. Sahabe mesleğinin tam anlamıyla ihyası Bediüzzaman’la olmuş... 

    ‘Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle men eder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar yahut idam sehpasına götürür; hiç ehemmiyeti yoktur.’ 
    “Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa ve her gün biri kesilse zındıkaya ve dalâlete teslim-i silâh edip vatan ve millet ve İslâmiyet’e hıyanet etmem! Kur’ân hakikatlerine feda olan bu başımı zalimlere eğmem!” demiş… Haykırmış mahkeme heyetine…

    Ve işte yine bir mahkeme önünde o müthiş savunmasıyla Bediüzzaman:

    ‘Bu Said, Emirdağ’da gizli çalışmış, asayişe zarar vermek fikriyle orada bir kısım halkları zehirlemiş. Yirmi adam da etrafta onu medhedip hususi mektuplar yazdıkları gösteriyor ki o adam inkılâp ve hükümet aleyhinde gizli bir siyaset çeviriyor.” diyerek emsalsiz bir adavet ve ihanetlerle iki sene hapse sokmak ve hapiste tecritle ve mahkemede konuşturmamakla sıkıntı edenler, ne derece haktan ve adaletten ve insaftan uzak düştüklerini vicdanlarına havale ediyorum…

    Hiç mümkün müdür ki; böyle haddinden yüz derece ziyade herkesin sevgisine mazhar… ve bir nutukla binler adamı itaate getiren… 

    Bir makaleyle binlerle insanı İttihad-ı Muhammediye Cemiyeti’ne dahil ettiren.. ve Ayasofya Camii’nde elli bin adama takdirle nutkunu dinlettiren bir adam, üç sene Emirdağ’da çalışsın, yalnız beş-on adamı kandırsın ve âhiret işini bırakıp siyaset entrikalarıyla uğraşsın, yakın olduğu kabrine nurlar yerine lüzumsuz zulmetler doldursun... 
    Hiç kabil midir? Elbette şeytan dahi bunu kimseye kabul ettiremez!...

    Ben şahsım itibarıyla hiç hayatımda görmediğim bu âhir ömrümde ve gurbetimde şiddetli ihanetler ve damarıma dokunduracak haksız muameleler sebebiyle yaşamaktan usandım. 

    Zorbalık altındaki serbestiyetten dahi nefret ettim. Size bir dilekçe yazdım ki; herkese muhalif olarak ben beraatimi değil, belki cezalandırılmamı talep ediyorum ve hafif cezayı değil, sizden en ağır cezayı istiyorum. Çünkü bu emsalsiz, acîp, zulmî muameleden kurtulmak için, ya kabre veya hapse girmekten başka çarem yok. Kabir ise intihar caiz olmadığından ve ecel gizli olmasından şimdilik elime geçmediğinden, beş-altı ay (şimdi on yedi ay oldu. Aynı hâl devam eder) hücre hapsinde bulunduğum hapse razı oldum. Fakat, bu dilekçeyi masum arkadaşlarımın hatırları için şimdilik vermedim.

    Ben nefs-i emmâremi elimden geldiği kadar kendini beğendirmeye çalışmaktan, şöhret-perestlikten, övünmekten men’e çalışmışım ve şahsıma ziyade hüsn-ü zan eden Nur talebelerinin belki yüz defa hatırlarını kırıp çürütmüşüm. 
    “Ben mal sahibi değilim. Kur’ân’ın mücevherat dükkânının bir bîçare dellâlıyım (ilan edicisiyim).” dediğimi hem yakın dostlarım hem kardeşlerimin tasdikleriyle ve işaretlerini görmeleriyle ben, değil dünyevî makamları ve şan u şerefi şahsıma kazandırmak, belki mânevî büyük makamlar mesela bana verilse de fakat hizmetteki ihlâsıma nefsimin hissesi karışmak ihtimaline binaen korkarak o makamları da hizmetime feda etmeye karar verdiğim ve fiilen de öylece hareket ettiğim hâlde…
    Acaba kendi razı olmadığı ve kendini lâyık bulmadığı hâlde başkalarının onu medhetmeleriyle o bîçareye bir suç şüphe edilebilir mi?

    Hem iddianameden, hem uzun tecritlerimden anladım ki bu meselede en ziyade şahsım nazara alınıyor ve şahsımı çürütmek maksat görülmüş. Güya şahsiyetimin idareye, asayişe, vatana zararı var. Ve ben de din perdesi altında dünyevî maksatlar güdüyormuşum, bir nevi siyaset peşinde koşuyormuşum.

    Buna karşı, size bunu katiyetle beyan ediyorum:
    Bu evham yüzünden, benim şahsiyetimi çürütmek suretinde Risale-i Nur’a ve bu vatana ve bu millete fedakâr ve kıymettar olan şakirtlerini incitmeyiniz. Yoksa bu vatana ve bu millete manevî büyük bir zarar, belki bir tehlikeye vesile olur. 

    Bunu da size katiyen beyan ediyorum:
    Şahsıma tahkir ve ihanet ve çürütmek ve işkence, ceza gibi ne gelse Risale-i Nur’a ve şakirtlerine benim yüzümden zarar gelmemek şartıyla, şimdiki mesleğim itibarıyla kabule karar vermişim. Eğer bu bîçare masumlar benimle beraber bu meselede hapse girmeseydiler, mahkemenizde pek şiddetli konuşacaktım.

    Siz de gördünüz ki; iddianâmeyi yazan, bin dereden su toplamak gibi, yirmi otuz senelik hayatımda, gizli ve gizli olmayan bütün kitap ve mektuplarımdan, demagojisiyle ve kısmen yanlış mânâ vermesiyle… benim şahsiyetimi çürütmek istiyor. 

    Size ihtar ediyorum! Fâni ve kabir kapısındaki çürük şahsımı çürütmeye ihtiyaç yok ve bu kadar ehemmiyet vermeye de lüzum yok. Fakat Risale-i Nur’a mücadele edemezsiniz ve etmeyiniz. Onu mağlûp edemezsiniz. Mücadelede millet ve vatana büyük zarar edersiniz. Fakat şakirtlerini dağıtamazsınız. Çünkü Kur’ân hakikatlerinin muhafazası yolunda kırk-elli milyon şehit veren bu vatandaki geçmiş ecdatlarımızın torunlarına bu zamanda Kur’ân hakikatlerinin muhafazası ve Âlem-i İslâm’ın nazarında eskisi gibi dindarâne kahramanlıkları terk ettirilmeyecek. Zâhiren çekilseler de o hâlis şakirtler, ruh u canıyla o hakikate bağlıdırlar… 

    Haşirdeki büyük mahkemeye bir dilekçedir. Ve ilâhi dergâha bir şikayettir. Ve bu zamanda temyiz mahkemesi ve istikbaldeki gelecek nesil ve darülfûnunların münevver muallim ve talebeleri dahi dinlesinler. İşte bu yirmi üç senede yüzer işkenceli musibetlerden on tanesini, Âdil-i Hâkim-i Zülcelâl’in adalet dergâhına şikayet ederek takdim ediyorum…

    Ben kusurlarımla beraber bu milletin saadetine ve imanının kurtulmasına hayatımı vakfettim. Ve milyonlarla kahraman başların feda oldukları bir hakikate, yani Kur’ân hakikatine benim başım dahi feda olsun diye bütün kuvvetimle Risale-i Nur’la çalıştım. Bütün zalimane sıkıntılara karşı İlahi yardım ile dayandım. Geri çekilmedim.

    Hangi kanunla, hangi vicdanla, hangi amaçla, hangi suçla bizi ağır ceza ve pek ağır ihanetler ve tecritlerle mahkûm ediyorsunuz? Elbette haşirdeki büyük mahkemede sizden sorulacak.’

    Devam edecek…
    13 Şub 2020 12:30
    YAZARIN SON YAZILARI