Anne Frank'ın Gizli Odası

Fikret Kaplan

Fikret Kaplan

11 Şub 2020 12:04

  • ‘25 Mayıs Perşembe 1944,

    Bugünlerde sürekli bir şeyler oluyor… Dünya tamamen tersine dönmüş gibi. İyi insanlar toplama kamplarında ve hapishanelerde. En kötülerse bunlar hakkında kararlar veriyor… Annem artık kahvaltı da yapamayacağımızı söylüyor. Öğlen yemeğimiz bir parça ekmekten ibaret ve akşam yemeği de patates…’

    15 yıllık hayatının büyük bir kısmına sığdırılmış zulümleri ajandasına kaydeden gencecik bir kalbin duyguları bunlar… Acıyı, kederi, korkuyu bizzat yaşayarak tarif eden masum bir gönlün kelime dünyasındaki nakışları… Bir özgürlük mücadelesini daha sözcüklere döken Anne Frank’in günlüklerinden bu satırlar…

    "Böylesi zamanlarda yaşamak zordur: İçimizdeki idealler, hayaller ve umutlar yaşamın acımasızlıkları yüzünden paramparça olur… Hayatımı kaos, acı çekme ve ölüm üzerine kurmam mümkün değil. Dünyanın yavaş yavaş vahşete büründüğünü görüyorum; bir gün bizi de yok edecek olan fırtınanın sesini duyuyorum; milyonlarca insanın acı çekişini hissediyorum.”

    Genç kız, annesi, babası, ablası ve soykırıma uğrayan diğer dört kişiyle birlikte bir çatı katında geçirdiği kederli iki yılı unutulmayacak satırlara dökmüştü… Dünyaya bir perde arkasından baktığı o zor günlerde eline geçmiş en değerli şeydi bu ajanda ve kalem... Belki unutulup gidilecek zulümleri tarihe kaydetmişti insanların okuması için… İyilik ve kötülükleri yazan melekler gibi o da saf, duru duygularla insanlık tarihine kayıt düşüyordu o diktatörlük yıllarını… 
     
    ‘20 Haziran 1942 Cumartesi
    Hatıra defteri tutmak benim gibi biri için tuhaf bir duygu. Yalnızca daha önce hiç yazmadığımdan değil. İleride ben de dahil hiç kimse on üç yaşında bir kızın içinden geçenlerle ilgilenmeyecekmiş gibi geliyor. Ama aslında bunun hiçbir önemi yok, ben yazmak ve daha da önemlisi kalbimden geçen bir sürü şeyi ortaya dökmek istiyorum…’

    ‘11 Nisan Salı 1944
    Bu şekilde acı çekmemize kim sebep oluyor? Kim bizi diğer insanlardan farklı görüyor. Bizi de Tanrı yarattı ve biz tekrar eski günlerimize onun sayesinde geri döneceğiz. Belki bir gün, her şey bittikten sonra, bazıları kurtulunca, onlar insanlara çektiğimiz acıları anlatacak. Belki bu insanlara iyilik hakkında, bizim niye acı çekmek zorunda kaldığımız hakkında bir şeyler öğretecek…

    Cesur ol! Mutlaka bir kurtuluş olacak. Tanrı daima bizi gözetiyor…’

    Geçen gece ölmek üzere olduğumu düşünüyordum. Cesur bir asker gibi ölümü bekliyordum. Fakat hala hayattayım. Savaştan sonra Hollanda’da kalmak istiyorum. Bu ülkeyi çok seviyorum. Burada çalışmak ve yaşamak istiyorum.

    Eğer Tanrı sağ kalmama izin verirse, annemin yaptıklarından daha çok şeyler yapmak istiyorum. Tüm dünyayı dolaşmak, sesimi herkese duyurmak ve insanoğlu için iyi şeyler yapmak istiyorum.’

    Büyük bir kütüphanenin arkasındaki gizli kapıdan girilen çatı katında saklanmak zorundaydı Anne Frank…ablası, anne-babası ve diğer dört kişi… Bir iş yerinin üst katındaki çatıydı burası. Soykırımdan kurtulmak, diktatörlük zulmünden gizlenmek için herkes gibi onlar da ancak böyle bir çözüm bulabilmişlerdi. 

    Sabah 07:30’dan akşama kadar yani alt katlarda çalışan işçiler gidene kadar tuvalete gidemeyeceklerdi… gürültü yapmak, sesli konuşmak, dışarıya en küçük yaşam emaresi vermek SS’lerin elinde parçalanmak demekti… perdeleri oynatmak, camları açmak hayallerinden bile geçmemeliydi… ancak çatının en üstündeki küçük yerde dışarıdan görülmeyen bir pencereyi belli vakitlerde açmaya izin vardı. Onda da yine çok dikkatli olmak zorundaydılar… Çünkü o çatı katında birilerinin yaşadığını onlara yardım getiren ve onları orada gizleyen iş yeri sahibinden başka kimse bilmemeliydi. 

    Peki, dünyaya sadece bir perde arkasından bakan bu insanlar, daracık, gizli olan bu yerde neden saklanıyorlardı? Tam iki yol boyunca onlara bu karanlık, zindan hayatını yaşatan endişe neydi?.. 

    Anne Frank, yazıyor bunun sebebini…
     
    ‘8 Temmuz Çarşamba 1942,
    Pazar sabahından bu yana sanki yıllar geçmiş gibi. O kadar çok şey değişti ki. Bütün dünyam alt üst oldu. Fakat hala yaşıyorum. Önemli olan da bu.
    Pazar günü öğleden sonra SS’lerin babamı götürmek için geleceklerini duyduk. Hepimiz biliyorduk ki, bu toplama kampı anlamına geliyor.

    “Annem, Bay Van Daan’la nerede saklanabileceğimiz konusunda konuşmaya gitti.” dedi Margot (Anne’nin 16 yaşındaki ablası). Mr. Van Daan’la babam beraber çalışmışlardı ve iyi arkadaştılar.

    Daha sonra Margot bana bir hata olduğunu söyledi. Zalimler onun için telefon etmişlerdi. Nasıl olurdu da 16 yaşındaki bir genç kızı ailesinden alabilirlerdi? 
    Tanrıya şükür, hiçbir yere gitmiyor.
    Saklanacak bir yer... 
    Nerede saklanabiliriz? Şehirde mi? Kasabada mı? Nerede...? Bu sorular hep kafamı meşgul ediyor ama hiçbirine cevap veremiyorum.

    Margot ve ben toplanmaya başladık. En çılgınca şeyleri yanıma alıyordum. İlk önce günlüğüm, sonra mendillerim, okul kitaplarım, bir tarak ve eski mektuplar. Hatıralar benim için elbiselerden daha önemli.

    Miep ve kocası Jan bize yardım etmek için geldiler… Miep ve Jan babamın çalıştığı fabrikada çalışıyorlar, onlar bizim yakın dostlarımız. Yatağımda son kez uyudum. Annem sabah 5:45’ de beni uyandırdı. Pek çok elbiseyi üst üste giymek zorundaydık. Hiçbir Yahudi evini elinde bir bavulla terk etmeye cesaret edemezdi.

    Yedi kırkta evi terk ettik. Kedim Moortje’e veda ettim… Evi bir an o¨nce terk etmek için acele ediyorduk. Saklanacağımız yere güven içinde varmak istiyorduk. O an tek sorunumuz buydu.’

    Anne Frank, 12 Haziran 1929’da Almanya’nın Frankfurt şehrinde Edith ve Otto’nun kızları olarak dünyaya geldiğinde ailesi ona Annelies Marie Frank adını vermişti. Frankfurt’ta bir apartman dairesindeki yaşamları Naziler’in, 1933’te iktidara gelmesiyle alt üst oldu. Bundan sonra baba Otto, hem ailesi için daha güvenli bir yer hem de iş bağlantıları olduğu için Hollanda’nın Amsterdam şehrine gitmenin yollarını aradı. Önce baba etrafa sezdirmeden şehirden ayrıldı. Ardından da ailesi gitti. 

    Ancak bir süre sonra Adolf Hitler’in diktatörlük yönetimi Hollanda’ya da girdi ve buraya da Almanya’daki gibi kısıtlamalar getirdi. Özgürlükleri yok etti. Her tarafta SS’lerin saçtığı zulümler yaşanmaya başlandı. 

    Anne Frank, bugünlerde hiç unutamadığı arkadaşı Nanette ile tanıştı. Kaderin acı bir cilvesine bakın ki yıllar sonra Anne bir daha asla evlerine dönemeyecekleri ölüm kampında arkadaşı Nanette ile vefat etmeden önce bir kere daha yine aynı hüzünle karşılaşacaktı… 
     
    Hayat giderek zorlaşıyordu. İnsanlar yaşamaktansa bin defa ölmeyi hayata tercih ediyorlardı. Ama onların ellerini ayaklarını bağlayan sevdikleri, kızları, eşleri anne ve babaları vardı. İşsiz kalmak, hapis yatmak gibi sıkıntılara belki katlanılabilirdi… Ama vahşice yapılan zulümler, işkenceyle bitirilen hayatlar… o nazik yaratılışlı kadınlara, kız çocuklarına yaşatılan mağduriyetler…   

    Anne Frank’in ablası Margot’a da Temmuz 1942’de bir celp gelmişti… SS merkezine çağrılıyordu. Margot, kim bilir hangi çalışma kampına sürülecek, hangi zulümlere maruz kalacaktı… 

    Tehlike evin içindeydi artık. İşler giderek çığırından çıkıyordu. Baba Otto çok düşündü. Gidip kendisi teslim olsa yine de kızlarının, ailesinin ve kendisinin peşini bırakmayacaklardı… Düşündü… düşündü… bir babanın evlatlarına olan bütün endişesiyle, merhametiyle, hüznüyle, tasasıyla düşündü… Ne yapmalıydı? Sonunda o an için en iyi çözüm yolunu buldu: Ailecek İsviçre’ye kaçtıklarını bildiren bir not bırakarak ortalıktan kaybolacaklardı. Fakat, aslında pek da uzağa gitmeyeceklerdi. Anne’nin günlüklerinde “Gizli oda” diye bahsedeceği, Prinsengracht Sokağı’ndaki 263 numaralı bir iş yerinin çatı katında saklanacaklardı. 

    Ve kendileri gibi mağdur olan diğer 4 kişiyle birlikte çatı katında hapis hayatı yaşamaya başladılar. Onların dış dünya ile bağlantısını sağlayan, yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayan Miep Gies’ti. Ölümü göze alarak yapıyordu bunu… 

    Anne Frank bu küçük çatı odasında babasının on üçüncü doğum günü hediyesi olarak kendisine aldığı ve adını Kitty koyduğu hatıra defterine günlük olarak içini döktü... Gizlenen ailelerinin bu iki yıllık sürede yaşadıklarını, insan ilişkilerini, korkularını, endişelerini, umutlarını, umutsuzluklarını "Sevgili Kitty" diye adlandırdığı defterine yazdı.

    ‘8 Aralık Pazartesi Akşamı 1943,
    Burada hepimiz aşağı yukarı aynı ruh hali içindeyiz. Herkes kendini kötü hissediyor. Miep burada huzur içinde olduğumuzu söylüyor ama bu mavi gökyüzünde küçük bir çembere sıkışmak gibi bir şey. Biz burada, Annexe’deki sekiz kişi bu çemberin içindeyiz, etrafımız kara bulutlarla çevrili. Çember gittikçe daralıyor ve karanlık üstümüze çöküyor. Keşke bu çemberden kurtulup, o masmavi gökyüzüne doğru, Cennete doğru uçabilsem.’

    ‘3 Mayıs C¸ars¸amba 1944, 
    …Niçin insanlar barış içinde yaşayamıyorlar?” gibi soruları sık sık kendi kendimize soruyoruz. Hiç kimse bu sorulara gerçekten iyi bir cevap veremiyor. Niçin, İngiltere daha iyi uçaklar ve bombalar yapmaya çalışırken, diğer yandan yeni binalar inşa ediyor? Hükümetler savaş için milyonlar harcarken yoksul insanlar için ya da daha iyi ilaçlar için hiç para harcamıyor? Dünyanın bir yerinde insanlar açlıktan ölürken başka bir tarafında dağlar kadar çok besin israf ediliyor? Niçin insanlar bu kadar çılgın?

    Savaşlardan sorumlu olan sadece hükümetler ya da hükümetlerin başındaki birkaç kişi değil. Onlara bu yetkileri biz vermiyor muyuz? İnsanların içinde onları vahşete ve cinayete iten bir taraf var. İnsanoğlu tamamen değişmedikçe savaşlar olmaya devam edecek.

    Burada c¸ok sıkıntılı anlar yaşıyorum ama hala Annexe’deki (Gizli Oda’daki) yaşadıklarımı bir macera olarak görüyorum. Tehlikeli ama heyecan verici. Farklı bir hayatım olsun istiyorum, diğer kızlar gibi sıradan bir ev kadını olmak istemiyorum. Burada yaşadıklarım hayatım için ilginç bir başlangıç olmalı. Bu yüzden yaşadığım tehlikeli şeylerde bile gülünecek eğlenceli bir yön bulabiliyorum.

    Genç, güçlü, mutlu ve neşeli bir insanım. Her gün biraz daha büyüdüğümü hissediyorum ve artık savaşın bitmesi çok yakın. Doğa hala çok güzel ve etrafımdaki insanlar çok iyi. Her gün, yaşadıklarımızın ne ilginç bir macera olduğunu düşünüyorum. Öyleyse niçin bu kadar üzülüp korkuyoruz?’

    ‘13 Haziran Salı 1944
    Dışarı çıkmayalı o kadar uzun zaman oldu ki, gerçek dünyadaki her şey gözüme harika gözüküyor. Mavi gökyüzüne ya da çiçeklere hiç dikkat etmediğim, kuşların şarkılarını umursamadığım zamanları hatırlıyorum. Ama artık hepsi değişti. Yapabildiğimde, penceremden ayı, karanlık ve yağmurlu gökyüzünü izliyorum. Ne zaman go¨kyu¨zu¨ne, aya ve bulutlara baksam kendimi sakin ve umut dolu hissediyorum. Sanırım bu en iyi ilaç. Artık eskisinden daha güçlüyüm.

    Ne yazık ki, çoğu zaman tozlu perdeleriyle kirli pencereleri seyretmek zorundayım.’

    Günlüğünde, kirli pencerelerinden şahit olduğu hüzünle bir hadiseyi ise: ‘Akşamları hava karardığında yanlarına ağlayan çocuklarını da almış masum insanların uzun kuyruklar oluşturduğunu görüyordum. Sürekli yürüyorlardı. Bazı adamlar, hasta, yaşlı, çocuk, bebek, hamile ayrımı yapmadan önlerine gelen herkesi bayılana kadar dövüyordu. Hepsi ölüme yürüdüler’ cümleleri ile zihinlere kazıyordu. 

    Anne, günlüğüne son notlarını 1 Ağustos 1944’te yazdı. 
    ‘1 Ağustos Salı 1944,
    Şimdiye kadar çoğu zaman size iki kişiden bahsettim. Aslında bunlar benim içimdeki kişilerdi. Bunlardan biri şakacı ve eğlenceli Anne’ydi, küçük bir öpücükle mutlu olan ve soğuk şakalar yapan birisi. Bu insanların tanıdığı ve bir öğlen sonu insanların onunla alay ettiği Anne. Fakat diğerlerinin bilmediği bir Anne daha var. Anne’nin iyi tarafı. Daha düşünceli ve nazik Anne. Fakat hep birinci Anne insanlara kendisini gösteriyor ve diğerinin ortaya çıkmasına izin vermiyor. Deniyorum ama olmuyor. Çünkü insanların bana güleceklerinden korkuyorum. İnsanlar bana şimdi de gülüyor. Buna alışabilirim. Ama o zaman insanlar nazik kalpli Anne’ye gülecekler. O bunu kaldıramaz ve bunun için çok zayıf. İçimdeki nazik Anne’nin on beş dakikalığına ortaya çıkmasına izin versem bile konuşmayacaktır. Bu yüzden bunu yapmadan önce düşünüyor ve onun tekrar gizlenmesine izin veriyorum.

    Öyle ki kibar Anne asla başka insanlar varken ortaya çıkmıyor. Daima yalnız olduğum zamanlarda görünüyor. Bunu değiştirmek için çok çaba harcıyorum ama bu çok zor. Eğer sessiz ve ciddi olursam ailem benim hasta olduğumu düşünüyor. Fakat ben, istediğim gibi olmaya; dünyada yalnız başıma kalsam bile nasıl biri olacağımı düşünerek, öyle olmaya çalışıyorum…’

    Anne Frank, üç gün hastalıktan ve üzerine çöken üzüntüden dolayı kalemini eline alamadı. 4 Ağustos 1944 sabahı, ruhundan dışarıya taşan duygularını günlüğüne dökmek için yine kalemi eline almak üzereydi…  

    Fakat, ne yazık ki saklandıkları odanın kapısının önünde SS’ler silahlarıyla dikilmişlerdi. İş yeri sahibini tehditle sakladığı kişileri derhal göstermesini istiyorlardı. Kim ihbar etmişti? Nasıl olmuştu? Düşünecek ve sorgulanacak zaman değildi… İnkar edip o masum insanları saklamanın imkanı yoktu artık. Çünkü bu gelenler her tarafı didik didik etmeden gitmeyeceklerdi. ‘Gerekirse bütün binayı yıkarım! diyordu başlarındaki kişi… 

    Kütüphanenin arkasındaki kapıyı açtı mecburen… 
    İki yıl boyunca her şeyden mahrum olan 8 insan için büyük bir şoktu bu. Hiç ummadıkları bir yıkım… Ölümden beter bir şeydi. 

    Her şey bitmişti artık… Anne’nin günlüğü, kalemi, hayalleri… ablasıyla sarılıp ağlamaları olmayacaktı artık. Annesine çiçeklerden yapmayı düşlediği taç, ablasına almayı düşündüğü hediye…hepsi geride kalmıştı. Yarına ait bütün umutları bitmişti bir anda… 

    Kendileriyle birlikte saklanan yaşlı adam, hareketsiz duran elini yanağına götürdü, gözlerini ovuşturdu; ardından dudaklarına bastırdı. Sonra da göğsünün üzerine koydu…belki rüyadan uyanırım, diye.
    Ama değildi… Her şey gerçekti ve ölüm kamplarına gönderileceklerdi.  

    Halbuki günün aydınlanmasından biraz önce ne kadar da umutlanmışlardı. Gözlerini ümitle yeniden hayata açmışlardı. Ama bitmişti işte… Saklandıkları binadaki herkes bulunmuştu. 

    Tutuklandılar ve ölüm kampına gönderildiler. İhbarcının kim olduğu ise asla öğrenilemedi.  

    Ailenin her bir üyesi başka kamplara gönderildiler. Anne Frank, önce gönderildiği Polonya’daki Auschwitz kampında, çocukluk arkadaşı Nanette ile karşılaştı. Saçları kazınmış, çok sefil bir haldeydi. Kıyafetlerinin hepsi bitlendiği için Anne’nin üzerinde sadece bir battaniye vardı. Bir deri bir kemik kalmıştı. Nanette, arkadaşını gördüğünde içi sızladı. Nanette yedi, Anne ise sekizinci kamptaydı. Bu yüzden birkaç kez karşılaşabildiler. Bu kısa zaman dilimlerinde de her şeyden konuştular. Anne, Nanette’ye hayatı saklanarak yaşamanın ne kadar zor olduğundan bahsediyordu. ‘Hayatın kendisi başlı başına anlaşılmaz bir şey!’ diyordu. İnsanlar kendi cinslerine zulüm etmekte ne kadar da mahirdi. Neyi paylaşamıyordu bu insanlar? Başkalarına zulmetme, onların hayatlarını yok etme hakkını kim onlara veriyordu? 
     
    Anne Frank ve ablası Margot daha sonra Austchwitz’den, Almanya’da Hannover yakınındaki Bergen-Belsen toplama kampına götürüldüler. Buradaki hayat daha da zordu. Bir ölüm makinesi gibi öğütüyordu insanları… 

    Anne Frank ve ablası Margot Bergen-Belsen’de 1944-45 kışında öldüler. Anneleri ise aynı yılın şubat sonunda o¨ldü. Otto Frank evde saklanan sekiz kis¸iden hayatta kalan tek kişiydi. 1945 yılında toplama kampından sadece baba Otto Frank dönebildi. 

    8 kişinin saklandıkları çatı katına daha sonra gelen Hollandalı dostları ve iş yeri sahibi Miep, Anne Frank'ın günlüğünü buldular ve toplama kampından sağ dönen baba Frank'a verdiler. Kızının günlüğünden habersiz olan baba Frank yaşadığı şokla bir süre bu günlüğe bakamadı. 

    Dostları baba Otto Frank’a "Anne'nin bütün insanlığa bıraktığı bu emaneti gizli tutma hakkının olmadığını" söyleyip diretince Otto bunu okudu. Anne Frank'ın 4 ve 11 Nisan 1944 tarihlerinde günlüğünde yazdığı "Öldükten sonra da yaşamak istiyorum… yaşamak ve insanlara hizmet etmek istiyorum." ifadelerinden etkilendi. İnsanlığın yaşanan bu acıdan haberdar olması ve zulmün teşhir edilmesi için kızının günlüğünü kitap halinde yayınlamaya karar verdi.

    Böylece, Anne Frank’ın Hatıra Defteri yayınlandı ve o zamandan beri dünyada en çok okunan kitaplardan biri oldu. 30 milyondan fazla okuyucuya ulaştı ve 67 dile çevrildi… Hatta bazı ülkelerde de müfredat kitapları listesine de alındı.

    Bir dönemin acı hatıralarının, insanlık dramının yaşandığı beş katlı bina bugün müze olarak düzenlenmiş halde. Müzenin her köşesinde görsel imgelerle, filmlerle, kulaklıklarla Anne Frank ve ailesinin, evi beraber paylaştıkları ailelerin 1942-1944 yılları arasında zulümden korunmak için yaşadıkları süreç anlatılıyor... 

    11 Şub 2020 12:04
    YAZARIN SON YAZILARI