Toplumsal düşüncenin tıkanma noktalarından biri, hakikati mutlaklaştırarak yalnızca bir düşünce kalıbına indirgeme eğilimidir. Bu özellikle, dini söylemin günlük tartışmalarda araçsallaştırılmasıyla daha da görünür hâle gelmektedir. Günümüz muhafazakâr çevrelerinde, sorunları konuşmaktan çok, kutsal metinlerle üzerini örtme alışkanlığı yaygındır. Ne var ki bu tutum, dini bir rehberlik olmaktan ziyade, çoğu zaman samimiyet sorununu açığa çıkarır. Kutsal olan, tartışmanın sonu değil; anlam arayışının zemini olmalıdır…
Toplumların en büyük açmazlarından biri, hakikati aramak yerine, onun yerine ikame edilen kalıplarla yetinmektir. Özellikle ideolojik düşüncelerin dinî inançlarla harmanlandığı yerlerde, hakikat bir arayış olmaktan çıkar; dayatılan bir dogmaya dönüşür. İnsanlar, ait oldukları fikrî ya da inanç kümeleri evrensel sanarak, sadece kendi pencerelerinden baktıklarının doğru olduğuna inanır. Böyle bir yaklaşım, sadece bireysel gelişimin değil, toplumsal ilerlemenin de önünde bir duvar gibi durur.
Bu zihinsel duvarları örerken kullanılan en güçlü tuğlalardan biri, sorgulamayı reddetmektir. Oysa düşüncenin gelişmesi, ancak soru sormakla, anlamaya çalışmakla ve farklı görüşleri dinlemeye açık olmakla mümkündür. Kendi inanç sistemini mutlak doğru kabul eden, farklı fikirleri ya görmezden gelir ya da tehdit olarak algılar. Bu da toplumu kutuplaşmaya, insanları birbirine yabancılaşmaya iter.
Ne yazık ki, özellikle dindar ve muhafazakâr çevrelerde bu durum daha belirgin biçimde gözleniyor. Bir sorun dile getirildiğinde, daha cümle bitmeden bir ayet ya da hadisle karşılık veriliyor. İlk bakışta bu, dine yaslanmak gibi görünse de, gerçekte konunun derinlemesine ele alınmasını engelleyen bir savunma mekanizmasına dönüşüyor. Sorunun kendisini tartışmak yerine, kutsal metinlerle üzeri örtülüyor. Bu durum, ayet ve hadislerin çözüm rehberi değil, birer “sus payı” olarak kullanılmasına neden oluyor.
Oysa kutsal metinler, hakikatin üzerini örtmek için değil, onu açığa çıkarmak için vardır. Din, insanı karanlıktan aydınlığa çıkaran bir yolculuğun rehberidir. Problemleri yok saymak, onları çözmez; sadece öteler. Görmezden gelinen her sorun, zamanla büyür, kökleşir ve toplumsal yapının içine sızarak daha büyük kırılmalara yol açar.
Burada en büyük sorunlardan biri de samimiyet eksikliğidir. Dini referanslar, bazı çevrelerde kendi siyasi ya da ideolojik görüşlerine meşruiyet kazandırmak için kullanılıyor. Ayet ve hadislerin içeriği değil, işlevi değiştiriliyor: susturmak, bastırmak, meşrulaştırmak. Bu, dinin özüyle bağdaşmayan, aksine onu araçsallaştıran bir tavırdır. Oysa dinin merkezinde adalet, hakkaniyet ve vicdan vardır. Kutsal olanı kişisel çıkar uğruna kullanmak, hem inanca hem topluma zarar verir.
Gerçek dini anlayış; konuşmaktan, tartışmaktan, farklı görüşleri dinlemekten korkmaz. Bilakis, hikmeti çoğaltmanın yolunun bu çeşitlilikten geçtiğine inanır. Dini metinler, insanı anlamaya, uzlaşmaya ve birlikte çözüm aramaya teşvik eder. Ayet ya da hadis okumak, bir tartışmaya son vermek değil, o tartışmayı daha derin bir anlayışla sürdürmek için bir başlangıç olabilir ancak.
Bugün dini değerlere gerçekten sahip çıkmak istiyorsak, onları ideolojik sipere dönüştürmekten vazgeçmeli; onları hayatı anlamlandıran, adaleti önceleyen ve insana değer katan bir rehber olarak görmeliyiz. Din, yalnızca neyin haram ya da helâl olduğunu söylemek için değil; nasıl daha iyi insan olunur, nasıl daha adil bir toplum kurulur sorularına da yanıt verir.
Bizi bir arada tutacak olan şey, aynı şekilde düşünmek değil; birbirimizi anlamaya, dinlemeye ve farklılıklarımızla birlikte yaşamaya istekli olmaktır. Gerçek bir toplum olmanın yolu, hakikati tekeline alanlardan değil, hakikati birlikte arayanlardan geçer.
Artık duvarlar değil, köprüler inşa etmenin vaktidir