Bizim 'Öşür' ile konuştuk

Abdullah Aymaz

Abdullah Aymaz

10 Eki 2017 11:23
  • Zünnûn Bey telefonu uzattı. Dikkat ettim, tanıdık  bir ses… Zihnim birden eskileri gitti… Seneler önce çiftlik gibi bir yerde oturan on çocuklu mübarek bir zatın ziyaretine gitmiştik. Oğullarından birisi, kabiliyeti ile göz dolduruyordu. Öğrenci idi… Ev hizmetlerinde başarılı olacağa benziyordu. O zâta “Paramızın ve malımızın kırkta birini, tarladan kalkanın onda birini Allah için muhtaçlara vermek gerekiyor değil mi?” diye sorduk. “Elbette” dedi.  “Öyle ise bu on evlattan birisini Hizmet-i imaniye ve Kur’aniye için verebilir misin?” dedik. “Niye olmasın?” dedi. İşte bu onda birlik yani “öşür” olan yiğitti… Onun için “Ne haber öşür?” deyince, Zünnûn Bey, şöyle bir yüzüme baktı: “Ne demek? Bu öşür de nereden çıktı?” demek istiyor gibiydi. Öşür’ün mâcerasını dinledikten sonra yukarıda anlattıklarımı Zünnûn Beye ifade ettim.

    Eskiden hayatını tamamen Hizmete hasretmiş “vakıflar” vardı. Zaten en büyük vakıf Üstad Bediüzzaman’ın kendisi ve çevresindeki Zübeyir Ağabey gibi muhterem Ağabeylerdi… Onların açtıkları güzel yolda hayatlarını sürdüren mübarekler vardı. Biz onlara hayranlık duyardık… 

    Bunlar,  hayatlarını bu Hizmete vakfettikleri için iman ve Kur’an’a hizmet etmekten başka bir şeyi düşünmezlerdi…

    Onbeş-yirmi sene önce bir “himmetlik” ile tanışmıştık. Avrupa’ya işçi olarak gelmiş. Türkiye’deki bir siyasi partinin, saygı duyulan bir üyesi olmuş… Kendi ifadesiyle takdim edecek olursak, şöyle diyordu:  “İşime, evime gidip gelirken bir apartmana girip çıkan pırıl pırıl gençler ve ellerinde Elif-bâları ve Kur’anları olan çocuklar görmeye başladım. Merakla bir gün onları takip ettim. Gittikleri  mekâna arkalarından girdim. Baktım odalarda o gençlere sohbet ediyor, o çocuklara Kur’an öğretiyorlar. O güzel halleri, ihlas ve tevazuları çok hoşuma gitti. Artık her fırsatta onlara uğruyor, onlarla olmaktan mânevî haz alıyordum. Sonra da onlara maddî-manevî destek olmaya başladım. Ama bu halimi aynı partiden olan arkadaşlarıma da söylemiyordum. Hatta kendisi hâfız-ı Kur’an olan hanımımdan bile gizli tutuyordum. Neyse bir gün dediler ki; ‘Yeni yerler tutmak, yeni kültür merkezleri kurmak için toplantı yapacağız ve  arkadaşlardan yardım isteyeceğiz. Hatta hanım ablaları da davet ediyoruz, onlardan da imkânları nisbetinde destek bekliyoruz.”

    “İşte bunu fırsat bilerek o toplantıya eşimi de götürdüm. Önce erkekler bölümünden konuşmalar yapıldı ve bu maddî desteklerin yetişen neslin özümüze ve kökümüze bağlı olarak eğitilmesinin üzerinde duruldu sonra, tek tek herkese ne verebileceği soruldu. Herkes gönlünden kopanı söylüyordu. Bu konuşmalar ve söylenen miktarlar hemen yan odada toplanmış bulunan bayanlara ses ve görüntü olarak, anında aktarılıyordu… Erkekler tarafı bitince hanımlar tarafından da teker teker hepsine nasıl bir yardım yapacağı, ne vereceği soruluyor ve ismen de belirtiliyordu. Sıra benim eşime geldi. Ben heyecanla ne söyleyecek diye bekliyordum. Zaten ilk defa böyle bir yere geliyordu. 

    “Dedi ki: ‘Ben ev kadınıyım. Bir işte çalışmıyorum. Yani benim taahhüt  edeceğim bir param ve imkânım yok. Ama benim sizlerin de tanıdığınız bir eşim var; işte onu Hizmete vakfediyorum. O artık bundan sonra bu güzel hizmetindir!’  Şaşırıp kalmıştım. Artık ben Hizmete  vakfedilmiş biriydim. Bizim hanım da eşini hizmete vakfetmiş bir fedâkardı. Çünkü bu basit bir söz değildi. Artık benim şahsî bir hayatım olamazdı. Dünyanın neresinde benim yapabileceğim, elimden gelen bir iş varsa, benim orada olmam gerekiyordu.”

    Gerçekten bu asâlet sahibi ağabeyimiz aynen bu söze sâdık kaldı. Şu yaşında ve ameliyat geçirmiş halinde, üzerine düşen hizmetleri hiç sektirmedi…  

    Bu zehir zemberek süreçte, zâlim güçlerin “ihafe ve ızhar” (korkutma ve zarar verme) yoluyla insanları sindirdikleri bir dönemde, yiğitlik üzerine yiğitlik sergileyen bu mübarek ağabeylerimiz dimdik ayaktalar ve aşkla-şevkle hizmetleri için koşuşturuyorlar.

    Abdullah Aymaz 
    10 Eki 2017 11:23
    YAZARIN SON YAZILARI