Kaybedenlerin yeni bahanesi

Son dönemin en moda nasihat cümlesi şöyle kuruluyor: "Aman rövanşist duygulara kapılmayın".

Kaybedenlerin yeni bahanesi

Dillere pelesenk olmuş bu cümleyi iyi niyetle söyleyenler var şüphesiz; ancak bu durum bile rövanş kelimesinin oluşturduğu olumsuz çağrışımı ortadan kaldırmıyor. Kelimenin kendisi berbat; siyasi bir kavrama dönüşünce tehlike sinyalleri veriyor. Oysa bu nasihatin özünde sağduyuya davet seziliyor. Nafile! İnsanları aklıselime davet ederken, birlik-beraberlik vurgusu yapılırken seçilen kelime rövanş (ya da buna benzer bir sözcük) olmamalı. "Rövanşist eğilimler"i dile getiren ve endişelerini ortaya koyan herkese şu tip soruların yöneltilmesi kaçınılmaz: Hangi maçın rövanşından bahsediliyor, kim kimden rövanş alıyor, önceki maç(lar) ne zaman yapılmıştı, bu zamana kadar skor tabelasında bir şeyler yazıyordu da insanlar farkında mı değildi?.. Sorular uzayıp gider. Mesele derinleştikçe işin içinden çıkılamaz hale gelir. Çünkü rövanş kelimesinin arkasında soğuk bir tasnif bulunuyor: SİZ ve BİZ. Açıkçası, muhatabını ötekileştiren bir tabirden bahsediyoruz. SİZ derken ülke yönetimine ortak edilmeyen, edilmesi de düşünülmeyen hatta dışlanan geniş bir kitleden bahsediliyor sanki. BİZ'in anlamı daha değişik. Her halükarda yönetimi elinde tutan, en azından önemli mevkilerinde iyi mevzilenmiş, eğitimli, bakımlı, güçlü bir topluluktan söz edildiği anlaşılıyor. Sandıkta kaybedenlerin yeni korku aracı: 'Rövanş...' Gerçekten böyle ikili bir yapı var mı Türkiye'de? Yani, bir tarafta halkla problem yaşadığı halde yönetme gücünü elinden bırakmayan seçkin bir zümre; diğer tarafta halk idaresi diye bilinen bir sistemde çoğunluk olmasına rağmen yönetime ortak edilmeyen kitle. Gönül istiyor ki bu tür bir ayrımcılık söz konusu olmasın bu ülkede. Zira böyle bir durumda ne Meclis'in inandırıcılığı kalır ne de seçim sandıklarının. Şayet gizli bir dar zümre yönetimi varsa ortada, çok vahim bir problem var demektir. Ülke yönetimi söz konusu olduğunda yenme, yenilme, rövanş alma gibi terimler kullanılması siyasi arenadaki yarışı da göstermelik bir karnavala çevirir. Böyle bir tartışma açıldığında demokrasi ile bürokrasi arasında süregiden gizli bir mücadele çıkıyor ortaya. Bürokrasi kendini ülkenin, daha doğrusu devletin asli sahibi sayıyor. "Halk kimi seçerse seçsin asıl söz sahibi benim!" diyor. Ve istiyor ki halk iradesi de bürokrasinin temennilerine (daha doğrusu planlarına) boyun eğsin. Toplum mühendisliğine soyunanların cüreti buradan kaynaklanıyor. Öyle ya; nasıl olsa halk namına en doğruyu düşünecek ve ona nasıl davranmasını öğretecek güç yine bu seçkin zümrenin tenezzül ve lütfuna bağlıdır. Sosyal değişimlerin bağrında kendini sürekli yenileyen halk, kendisine biçilmiş gömleğe razı olmadığında "atanmışlar-seçilmişler" kavgası nüksediyor. Daha açıkçası, kökleri ve uzantıları bir hayli derinlerde olan ve her çeşit kılıfa girebilen bürokrasi, demokrasiye inanmıyor, demokratik yarışı içine sindiremiyor. Demokrasinin tecellisi sivilleşme rotasına girdiğinde ve bir siyasi kuruluşa yetki tanıdığı anda bürokrasi panikatak yaşıyor, devletin kurum ve kuruluşlarını; hatta medyadaki yandaşlarını devreye sokarak korku havası oluşturmak istiyor. Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşanan sıkıntılara bir de bu açıdan bakmak gerekiyor. Hatırlanacağı gibi, Köşk tartışmalarında uzun bir zaman Tayyip Erdoğan'ın adı geçti. Demirel'in o meşhur cümlesine atıflar yapıldı sık sık. "Hiçbir fani, ayağına kadar gelmiş cumhurbaşkanlığı fırsatını geri çevirmez." diyordu eski cumhurbaşkanı. Tayyip Bey ezber bozdu ve Köşk'e çıkmama kararı aldı. O ana kadar Tayyip Erdoğan da 'Sakın rövanşist duygularla davranma' şeklinde özetlenebilecek nasihatlerden payını aldı. Abdullah Bey'in ismi gündeme gelince aynı söylem daha şiddetli ve daha yaygın bir şekilde Gül için dile getirildi ve getiriliyor. Çankaya Köşkü herkesi kuşatır Abdullah Gül'ün adaylığı sonrasında değişik yazarlar tarafından sıkça dile getirilen rövanş meselesi şöyle algılanmaya müsait: "Çankaya Köşkü BİZ'im elimizdeydi ve öyle kalmalıydı; ancak halk iradesi yanlış tecelli etti ve şimdi SİZ'in elinize geçiyor. Sakın ha şu ana kadar yaşadığınız yenilgi duygusunun rövanşını almaya kalkışmayın". Rövanş kelimesini dile dolayanların asıl maksadı bu olmayabilir; ancak emin olun ki, algı budur. Çünkü rövanş kelimesinin altında "Biz sizi vaktiyle 5-0 yenmiştik" der gibi tuhaf bir ima var. Hal böyle olunca insanlar rövanş nasihatçilerine art arda soru sormak istiyor. Rövanş almayı aklının ucundan bile geçirmemiş insanların aklına şu soruyu düşürmek doğru mu: "Cumhurbaşkanlığı makamı cumhurun tamamını temsil etmiyor muydu ki şimdi Meclis'ten bir adayın oraya çıkması rövanş gibi karşılansın?" Rövanş meselesinin özü Abdullah Gül'ün (ya da bir başkasının) siyasi ya da kültürel kimliği ile ilgiliyse o konuda da büyük hata yapılıyor demektir. Muhafazakâr kimliğinden kuşkulanarak rövanş meselesi dile getiriliyorsa, daha önceki cumhurbaşkanlarının muhafazakâr olmadığını ilan etmek demektir ki bu da yanlıştır. Bu çerçeveden bakıldığında denebilir ki Turgut Özal misaline binaen söylenen "dindar cumhurbaşkanı" sözüne "Ne yani diğerleri dinsiz miydi?" şeklinde yapılan itiraz doğrudur. Bu ülkede cumhurbaşkanı olan her kişi, dört dörtlük muhafazakâr kimliğe sahip olmasa bile bir şekilde muhafazakâr değerlere saygı duymuştur. Makamın ağırlığı ve temsil sorumluluğu bunu gerektirir zaten; çünkü bu makama oturan kişi halkın tamamını kuşatmak; en azından onların değer yargılarına saygı göstermek zorunda. Türk Müslümanlığında devletle kavga yoktur İşin bir başka boyutu daha var ki İslami geleneği iyi bilmeyen medya işin bu yönünü maalesef hiç göremiyor. Türk Müslümanlığında devletle kavga yoktur. O yüzden Türkiye'de her dönemde İslam, güçlü bir kimlik unsuru olduğu halde devlet karşıtlığına dönüşmemiştir. O yüzden dinî duyguları devlet, ordu, yönetim aleyhine kullanmaya kalkışan marjinal zümreler, hiçbir zaman umduklarını bulamamıştır. 'Ehli sünnet vel cemaat' tabiri ile genelleştirilebilecek büyük kitle, İslami gelenekte fitneye sebep olmayı büyük günahlar arasında saymış ve fitne çıkarmakla katli eşit mesafede görmüştür. Bu iş o kadar ileri noktaya taşınmıştır ki ülkede kargaşa çıkarmaktansa zalim ya da fasık diye nitelenebilecek idarecilere bile itaat tavsiye edilmiştir. Türk Müslümanlığında devlet yöneticisine kutsanmış bir nazarla bakılmış ve çoğu kez ululemre itaat emreden ayetler ile devlete itaat salık verilmiştir. Türkiye'de her dönem etkili olan sufi kültürü de devletle çatışma yollarını tıkamıştır. O yüzden tarikatlar, cemaatler, dinî akımlar devlete isyanı teşvik eden değil; devletle uyum içinde yaşamayı şart koşan sosyal hareketler olarak ayakta kalmışlardır. Sonradan gelen marjinal bir kuşağın bazı din adamlarına "devletçi" diyerek yüklenmesi bu geleneği göz ardı etmekten kaynaklanmaktadır. Ne acıdır ki marjinal veya radikal diye nitelenen gruplar tarafından "devletçi" diye suçlanan bazı önemli kişiler, devlet tarafından da "devleti yıkmak" gibi tuhaf bir suçlamaya muhatap olmuşlardır. Cumhuriyet hepimizin... Türk Müslümanlığının modern öncülerinden hangisi devlet düşmanıdır Allah aşkına? Mehmet Akif mi, Nurettin Topçu mu, Said Nursi mi, Süleyman Hilmi Tunahan mı, Mehmet Zahid Kotku mu, Necip Fazıl mı, Sezai Karakoç mu?.. Devletin kimi zaman bu kişilerden duyduğu kuşku kendi vehmidir ve hiçbir gerçeğe dayanmamaktadır. Hatta daha ötesini söyleyeyim; İslami kimliği ile maruf mütefekkirlerin polisiye takip altında tutulması ile iki cihan harbi ortasında yaşanan olayların, daha sonra kurulan Soğuk Savaş dönemi dengelerinin irtibatı vardır. Bugünkü kötü muamele ve hoyrat davranış bozukluğunda da hâlâ o cinnet dönemlerin kalıntısı görülmektedir. Yoksa, halka iyiliği, sabrı, güzel ahlakı tavsiye eden onca bilge insana devlet eliyle kaba davranmanın hiçbir mantığı bulunmamaktadır. Bu işlere bir türlü kafa yorulmuyor; çünkü İslami geleneğin modern hayattaki kültürel yansımaları bilinmiyor. Belki bilmek de istenmiyor. O yüzden tarikat-cemaat haberlerinin neredeyse tamamı yanlış bilgiye dayanıyor. Medya bilgi hatalarından sıyrılıp artık şunu düşünmek zorunda: Niçin "radikal İslam" Müslüman Türk halkından beklediği desteği bir türlü bulamıyor? Türkiye'de yaşanan bin senelik Müslümanlık, aşırı akımlara izin vermiyor. Türk aydını bunu bile anlamaktan aciz. O yüzden AB yolunda muhafazakâr partilerin attığı özgürlükçü adımları da, onlara verilen dindar desteği de doğru analiz edemiyor. Meselenin aslı şudur: Türkiye Cumhuriyeti Devleti falan zümrenin veya filan kitlenin devleti değildir. Olamaz da! Bu ülkede yaşayan herkes, Cumhuriyetimizin temel kazanımlarını yeterince özümsemiş durumda. Hiçbir kitlenin Cumhuriyet'e karşı düşmanlığı yok. Daha gelişmiş, daha özgür, daha yaşanır bir ülke istiyor her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. Herkes aynı gemide; milliyetçisi, mukaddesatçısı, liberali, sağcısı, solcusu, Alevi'si, Sünni'si, etnik grupları. Çoğulcu ve katılımcı demokrasi sadece aynı gemide barış içinde yaşamayı şart koşmuyor; aynı zamanda paylaşım gerçeğini her bireyin üzerine sorumluluk olarak yüklüyor. Hal böyle olunca ayrı takımlardan bahsetmek de rövanş hesapları yapmak da hatadır, abesle iştigaldir. EKREM DUMANLI - ZAMAN
<< Önceki Haber Kaybedenlerin yeni bahanesi Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER