Uyuşturucu kaçakçısına nezarethaneyi dar eden Sadık amca

Ali Turna

Ali Turna

22 Kas 2019 12:02
  • SADIK AMCA

    Yine bir gün teröristim diye başladı hafız ve başından geçen hikâyeyi anlatmaya:
    “Gözaltına alındım ve Vatan emniyetteki nezarete attılar. Büyüktü nezaret, 9-10 kişi vardı. Beni ilk Sadık adında yaşlı, nur yüzlübir  amca karşıladı ve suçumu sordu. Malum konudan tutuklandığımı belirttim ve öğrenci olduğumu söyledim. Ne öğrencisi olduğumu sorunca da ilahiyat son sınıf öğrencisi olduğumu belirttim. Benden Yasin okumamı rica etti ben de çekine çekine sesli bir şekilde Yasin-i Şerif’i okumaya başladım. Tüm tutuklular beni dinlemeye başladı.
    Okumam bitti ve Sadakallahulazim dedim.

    Köşedeki iri yarı, mafya babası olduğunu sonradan öğrendiğim dayı, bana doğru yaklaştı ve bir kere de onun için okuyabilir miyim diye sordu bana. Biraz korku ve çekingen bir edayla, emrivaki bir şekilde Yasin-i Şerif’i bir kez daha okudum. Okumam biter bitmez Sadık amca, mafya babasına doğru yaklaştı ve oldukça sert bir ifadeyle Müslüman olup olmadığını sordu. Mafya babası da şaşkın bir tonla ‘Elhamdülillah dayı bu ne biçim soru?’ diye göğsünü gerdi.

    Sadık amca korkusuz, aynı sert tavırla, ‘O zaman neden namazını kılmıyorsun? Çabuk git abdestini al cemaat yapacağız.’ dedi.

    Biz korkmuştuk o an mafya babasının Sadık amcamıza bir şey yapacağından. Fakat mafya babası hiç itiraz etmedi ve babasından emir alan bir çocuk edasıyla abdest almaya gitti.

    O günden sonra da Sadık amcanın baskısıyla, hepimiz hiç fire vermeden cemaatle namaz kılıyorduk. Uyuşturucu kaçakçısı, mafya babası, kalpazan ve suçunu bilmediğim diğerleri bu ortamda saf tutan cemaatimdi.

    Sadık amca kaldığı iki gün boyunca nezarethanede nam salmış ve herkesi namaza başlatmıştı. Bir de her bulduğu fırsatta uyuşturucu kaçakçısına yükleniyordu. Hatta bir seferinde bir baktım köşeye sıkıştırmış:

    ‘Sattıklarından çocuğuna da içiriyor musun sen?’ diye bağırıyordu.
    Torbacı şaşkın:
    ‘Haşa Sadık amca ben satıcıyım.’ diye kendini açıklamaya çalışıyordu.
    Sadık amca dayanamayıp:
    ‘Onun, bunun, belki de benim çocuğumu mu zehirliyorsun sen? Devlet izin verse seni öldürürüm burada. Bir daha yapmayacaksın anlaştık mı?’ diye cevap bekleyen gözlerle tekrar bağırıyordu.
    ‘Sadık amca ben yurt dışına satıyorum.’ diyen torbacı çaresiz gözlerle Sadık amcaya bakıyordu.
    ‘Onların çocukları can değil mi? Çabuk tevbe et.’ diye son fırçasını attı Sadık amca.

    İki gün sonra Sadık amcayı bizden alıp götürdüler ve en çok uyuşturucu kaçakçısı mutlu olmuştu gidişine. Ben cemaatle namaz kıldırmaya devam ettim fakat cemaatin yarısı Sadık amcanın gidişiyle namazı tekrar bırakmıştı. Suçlu olamayacak kadar temiz yüzlü bir tipe sahip biri vardı nezarette ve o da namazı bırakanlardandı. Bir ara yanaştım ve neden namazı bıraktığını sordum. Ve beni şaşırtan ‘Ben Süryaniyim.’ cevabını aldım. Hemen, ‘Hoppalaa o zaman iki gündür niye arkamda saf tuttun be birader?’ diye sordum tekrar dayanamayıp.
    Sadık amcadan çekindim o yüzden kıldım.’ dedi.
    Şimdi hangi cezaevinde kimlere el atıyor bilmiyorum ama Sadık amca çok istisna bir insandı. Korkusuz, hakkı savunan ve gittiği yeri güzelleştiren, nur yüzlü bir dedeydi...”

    KİMİN DERDİ DAHA BÜYÜK

    Yedinci yatakhanede altı kişi kalıyorduk. Hayreddin, dosyası boş olmasına rağmen 16 aydır tutuklu olan, 43 yaşında müzmin bekâr ve hastalıklı babası ölmeden tahliye olmak isteyen bir kardeşimizdi. Daha sonra tahliye oldu ve babası on gün sonra vefat etti. Mahkemesi sonuçlandı, yardım ve yataklıktan iki yıl civarı bir hapis cezasına çarptırıldı. Oysa tek suçu evine ekmek götürebilmek için bankada çalışmaktı.

    Osman Bey, otuz küsur yaşlarında, evli, iki çocuk babası ve kendi çapında market işleten sıradan biriydi. Her gece uyandığımda, ranzasında dışarıdan gelen ışığın altında Kur’an okuduğuna şahit olurdum. Üstünde arıza İhsan yatardı. Sabahı akşamına, saati saatine uymaz gel gitler yaşardı. İlahiyat mezunu olduğu için namazları o kıldırırdı. Ve ikinci rekâta gelmeden başlardı salya sümük ağlamaya. Her namazını gözyaşlarıyla tamamlardı. Peşinden yatakhanede şakalarımıza karşılık verir, acılarımızla dalga geçer ve en büyük acımızın şerefine kahkahaları patlatırdık.

    İtalyan kankam üstümde yatardı. Beş sene önce İtalya’da yaşamış ve İtalyanca bildiği için devlet baba onu İtalya imamı diye yargılıyordu. Benim odada tek sigara arkadaşımdı, sağlam horlardı ve Türkçesi çok kaliteli olduğundan edebî bir konuşma tarzı vardı. Kullandığı cümleleri anlayabilmek için biraz düşünürdük. Kelime hazinesi çok zengin ve bir o kadar da duygusaldı. Her görüş sonrası ağlayarak döner ve üç yaşındaki oğlu mevzu bahis oldu mu gözleri hemen dolardı. Zamanının çoğunu da Kur’an ve tesbihatlarla geçirir, yatarken bile elinde tesbihle uyurdu...

    Yatakhanenin son bireyi Veli Bey de dert küpü ve bir o kadar da ihlaslıydı. Onun başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Hiç konuşmaz, mızmızlanmaz, bütün derdini, çilesini, acısını içine akıtır, yatağında acılarını yaşardı. Çok dertli ve psikolojisi bozuk, insanlarla didişmemek için de dünyası yatağı olmuştu. Namaz ve yemek dışında tüm zamanını yatağında Kur’an veya kitap okuyarak geçirirdi. Eşi Bakırköy cezaevinde, küçük kızları köyünde dedeleri ile kalıyordu. Bir de oğlu vardı ve o da üniversite okumaya çalıştığından bir hafta babasına, bir hafta da annesine ziyarete gidiyordu. Okul zamanında ise ne annesine ne de babasına gelemiyordu. Yatakhane olarak Veli abiyi neşelendirmeyi görev gibi görmüştük kendimize. Çay ve çikolata ikram ederek onu acılarından uzaklaştırıp meşgul etmeye çalışırdık. Ama o inadına acılarına balıklama dalar, sımsıkı sarılır ve acılarından eşini düşünmeyi bıraksa çocuklarını anımsar, onu bıraksa onları kaybedeceğinden korkardı. Onun da psikolojisi bozuk olduğundan çoğu zaman huysuz dede gibi olurdu. Ama yine de biz hoşgörü ile onunla ilgilenmekten asla vazgeçmezdik. Yine öyle bir gün Veli abiyle konuşmaya çalışıyordum. Onu acılarından sıyırıp meşgul edebileceğim konular açmaya çalışıyordum. Ters ters cevaplar vermeye başlayınca da birden ayağa kalktım ve kızgın bir şekilde:

    “Yeter be Veli abi şükret biraz.” diye sitem ettim.
    Şaşırmış gözlerle bana bakarken ben de hızımı kesmeden devam ettim:
    “Bizim eşlerimiz evde dul ne yer ne içerler bilmiyoruz. Eve hırsız ya da gaspçı girse savunmasızlar ve haberimiz bile olmaz. Senin eşin ise güvenlikli bir hapishanede, devlet eşine yemeğini veriyor ve yanında acılarını paylaşabileceği ablaları var. Ya bizimkisi...” diye söyledim ve sustum. Aradan yarım saat geçti ve Veli abi yanıma geldi:
    “Çok haklısın kardeşim, ben hiç bu açıdan düşünmemiştim. Biraz rahatladım doğrusu...” diyerek beni onayladı. Hepimiz Veli abinin bu haline güldük ve acımızın şerefine bir bardak çay daha içtik...

    BEYAZLAR DAHA BEYAZ OLMUYOR

    Malumunuz hapis hayatı yaşıyoruz ve özgürlüğümüz gibi birçok şeyimizde kısıtlı. Pantolon iki, tişört üç adet gibi ailemizden alabildiğimiz eşyalar da kısıtlı. Bu durumda da çamaşır makinesinin ne büyük bir icat olduğunu anlıyoruz. Tabi değerini de...

    Kırk kişilik bir koğuşta, devletin izin verdiği sadece iki leğen ve iki kovayı kullanabiliyoruz. Yedi yatakhane olduğu için, leğen ve kovaları her güne bir yatakhane olacak şekilde ayırdık. O gün sabahtan çamaşırlarımızı yıkayıp avluya asmaya çalışırdık. Kendimizi asacağımızdan endişe eden devlet, bize ip de vermiyordu. Bizler de çöp poşetlerini ip yapıp avluya çamaşırlarımızı asardık. Kışın avlu hiç güneş görmüyor üstelik bir de sıcak su vermiyorlardı. Yazın çamaşır yıkamak çok problem olmuyordu. Asıl problem olan ve en zoru olan ilk girdiğimizde bize verilen yünlü battaniyelerdi. Bilmem kaç kişinin kullandığı ve pislik içindeki battaniyeleri yıkamak, tozunu yünlerin içinden çıkarmak mümkün değildi. Yıkamasak leş gibiler, yıkasak da kurumaları üç günü alıyordu. Avlu beş metre duvarlarla çevrili olduğu için civardaki tarlaların tozu toprağı, rüzgârla beraber avluda girdap oluyor ve içimize kadar siniyordu. Kırk kişinin yemek, çay buharları ve kırk kişinin nefesi yazın sıcaktan durulacak gibi olmuyordu. Üstelik insan devamlı terliyor o sıcakta. Bir de terimiz yüzünden sık sık, zaten sınırlı olan kıyafetlerimizi, değiştiriyorduk.

    Yün battaniyeden daha zoru varsa o da don atlet yıkamaktı. Altı aylık hapis hayatımda atletleri beyaz yapmayı bir türlü beceremedim. Beş litrelik damacanaların içine çamaşır suyu döküp zor bir çalışma ve efor ile atletleri içine tıkıştırıp bir gün bekletsek de yıkayıp kuruladıktan sonra gene gri bir atletle karşılaşıyorduk. Yani beyazlar hiçbir zaman daha beyaz olmadı.
    Büyüklerimiz ne kadar affedeceksiniz, unutacaksınız ve milletiniz için çalışacaksınız deseler de yaşadığımız bu kadar zulümden sonra içimizde bir yerlerde hep bu günleri hatırlayan bir tarafımız olacak gibi geliyor insana. Zaman birçok şeyi unutturuyor değil mi? En büyük aşkın dahi acısı üç gündür ama bu yaşadıklarımızın acısı sanırım üç asır devam edecek gibi.

    Tahliye olalı beş ay oldu ama hep bir tarafım hâlâ içeride ve hâlâ özgür değilim. İnsanların benden kaçmaları, telefonlarıma cevap vermemeleri ve geleceğimin belli olmaması; yani yurt dışına çıkamazsın, burada da yaşayamazsın, ölemezsin. Psikolojik olarak delir demeye getiriyorlar yani. Sorulduğu zaman ise, “İnanın suçumu bilmiyorum.” oluyor verdiğim cevap.

    Beyazlar daha beyaz olmuyor ve her geçen gün daha da kirleniyorlar. Bu çıkmazın içinde gittikçe karalara bürünüyor insan ve bizler yine de her şeye rağmen yalnızca dua etmekle yetiniyoruz. Deterjanı ortak alır hakka girmemek için de kısıtlı kullanırdık. Çamaşırların suyunu almak için bir arkadaştan yardım alır avludaki mazgalda beraber sıkardık ve avluda, duvardan duvara çektiğimiz çöp poşetlerinden ipe asardık suyunu aldığımız çamaşırları. Voleybol saatinde, kurumasa da bütün giysileri toplar, merdiven boşluğunda çöp poşetlerinden yaptığımız mekanizmanın aynısına asardık. Çamaşır yıkamak bir nevi zaman geçirmek, kendimizi meşgul etmek açısından bir teselliydi bizim için.

    Sabah tuvalete gittiğimizde, yatakhanenin ağır üyelerinin, büyük firma sahipleri veya mühendis birilerinin, don atlet yıkamasıyla karşılaşırdık. Biz mahkumduk size göre, esirdik. Bize göre beyaza yer bırakmadılar. Beyaza hasret, gri bir esaretti yaşadıklarımız...

    *Yukarıda okuduğunuz satırların yazarı Türkiye'deki cadı avının kurbanlarından ismi bizde saklı bir esnaf. İçeride aldığı notları çıkınca yazdı ve bu notların her gün bir bölümünü Samanyoluhaber.com'da yayımlıyoruz.

    İletişim: [email protected]
    22 Kas 2019 12:02
    YAZARIN SON YAZILARI