“Ülfetten nasıl kurtulabiliriz?”

M. Fethullah Gülen Hocaefendi, havf ve recâ arasındaki dengeyi kurmamızı tavsiye ediyor

SHABER3.COM

SAFVET SENİH - SAMANYOLUHABER.COM 


“Ülfetten nasıl kurtulabiliriz?” diye sorulan bir soruya cevap verirken M. Fethullah Gülen Hocaefendi, meseleyi çeşitli yönleriyle ele alıyor. Bir bölümünde şöyle diyor: “Ülfet, bir hastalık ve bakış zaafına, bağlı MARAZΠ BİR  RUH  HÂLETİDİR. Bu itibarla insanın, her şeyden önce hem şahsî gurur ve kibrini hem de cemaat enaniyetini bırakması lâzımdır. Bunları elden bırakmayan ‘Benim’ diyen bir insanın öbür âlemden gelen ‘Benim’  sesini duyması mümkün değildir. Tasavvufî ifadesiyle önce ‘benlik’ten’ vazgeçme sırları kazanılıp, sonra da Rabbin karşısında izafî  ve âciz bir varlık ortaya konulmalıdır. Ülfetten kurtulmak için bu birinci şarttır.
“Ayrıca, ülfeti yırtmak bir ameliyat-ı fikriye ister. Okuyan, düşünen ve karşısına çıkan hayat kitabının her safhasını yeni yeni terkipler şeklinde gören, o terkiplerle irfan hayatına yeni yeni derinlikler kazandıran bir insan, her tarafı çok orijinal şeylerle donatılmış bir yolda yürüyor olacağından daima canlı yaşayacaktır. Dahası, İslâm’a ait her şeyi ter ü taze olarak vicdanında duyacak ve O’nun aşkıyla yaşayacaktır. Düşünmeyen, araştırmayan, tefekkür etmeyen bir insan ise ülfetten kurtulamayacaktır. Pek çoğumuz itibariyle, okuduğumuz kitaplarla bu hususta ders almışızdır. Ama asıl mesele bu dersi tatbik sahasına koyabilmektir. 
“Büyüklere ait menkıbeleri okumak da ülfetten kurtulmak için yapılabilecek şeylerdendir. Mesela, bu konuda ashab-ı kirama dair yazılmış kitaplar okunabilir. Zira salih insanlar zikredildiği zaman ölmüş kalbler ihya olur. O  büyük örnekler karşısında vicdanlar ürperir ve titrer. Onları tanıyan biri, büyüklükleri karşısında ‘Onlar nerde biz nerdeyiz?’ diye soracak ve kendisini çok ciddi bir muhasebeye zorlayacaktır. Önden çekici, arkadan itici faktörler olmadıktan sonra ülfet denen büyük belânın badiresinden kurtulmak çok zordur.
“Sahabilerden Hz. Hanzala İbn Rebî (r.a.), Efendimizin (S.A.S.) yanında duyduğu neşveyi başka zamanlarda duyamadığından ötürü kendisine ‘Hanzala münafık oldu!’ diyor, nifaktan endişe ettiğini söylüyordu. Bir gün yine bu duygular içindeyken Hz. Ebu Bekir’le karşılaştı. Onun böyle kederli halini gören de Hz. Ebu Bekir (r.a.) ne olduğunu sordu. Aldığı cevap ‘Hanzala münafık oldu!’  Hanzala daha sonra bu duygusunun sebebini de şöyle açıkladı. ‘Resul-i Ekrem’in huzurunda olduğumuzda Cennet ve Cehennem’den bahsediyor sanki  onları görmüş gibi oluyoruz. Oradan ayrılıp evlâd ü iyal,  çoluk çocuk, bağ ve bahçemize gidince gözümüzün önünden her şey siliniyor. Çarşıya çıktığımız zaman Allah ve  Resulullah unutuluyor. Bu ise, münafıklık ve iki yüzlülükten başka  bir şey değil.’
“Hz. Ebu Bekir, Hanzala’yı dinledikten sonra aynı duyguları kendisi de hissettiğinden ‘Vallahi, ben de aynı duyguları yaşıyorum’ der. Bunun üzerine beraberce gidip hallerini Efendimize (S.A.S.) açarlar. Allah Resulü, ‘Nefsini kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl’e kasem olsun ki, siz, benim yanımdaki hâli dışarıda da devam ettirip o durumunuzu koruyabilseniz, melekler aranıza iner, yollarda sizinle musafaha ederdi. Fakat ey Hanzala, bazen öyle bazen böyle olması normaldir. (Bu münafıklık değildir) der (Ve bu son cümleyi üç kere tekrarlar.) (Müslim) 
Allah Resulü, bunu derken sanki, “Ey Hanzala! Bir ekin gibi düşeceksin; düşeceksin ama ürperip kalkacaksın, ‘Ya Rabbi gaflet içine düştüm!’ diyecek yine O’na koşacaksın. Başka bir zaman yine bir gaflet seni bastıracak. Ayın, bulutların arkasında kaldığı gibi yine görünmeyeceksin. Fakat  biraz sonra yine çıkacak ve koşacaksın. An olacak evlâd ü iyâlinle hemdem olacaksın, an olacak Rabbinle hemdem olarak mest ve sermest yaşayacaksın’ diyordur. Beşerin, sürekli o yüksek çizgide kalması zordur. Çünkü onun tabiatı böyledir; bazen ulvî âlemlerde dolaşırken bazen de tanınamayacak hale gelebilir. 
“Tâbiîn imamlarından Abdullah İbn Ebî Müleyke diyor ki: Ashab-ı Kiram’dan otuz kadar insan tanıdım, hepsi de kendilerinde nifak alâmeti olduğu şüphe ve korkusunu taşıyorlardı. Bunların içinde Hz. Ömer ve Hz. Âişe (r. anhümâ) gibi büyük sahabiler de vardı. Hz. Ömer ki, Allah Resulü (S.A.S.) onun hakkında ‘Benden sonra peygamber olsaydı, Ömer olurdu”, buyurmuştur. (Tirmizi) Hz. Âişe, dinin bir çok hükmünü kendisinden öğrendiğimiz, ilmiyle bilinen bir sahabiydi.
“Bu zâtlar kendi haklarında endişe yaşıyorlarsa, bizim gibi sıradan müminlerin, kalbinin kasavetinden, gözünün yaşarmayışından, gece hayatının bulunmayışından, Rabbi ile münasebeti olmadan geçirdiği yirmi dört saatin şeytan hesabına geçmiş olacağını düşünmeyişinden endişe yaşaması evleviyetle gereklidir. Şayet bir insanın içinde, en azından ticarî hayatındaki bozulma karşısında duyduğu endişe kadar bir endişe yoksa, kendi münafıklığından endişe etmelidir. Bir mümine ben ‘münafık” diyemem; kendisi de demesin. Fakat Allah Resulü bazı emareleri, münafıklık alâmeti olarak saymıştır. Mümin bunlardan endişe duyup  ürperdiği zaman bir bakıma ülfetten kurtulma adına kendisine bir yol ve yöntem arayacaktır. 
“Efendimiz (S.A.S.) Hz. Huzeyfe’ye (R.A.) münafıklar hakkında bilgi vermişti. O, münafıkları ve bazı zuhur edecek fitneleri biliyordu. Hz. Huzeyfe, münafıkların cenaze namazlarına katılmıyordu. Hz. Ömer de (r.a.) onu takip ediyor, onun namazını kılmadıklarının namazına katılmıyordu. Bir gün Hz. Ömer’in iyi olarak  tanıdığı birisinin cenazesi getirilir. Herkes namaza durmaya hazırlanırken Hz. Huzeyfe oradan ayrılır. Bunu gören Hz. Ömer hemen peşinden yetiştirir ve ona cenazenin münafıklardan olup olmadığını sorar. Cevap vermek istemeyen Huzeyfe’yi biraz zorlayınca ‘Evet’ cevabını alır. (İbn-i Esir) Her gün camide müminlerin arasında olan bir insanın İslâm’dan nasıl nasibi olmaz; ama olmamıştı işte! 
“Bunu duyan Hz. Ömer’in endişelerini insan daha iyi anlıyor. Hz. Ömer gibi bir kâmet-i bâlâ bile bunu sorarken, acaba biz hayatımızda hiç endişe duyduk mu? Seccadeye başımızı koyup ‘Rabbim! Endişe ediyorum, ben de onlardan mıyım? Onlardan olmaktan Sana sığınırım’ endişesini izhar ettik mi? ‘Ey Kerim Rabbimiz, bize hidayet verdikten sonra kalblerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla.’ diye inledik mi? Allah Resulünün (S.A.S.) durmadan tekrar ettiği ‘Ey kalbleri evirip çeviren Allahım!  Kalbimi dinin üzere sabit kıl’ duasıyla yalvarıp yakardık mı?” (Bahar Neşidesi) 
M. Fethullah Gülen Hocaefendi, havf  ve recâ arasındaki dengeyi kurmamızı ama hep endişeli yaşamamızı tavsiye ederek bizleri ciddiyete ve dikkate sevk ediyor. 

<< Önceki Haber “Ülfetten nasıl kurtulabiliriz?” Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER