[Harun Tokak] O Ses Gülen’in Sesi

Samanyoluhaber.com yazarı Harun Tokak'ın Pazar yazısı :O Ses Gülen’in Sesi

SHABER3.COM

HARUN TOKAK



Seher vakti balkon kapısını açıyorum.
Seherin sesleri geceyi uyandırmaya çalışıyor.
Kuşların cıvıltılarına, seher yelinin tatlı uğultularına, seherin bin bir türlü avazesine gözlerini açan gece, uykusunu alamamış yorgun bir insan gibi gözlerini ovuşturup yeniden yatağanına uzanıyor ve siyah yorganını üzerine çekiyor.
Lakin seherin sesleri onu uyandırmaya kararlı.
Çok geçmeden yeni bir günü müjdeleyen ezan sesiyle gece, bana bu seslerden rahat yok deyip pılısını pırtını toplayıp gidiyor.
Yerini aydınlık bir sabaha bırakıyor.
O an anlıyorum ki gök kubbenin altında en dokunaklı, en içli ve en etkili ses insan sesidir.
İnsanın kendi sesi…
Öyle ki her zaman hançereden çıkmaz, her zaman fonetik değildir ve en çok da o zaman ulaşır kendine ve diğerlerine.
O zaman sadâlaşır, o zaman gür ormanların uğultusu gibi sayhalaşır ve o zaman gök kubbede bâkîleşir.
Işte Bediüzzamanlar, Süleyman Hilmi Tunahanlar, Mehmet Zahit Kotkular, Necip Fazıllar ve daha niceleri; füsûnlu ışıklar gibi en karanlık gecelerin bağrından fışkıran bu aydınlık insanlar, akıp giden yıllar içinde yeniden doğuşun ihtişamlı destanını o sessiz çığlıkları ile yazdılar.
Sıradağlar gibi her zaman tipiye, borana meydan okuyan bu fecir süvarileri, sürekli karla-buzla savaşarak ve her mevsim meyve veriyor olmanın sırrını keşfederek, şartlar ne olursa olsun hep gül yetiştirerek ve gül türküleri söyleyerek bu dünyadan göçüp gittiler.
“Bütün yokluk mu her yer? 
Bâri bir ‘Yok!’ der sadâ yok mu?” feryadına karşı, gök kubbeye “Biz varız.” sadasını bırakarak gittiler. 
Nihayet söz sırası Hocaefendi’deydi.
Lakin sözün sahibi olmak sıkıntılarla arkadaş olmaktı.
O sıkıntılar bir gölge gibi bir ömür boyu Hocaefendi’nin peşini hiç bırakmıyor.
Hocaefendi, devletin vahşi yüzüyle daha yirmili yaşlarında Edirne’de tanışıyor.
1971 Mart muhtırasında tutuklanıyor. 
1980 ihtilalinde altı yıl Sefiller’deki Jean Valjean gibi aranıyor.
28 Şubat fırtınasında ülkesini terk etmek zorunda bırakılıyor.
1971 muhtırasında soğuk bir sonbahar günü hapisten çıktığında gidecek bir yerinin olmadığını fark ediyor.
Yine o tahta bavulunu eline alıyor ve garip hislerle baba ocağı Erzurum'a dönüyor. 
Bir fırtına altı yıllık emeği yerle bir etmiştir. Etrafındakiler dağılmış, çiçeğe durmuş dalları hazan vurmuştur. 
Musa Eroğlu’nun dediği gibi, “Gönüle hasret yazılmış, sevgiye mezar kazılmıştır.”  Hocaefendi’nin söylediği yeni şeyler ve Türk toplumunun önüne koyduğu yeni hizmet alanları, en yakınlarından bile tepki görmüştür. 
Fakat o, yılmaz bir savaşçıdır. 
Bin defa kırsalar körpe dalları, bin defa kar yağsa çiçeğe duran dallara yine de ümidini yitirmez. 
İzmir’e geri döner.
Bazı geceler yalnız odasında, “Sefinem gark oldu, dert deryasına, sahra-yı sinemi, sel aldı gitti.” diye inlese de her sabah en taze umutlarla, “Vira bismillah!” diyerek yeniden başlar. Zira o dünya çapında bir projenin mimarıdır. Yeni bir evrensel bestenin bestekârıdır. Yenilgiye düşse de yılgınlığa düşecek biri değildir. Yenilgi yenilgi zaferlere yürüyen biridir. 
O yalnız günlerde ağlamadığı günler yok gibidir. 
Bazı geceler bir hafakan basar ve gecenin ikisinde, üçünde dışarı çıkarak saatlerce yürür. 
O, dıştaki düşmanlara, “Eyvallah!” demesini bilir.
Onu ağlatan bugün olduğu gibi o gün de içteki fitnelerdir. 
Her bir musibetin kendine yer bulabildiği Mektupçu’ daki iki katlı ahşap eski evde bir gün büyük bir maddi sıkıntı kapıyı çalar. Sanki pılısını, pırtısını alan musibetler ahşap konağa taşınır. Hocaefendi görevine dönemediği için geliri de yoktur. 
Son çare kitaplarını satar. Sonraki yıllarda kitap satma sahnesini her hatırladığında gözleri dolacaktır ama başka çaresi yoktur.
Bir sabah ahşap konağın kapısını müjdeli bir haber çalıyor:
“Edremit vaizliğine atandınız.”
Sürgün şeklindeki bu tayinin mesajı oldukça aşikârdır.
“İzmir’i terk et.”
Hocaefendi, bu habere de sevinemiyor. İzmir’i terk etmek istemiyor. Öyle veya böyle sonuçta İzmir’de altı yıllık bir emek vardır. 
Bir öğle vakti ahşap konağa üç kişi geliyor. Edremit Müftüsü Remzi Bey, Edremit’in iş adamlarından Arif Çağan ve Hâkim Necmeddin Güvenli. Edremit’te göreve başlaması için ısrarcı oluyorlar. Adeta yalvarıyorlar. İzmir’in soğukluğu karşısında bu samimi insanların sıcaklığı Hocaefendi’yi yumuşatıyor. 
1972’nin soğuk bir kış günü Edremit’teki yeni görevine başlıyor. Edremit küçük fakat şirin bir ilçedir. Kışın köklerine biriktirdiği suyun, güneşi görünce dallarına yürüdüğü bir ağaç gibi Hocaefendi’yi görünce canlanmaya başlıyor. Çevre illerden de insanlar akın ediyorlar. Kürsüler yeniden hatibine kavuşmuş, görkemli günler geri dönmüştür. Ege’nin küçük bir ilçesinden yükselen sesler bütün Anadolu’da yeniden yankılanmaya başlıyor. 
Edremit günleri Hocaefendi’ye çok iyi geliyor. Bunda Arif Çağan’ın büyük rolü oluyor. Hâkim Necmeddin Güvenli ve Müftü Remzi Efendi de sahipleniyorlar Hocaefendi’yi. Edremit halkı da.
Arif Çağan’ın himmet ve gayretleri ile yazın Kızılkeçili köyünde öğrenci kampı kuruluyor. Kampların sayısı her yaz artarak devam ediyor. Bu kamplar dillere destan oluyor. 
Hocaefendi’nin, Ege’nin küçük bir ilçesinde, Anadolu’nun tertemiz evlatlarına sahip çıkmaya çalıştığı o günlerde üç genç Ankara’da idam ediliyor.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan…

Onların arkadaşları olan bir köşe yazarının, “Hocam, Deniz hayatta olsaydı bugün o da sizin sofranızda olurdu!” dediği günlere daha çeyrek asır vardır. 
Hocaefendi, caminin tıklım tıklım dolu olduğu bir yaz günü bu şirin ilçedeki son konuşmasını yapıyor:
“Muhterem cemaat! Ben vazifemi yaptım mı? Şahitlik yapar mısınız?”
Safların arasından siması güven veren bir yiğit ayağa kalkıyor, gözlerini camiyi dolduran cemaatin üzerinde bir radar hassasiyeti ile gezdiriyor. Sonra gök gürler gibi konuşuyor;
“Cemaat! Ben Hocaefendi’nin görevini hakkıyla yerine getirdiğine şahitlik yapıyorum. Siz de yapıyor musunuz?” 
O yiğit ses, Ağır Ceza Reisi Hâkimi Necmeddin Güvenli’nin sesidir. 
Koro halinde kubbeleri titreten bir ses yükseliyor;
“Biz de şahitlik yapıyoruz!” 

Ben de Hocaefendi’yi ilkin o camide dinlemiştim.
Bana ‘‘Hayatını ikiye bölsen, nasıl bölersin?’’ deseler, Hocaefendi öncesi ve sonrası diye bölerim.
Ve benim gibi milyonlarca insanın asıl hikâyelerinin Hocaefendi’yi tanıdıktan sonra başladığını düşünüyorum.
Onu tanıdıktan sonra sanki yeniden doğduk. 
İnsan olmayı öğrendik. İnsanca yaşamayı öğrendik. İnsanlar için yaşamayı öğrendik. 
Eşrefpaşalı Özcan Ağabey, İzmir’e ilk geldiği yıllarda Hocaefendi’ye iki de bir, “Hocam iyi ki İzmir’e geldin.” diyor.
Hocaefendi, “Niye böyle söylüyorsun?” diyor.
“Hocam şimdi bizim arkadaşlarımızın kimisi hapiste, kimisi barda pavyonda, kimisi kabirde.”
Hocaefendi Anadolu insanın içindeki devi uyandırdı.
Aydın Bolak’ın da dediği gibi Hocaefendi sadece Anadolu çocuklarına değil, bütün dünya çocuklarına sahip çıkmış birisi.
Bütün dünyaya iyiliği dokunmuş bir bilge.

Onun içindir ki Ayşe Şasa gibi sanatçılar ve senaristler, “Üç yüz yıllık tedrici bir çöküşün ufuksuz ve rüyasız kıldığı bir coğrafyanın, bir kez daha, taptaze, pırıl pırıl, göz alabildiğine geniş ve evrensel bir hayat hamlesinin eşiğinde olduğunu duyumsuyoruz. Ufkumuza vuran rüyayı selamlıyoruz.” sözleri ile Hocaefendi’yi selamlamışlardı.
Güney Afrikalı siyasetçi Johnny de Lange; “Gülendeki sihir nedir ki 78 yaşındaki adamı,Ali Katırcıoğlu’nu, İstanbul’da boğazdaki evinden kaldırtıyor, Johannesburg’da Soweto gibi bir yeri kendisine sevdiriyor.” demişti.
Arnavut şair ve yazar Agron Tufa,“İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra böyle etkili bir hareket olmadı. Hizmet,  min Maalof’un Semerkant romanında anlattığı yeniden doğuşu, Rönesans’ı sergiliyor.” tespitinde bulunmuştu.
Daha birkaç gün önce Moldovalı Profesör Konstantin Petroviç, “Gülen bütün dünyaya yeni bir yol açtı” dedi, “Bu yol aydınlık bir yol. Bir gün Gülen olmayacak ama onun sesi hep olacak. Hazreti İsa’ya çarmıh hazırlayanlar, sonradan hep ona dua ettikleri ve onun yolundan gittikleri gibi; yıllar sonra dost düşman Gülen’e dua edecek.”
Hocaefendi bir ömür boyu hep coşkun bir nehir gibi çağladı.
Konuştu, feryat etti, inledi, ağladı. 

Yeni doğan çocuklar ciğerlerine ilk hava dolmaya başladığında acı çektikleri için ağlarmış. 
O milyonların ciğerlerine dolan o ilk nefes oldu. 
O nefes insanların ciğerlerini yaktı, yüreklerini tutuşturdu. 
Ve kendi dertlerine değil başkalarının derdine ağlamayı öğrendiler.
Şimdilerde o coşkun akan nehir kendi yatağına çekilmiş gibi sessiz ve derinden aksa da avazesi ile yeri göğü inleten ağustos böceği gibi geride muhteşem bir yaz bırakmanın bahtiyarlığını yaşıyor. 
Düşmanın cevr-ü cefasına, dostun vefasızlığına ve her şeye rağmen Hizmet gemisi, en fırtınalı, en karanlık gecelerde bile bütün ışıklarını yakarak derin sularda yüzen bir transatlantik gibi hiç durmadan hedefine doğru yol alıyor.
Seherin ve suların sesleri bize bunu fısıldıyor.
Seherin ve suların sesi bize bunu fısıldasa da gök kubbenin altında en dokunaklı, en içli ve en etkili ses, insan sesidir.
İnsanın kendi sesi…
Öyle ki her zaman hançereden çıkmaz, her zaman fonetik değildir ve en çok da o zaman ulaşır kendine ve diğerlerine.
O zaman sadâlaşır, o zaman gür ormanların uğultusu gibi sayhalaşır ve o zaman gök kubbede bâkîleşir.
ABD’deki Martin Luther King Merkezi’nin Dekanı Prof. Carter;
“İslam dünyasında 15 yıl Gandi gibi bir ses aradım. Sonunda o sesi buldum.” Diyor;
“O ses Gülen’in sesi”

<< Önceki Haber [Harun Tokak] O Ses Gülen’in Sesi Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER