Vicdan Körelmesi - 2

Ahmet Yılmaz

Ahmet Yılmaz

18 Şub 2019 11:59
  • Bir dost ile beraberdik geçen gün. Söz döndü dolaştı, başka bir dosta geldi. Üçüncü şahısları kritik etmezsek olmaz tabi ki. Onu kastederek bana: “Vicdan yaptı, sanırım” dedi, “Aradı, o konudaki duruşundan telefonda geri adım attı.”  Konuşurken kullandığı “vicdan yapmak” söylemi dikkatimi çekmişti. Aslında biraz da garip bulmuştum. Risâle-i Nûr’un üslubuna aşina olduğunu zanneden biri olarak kulağımı tırmalamıştı bu tabir. Behzat Ç. jargonundan kopup gelmiş ve bizim limana gayr-ı ihtiyari demir atmış gibiydi. Üzerine düşünmeye başladım. Belli ki “vicdan azabı duydu” veya “vicdan azabı çekti” anlamlarında kullanılmıştı.

    Düşündükçe, “vicdan” ihtiva eden ya da çağrıştıran deyişlerin aslında dilimizde ne kadar da yaygın olduğunu fark ettim. “Vicdan rahatlığı” bunlardan biri. “Vicdanın rahat mı?”, “Benim vicdanım rahat”, “Gece yastığa başını rahat koyabiliyor musun?” deriz, sıklıkla. Vicdan mekanizmasının çalışmaya başlamasını ise “vicdan sızlaması” veya “vicdan yaralanması” olarak açıklarız. Karşımızdakinde bu potansiyel gücü harekete geçirmek için, “elini vicdanına koyarak söyle!” der, samimiyet çağrısı yaparız. Ali Şeriati’nin “insanın öz benliği” olarak tarif ettiği bu yeti, bünyede yetkin olduğunda nefis mekanizması da müspete dönüşüyor ve insanın yücelip yükselmesine hizmet eden bir vâsıta hâline geliyor. Bu durumu “vicdanın sesini dinlemek” veya “vicdanı el vermemek” olarak tanımlarız. Vicdan ehlinde hâsıl olan pozitif hâlet-i rûhiyeyi ise “vicdan duruluğu”, “vicdan enginliği” veya “vicdan safveti” diyerek bayraklaştırırız.

    Bir de bunun zıddı var: “Vicdan körelmesi”, “vicdan kuruması”, “vicdan çözülmesi”, “vicdan körlüğü”, “vicdan tefessühü”, “vicdan kirlenmesi” ya da “vicdan fakirliği”… Kişinin iç dünyasındaki yargılama gücünün hasar görmesi ve bunun kronik bir hal alması. Yanlıştan doğruya, kötüden iyiye ve zararlıdan faydalıya sevk edecek o rahmani ikaz butonunun kabiliyetini yitirmesi.

    Kurallara aykırı bir davranış müşahede edildiğinde devreye giren ve susturamadığımız enfüsî bir mekanizma, vicdan. İçsel bir davacı. Ve bu içsel davacı sürekli olarak bir ahlak yasasını terennüm etmekte. Kendimizi aklamak adına ne tür bir uğraşıya girersek girelim, nasıl gerekçeler üretirsek üretelim, susturamadığımız hayranlık uyandırıcı bir yeti. Deruni bir ses ve ilahi bir nefes, vicdan…  

    Doğuda ve batıda insanlığın gerçek manasıyla yücelmesini gaye edinen bütün dinler, bütün kutsal metinler, felsefi akımlar, anlayışlar hep vicdan ortak paydasında birleşmişler. Vicdan demişler, hep onu haykırmışlar, hep vicdan soluklamışlar ve hep vicdanla oturup vicdanla kalkmışlar. Ancak herhangi bir din ya da inanış tarafından referans alınması, vicdanın kaynağının din olduğunu göstermiyor. Vicdan, yaratılıştan gelen, “insani” bir meleke. O yüzden Türkçe karşılığı “peşinen bulunmuş olan”, “önceden verilmiş olan” ya zaten. İnsan olabilmekle, insan kalabilmekle çok ilgili. Topyekûn insanlığın ortak değeri. Vicdan ortak paydasında buluşmak için aynı dine, aynı inanışa, aynı kültüre ya da aynı meşrebe sahip olmak gerekmiyor. İyi bir insan olmak yeterli. Allah Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem ilim ve irfan aşkıyla kendisine gelen Vâbisa b. Ma‘bed’e “- İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?” diye sorduğunda: “-Evet yâ Resûlallah!” cevabını almıştı. Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Vâbisa’ya kulaklara küpe olacak şu nasihatte bulunmuştu: “- Vicdanına danış. İyilik, vicdânının uygun gördüğü ve yapılmasını kalbinin onayladığı şeydir. Kötülük ise, içini tırmalayan şeydir. Öyle ki başkaları sana “yap” diye nice nice fetvâlar verse de bir husus günah ise, senin içinde bir şüphe ve tereddüt meydana getirecektir!” (Müsned, IV, 227-228; Dârimi, “Büyû‘”  2) Hz. Peygamber böyle demekle vicdandaki fıtrîliğe dikkat çekiyor ve onu referans kabul ediyordu. Demek ki vicdan İslam’a çok yaraşıyor. İslamiyet, insaniyet blokajı üzerinde yükseliyor.

    İlahiyat Fakültesi yıllarımda, okul dışında yaygın eğitim faaliyeti olarak takip ettiğim bir ders halkası vardı. Arapça metin okuma melekemizin gelişmesi, tesis edilen bu ders halkasının gayelerinden biriydi. Güzel insanlar yetişti oradan. Şimdilerde kimilerinin, normal bir hapishanedeki mahrumiyetten bin derece daha sıkıcı şartlarda zulümden korunmaya çalıştıklarını işittiğim güzel insanlar. Kimileri ise tek başlarına hücreye mahkûm vaziyetteler. Münevver insanlar onlar. Maruz kaldıkları vicdansızlık karşısında yüreğim yanıyor…

    Hislendim…
    Demek ve yapmak istediğim o değildi.
    O halkada okunan ve müzakere edilen başucu eserlerden biri de Fî Zilâli’l-Kur’ân idi. Siyasal İslamcı güruhun kavrayamadığı Seyyid Kutub (ö. 1966) merhumun muhteşem eseri. Edebî, sosyo-psikolojik bir tefsir. Onunla ilgili iki keşke’m vardır: Birincisi; Türkiye’de, meraklıları keşke bu kıymetli eseri, yetersiz tercümelerinden değil de aslından okuyabilselerdi. İkincisi; keşke onu Türkiye’de ilk bayraklaştıranlar kavga kültüründen beslenen siyasal islamcılar olmasaydı. “Kur’ân’ın Gölgesinde” süren o derslerden çok feyiz almıştım. Kutub’un bir cümlesi hâlâ aklımda: “İman vicdanda hissedilen bir hassasiyettir!” Subhânallâh! Müfessir hangi âyetin bağlamında kullanmıştı, hatırlamıyorum. Ama adeta beynime kazımıştı. Ruhuna bin Fâtiha! O mübarek kahraman, iman ile vicdan arasında kuvvetli bir bağ kuruyordu. Ve aslında Müslüman’a vicdanın ne kadar da yakıştığını, yaraştığını haykırıyordu. “İslam” diyordu, “Vicdan demektir!”        

    O yüzden Müslümanlık iddiasında bulunanların vicdanlarındaki çölleşmeyi havsalam almıyor, midem kaldırmıyor. “Dindar nesil” hülyası nasıl oldu da “kindar nesil” realitesine dönüştü? Kin ile vicdanın aynı kefede bulunması nasıl mümkün olabilir? Zulüm vicdan ile nasıl örtüşebilir? Toplum nasıl oldu da bu kadar kutuplaştırılabildi? Hatta bununla yetinilmedi, dünyadaki kutuplaşmanın bir parçası haline gelinebildi? Yıkılası “kokuşmuş vicdan”! 

    İnsaniyetin unutulduğu, iyiye güzele dair ne varsa bizâtihî tehdit altında olduğu, hakkaniyet ve adaletin ötelendiği, merhamet duygusunun yitirildiği, çocukların kendi anne-babalarına zarar verdiği, aynı yastığa baş koyan eşlerin birbirlerinin canlarına kastettiği, çocukların istismara uğradığı, insanlığın Meriç’te, Ege’de boğulduğu, hamile anaların hapse atıldığı, bebeklerin zindanlarda dört duvar arasında büyüdüğü, cinayetlerin, her türlü ihanetin revaç bulduğu, güçlü olanın haklı; zayıf olanın hor ve hakir görüldüğü, “öteki” kabul edilenin yaşam hakkının olmadığı bir ülkemiz var. Böyle bir ülke hiç birimizin hayali değil elbette. Ama realite bu ve direksiyonda İslamlık iddiasında bulunanlar var.

    Bu haftaki yazımı da, onların çok değer atfettikleri Seyyid Kutub’un bir tahlili ile bitireyim. Yine Fî Zilâli’l-Kur’ân’dan. Bir Uhud okuması: “Uhud Gazvesi, sadece tek bir meydanda olmuş bitmiş bir savaş değildir. Uhud, aynı zamanda vicdanda gerçekleşen bir harptir. Ve vicdan meydanından daha büyük de bir meydan yoktur. Savaşta, dehşet veren mücadelenin cereyan ettiği cihet bellidir, düşmanın yeri, safı, tarafı bellidir. Nefis ise öyle değil! Nefis meydanı, türlü duygulardan, tamahlardan, hırslardan, arzulardan, meyillerden, iştahlardan, dürtülerden, eğilimlerden… müteşekkil. Nefis ne kadar da çok buudlu! Nefsi en güzel, en kalıcı ve en şümullü şekilde tedavi edebilecek olan Kur’an ise işte bunun için var!”  

    Ülkemdeki bir kısım Müslümanlardan ümidimi kesmek istemiyorum. Ancak siyasal islamcılarla ilgili umutlarım yıllar önce tükendi.
    Konuya biraz daha devam edelim inşallah…

    Dr. Ahmet Yılmaz
    18 Şub 2019 11:59
    YAZARIN SON YAZILARI