[Harun Tokak] Notre Dame’ın Kamburu

Samanyoluhaber.com yazarı Harun Tokak'ın Pazar yazısı:Notre Dame’ın Kamburu

SHABER3.COM

HARUN TOKAK



Evlerine misafir olduğumuz bir genç bir hanım, “Ahmet Kaya’nın o şarkısını bu kadar seveceğimi hiç düşünmezdim” diyor.
“Sen nerden bileceksin benim nasıl yandığımı” diyorum.
 Acı bir tebessümle “evet” diyor.
Bu günlerde yanımızda yöremizdeki insanların neler yaşadığını neler çektiğini bilemiyoruz.
Bizimle, bir yanları bahar bahçe otururken bir yanlarında ne fırtınaların koptuğunu ne yangınların alev alev yandığını göremiyoruz.
Yandıklarını yanındakilere hissettirmeyecek kadar soylu ve yüce insanlar.
Kuzeyin bu soğuk ülkesinde cuma namazları kıldığımız kültür merkezimizde müezzinlik yapan bir genç var.
Yanık ve yandırıcı bir sesi var. Belli ki içinde bir yerleri yanıyor.
Bir Cuma sonrası tanışıyoruz. Yakın bir kasabada oturuyormuş.
“Ne zaman geldin buralara?” diyorum.
“İki yılı geçti.” diyor. “Eşim ve iki kızım Türkiye’de.” 
Kızlarının fotoğrafını gösteriyor bana, ‘Onları çok özledim.” diyor.
Gözleri doluyor.
“Türkiye’de ne iş yapıyordun?” diyorum.
“Benimkisi uzun hikâye.” diyor. “En son bir ilçede gençlik ve spor müdürüydüm.”
“Ben uzun hikayeleri daha çok severim” diyorum.
“Anlatayım o zaman” diyor.
Adım Gökhan... Gökhan Tekiroğlu”
Adı gibi manalı bir şahsiyeti olan, gözleri Güneydoğu’ya has bilgeliğin sevecenliğiyle parlayan bu gençle sohbet koyulaşıyor.
“Çocukluğumdan beri kitapları çok seviyorum” diyor. “Bu sevdam bana erken dönemde anlamlı bir ödül getirdi.
Liseler arası bilgi yarışmasında birinci olduğumda kaymakam beni bir kitapla ödüllendirdi. 
“Notre Dame’ın Kamburu” 
Kinlerin, nefretlerin, aşkların, intikamların, iftiraların, karanlık cinayetlerin yer aldığı, iyilikle kötülüğün amansız savaşını anlatan Victor Hugo’nun bu muhteşem eserini bir solukta okudum. 
O kitap benim için bir dönüm noktası oldu.
İyilikle kötülüğün kavgasında hep iyiliğin yanında olacaktım.
Üniversiteyi bitirince Güneydoğu’daki küçük bir ilçeye öğretmen olarak atandım.
Öğrencilerimin, korkulu gözlerle sınıfa ilk adım attıklarında, yüzlerindeki ifadeyi bugün gibi hatırlıyorum.
İlkokula başladığım gün ben de öyle değil miydim?
Hep bir hayalim vardı. Hapishaneleri kütüphane yapmak.
Önce görev yaptığım ilçeden başladım.
Eski bir hapishaneyi kütüphane ve spor salonu yaptım.
Açılışa vali de geldi. Yüzündeki mutluluk görülmeye değerdi.
Beni tebrik etti. ‘Çok güzel bir iş başardın.’ dedi.
‘Sayenizde efendim.’ dedim.
 ‘Nasıl yani?’
‘Siz bizim ilçede kaymakamlık yaparken bana Notre Dame’ın Kamburu’nu hediye etmiştiniz.’
Vali çok duygulandı. 
15 Temmuz’dan sonra iyilikle kötülüğün savaşı şiddetlendi.
2016’da o idealist vali ihraç edildi. 
Bir müddet sonra ben de ihraç edildim ve tutuklandım. 
Beni bir hücreye koydular.
Üç gün boyunca kimse ile görüştürmediler.
Üç gün sonra şık giyimli biri geldi.
‘Gençsin. Kariyerin, ailen var.’ dedi. ‘İtirafçı ol, bu karanlık yerden çık git.’
‘Ben bir itirafçı yüzünden buradayım. Kimsenin benim yüzümden burada olmasını istemem.’ dedim.
Hakimler tutukluluğuma karar verdi.
Daracık bir koğuşta tam 41 kişiydik. 
Çağlayan gibi inen Güneydoğu’nun sıcağından taş duvarlar ateş gibi yanıyordu.
Tek tuvalet vardı. 
Sanki pis bir saunanın içindeydik.
10 ay kaldım hapiste. 
Hapishaneleri mektep yapmak isteyen benim gibi nice idealist vatan evladına hapishaneler mektep oldu.
Eşim bir gün görüşe gelirken ticari bir taksiye biniyor.
Şoför eşimin cezaevine gittiğini öğrenince, ‘İnsanları haksız yere yatırıyorlar. Ben de ihraç oldum. Eşine selam söyle.’ diyor.
 ‘Sizin göreviniz neydi?’ diyor eşim.
‘Valiydim.’
Eşim, ‘Bizi görüşe bir vali getirdi.’ dedi.
‘Keşke adını sorsaydın. Bizim vali Harun Yiğit taksicilik yapıyor, kesin oymuştur.’ dedim.
Dışarı çıktığımda aklım sürekli içerde kalan arkadaşlardaydı.
Dışarısı içeriden daha ağır geldi bana. 
En yakınların bile benimle konuşmaya korkuyordu.
 İş bulamadım.
 Mahkemem devam ediyordu. 
‘Yargıtay onarsa geri kalanı yatar çıkarım.’ dedim. Ülkemi bırakıp gitmeyi hiç düşünmedim.
Ama olmadı. 
Ülkeme veda vakti geldiğini anladım. 
Bir bayram öncesiydi.
Önce anneme uğradım. Taze bir toprak yığının altında öylece yatıyordu.
‘Ana!’dedim, ‘Seni bırakıp gideceğim hiç aklıma gelmezdi ama hayatta olsaydın ‘Git oğlum!’ derdin.’
Babama, ‘Gidiyorum’ diyemedim. 
 Eşim, her zamanki gibi güçlüydü. 
Güneşli havada yaz yağmurları döken aydınlık bulutlar gibi olan güzel gözleri ile beni teselli etmeye çalışıyordu.
Çocuklarımın ellerinden sıkıca tutarak, eşimin yanına doğru yürüdüm. Yüreğimde bir sızı vardı. Sanki bir parçam kopuyordu. Eşimin ellerini tuttum. ‘Seni ne kadar çok sevdiğimi hiçbir zaman unutma,’ Dedim. ‘Umutla dolu bir gelecek için savaşmak zorundayız. Seni Allah’a emanet ediyorum, hakkını helal et.’
Eşim o güzel gözleriyle gözlerimin derinliklerine baktı. Ömrüm boyunca hiç unutamayacağım hazin bir gülümsemeyle, ‘Senin cesaretin, bize güç veriyor.’ dedi. "’Biz burada seni bekleyeceğiz. Seninle gurur duyuyorum.’
Çocuklarımın gözlerine baktım, içim burkuldu. Henüz konuşmayı bilmiyorlardı ama o mahzun pınarlar gibi bakan gözlerle, ‘Baba, neden gidiyorsun?’ diyorlardı.
Bunu hissetmek ruhumda fırtınalar kopardı.
 Onlara sarıldım.
‘Yavrularım! Bu mücadele, size daha iyi bir gelecek inşa etmek içindir. Her an kalbimde olacaksınız.’ dedim.
O gün Meriç’e doğru yolculuk başladı.
Bir köyden geçerken çobanlar köye dönüyordu.
Koyunlar kuzular meleşiyordu.
Hava kararınca tarlaların arasından saatlerce yürüdük.
Sık ağaçlık bir yerde mola verdik.
Rehberimiz ateş yaktı. Cebinden cezvesini çıkardı. Ateşin üzerine koydu.  
Issız bir yerdi.
Nisandı ama yine de geceler soğuktu. 
Vatan toprağında yaktığımız son ateşin alevlerinde ısındık.
Sabaha yakın yanımızda taşıdığımız botu şişirmeye başladık. 
Gün ağarırken yola çıktık.
Rehberimiz, ‘Çok hızlı hareket etmemiz lazım.’ dedi.
Botu birlikte omuzladık. 
Yürümeye başladık. Sırt çantam da vardı. Bot gittikçe ağırlaşıyordu.
Uzaktan, devriye gezen askerlerin arabalarının farları gecenin karanlığını yırtıyordu. 
Saatlerce yürüdükten sonra bir anda Meriç bütün ihtişamı ile karşımıza çıkıverdi.
O kadar güzeldi ki…
Küreklere asıldık.
Bir kürek bende, bir kürek rehberdeydi.
Sanki küreği geriye doğru ittikçe her şey geride kalıyordu. Çocukluğum, gençliğim hepsi sırt çantamdaydı.
Meriç’i geçtik. 
Dil değişti, bayrak değişti.
Filistinli rehber ‘Benden buraya kadar. Haydi, yolun açık olsun!’ dedi ve geri döndü.
Yabancısı olduğum topraklardan son kez ülkeme baktım.
Bir bilinmeze doğru yürümeye başladım. 
Karşıma çıkan ilk polis arabası beni karakola götürdü.
Karakolda bizi anadan üryan soydular. Üstümüzü aradılar.
İkişer katlı dört ranzalı daracık bir odaya koydular. Oda çok pisti. Tuvalet suları dolmuştu içeriye. 
Duvarlarda her dilden yazılar vardı. Arapça, Türkçe, Kürtçe…
O yazılarda neler yoktu ki:
Acılar, kederler, hasretler, özlemler...
Saat sekize doğru biri kadın üç kişi daha geldi.
Sanırım PKK’lıydılar.
Üç dört defa Meriç’ten geri itilmişler ama yılmamışlar.
Birkaç saat sonra bizim arkadaşlar geldi. 
Biraz rahatladım ama hepimiz tedirgindik.
Gün içinde herkesi tek tek çağırdılar. 
PKK’lı kadın, ‘Havel, seni geri gönderecekler.’ dedi.
 ‘Neden?’
 ‘Yemeğin gelmedi’ dedi.
Moralim çok bozuldu.
‘Şimdi beni iyi dinle.’ Dedi. Dönüş yolunu bir güzel tarif etti.
Paramın olmadığını öğrenince arkadaşlarından para topladı, bana verdi.
Montunu çıkarıp bana uzattı. ‘Sabaha doğru soğuk olur, üşürsün.’
Pencereden baktım. Gurbette ilk güneş batıyordu. 
Alacakaranlık basınca beni çağırdılar.
Bir cemseye bindirdiler.
Birkaç karakola daha uğradık 90 kişi olduk. Gece yarısı oldu. Arabalardan bizi indirdiler. Elbiselerimizi soydular, ayakkabılarımızı çıkarttılar.
Ördek gibi çömelttiler. 
Çok kötü dövdüler.
Sopaları kafamıza, alnımıza vuruyorlardı.  Karanlıkta kalkıp inen sopalar korkunç manzaralar oluşturuyor, bağırışlar, feryatlar gecenin karanlığını yırtıyordu.
Rüya mı, hayal miydi?
Diğerleri dayağa alışkındılar galiba. Ben çok kötü oldum. Bayılacak hale geldim. Ölmekten değil kızlarımı bir daha göremeyeceğimden korkuyordum. 
Direnecek gücüm kalmamıştı. Sopalar karanlıkta yarışan yılanlar gibi başıma gözüme inip kalkıyordu.
Galiba yorulmuş olmalılar ki sonunda sürükleyerek bizi botlara bindirdiler.
Çok susamıştım. 
Meriç’i geçerken elimle su almaya çalıştım. 
Türkiye tarafına geçince herkes kaçışmaya başladı. 
Bir ses ‘Aranızda Türk var mı?’ diiye gürledi gecenin karanlığında.
Anladım, bizi arıyorlardı. 
Çalılık gibi bir yere attım kendimi.
Benden sonrakiler üzerime basıp geçiyorlardı. Askerler ışıldakları ile arama yapıyorlardı.
Tam iki saat öylece bekledim. 
Sesler kesilince kalktım.
Çok güzel bir ay ışığı her tarafı aydınlatıyordu.
Bodur ağaçların arasında her an yakalanabilirdim.
O an bir mucize oldu ve ay kapkara bulutların arkasına girdi.
Elbiselerimizi vermişlerdi ama ayakkabıları vermediler. 
Taşların, dikenlerin arasında yürüyordum. O kadar dayak yemiştim ki umurumda değildi.
Köyler birbirine benziyordu, yolumu şaşırdım. 
Uzakta gecenin karanlığında devriye araçlarının farları görünüyordu. 
Bir müddet sonra yakın köylerden sahur davullarının sesi duyulmaya başladı. Evlerin ışıkları bir bir yandı.
Herkes tatlı uykularından uyanıyordu.
Hava iyice ayaza kesti. Emanet montu giydim.
Zaman geçtikçe ağrılarım artıyordu.  
Sonunda asfalt yolu buldum.
Şafak söktü. Doğu yakası aydınlanmaya başladı.
Araba geliyor sanıyordum. Geliyor gibi oluyor, sonra kayboluyordu.
Bir araba önümden geçti.
‘Eyvah keşke önüne çıksaydım.’ dedim.
Biraz sonra o araba geri döndü.
Yanımda durdu.
Şoför camı indirdi, ‘Arkadaşların yok mu?’ dedi.
 ‘Yok, ben tekim.’ dedim. 
 ‘Sen Türk müsün?’ 
 ‘Evet.’
 ‘Türkleri biz askere veriyoruz.’ dedi.
 Ayaklarım çıplak, elbiselerim çamur içindeydi. Adam benim halime acımış olmalı ki, askeri aramadı.
Taksici beni yakın bir ilçeye bıraktı. Allah’ın evine sığınmaktan başka çarem yoktu.
Bir caminin şadırvanında üstümü başımı biraz temizledim. 
Gün ışıdı. 
Dükkanlar açıldığında bir ayakkabıcıya uğradım.
Adam ayağıma baktı, ‘Ya, buralarda eskiden ayakkabı hırsızlığı olmazdı.’ dedi.
Derin bir nefes aldım.
Yeni ayakkabılarımı dikenlerle dolu ayaklarıma geçirerek otogara gittim. Üzerimde ne kimlik ne saat ne telefon hiçbir şey yoktu. 
Otobüste oturduğum yerden kalkamadım.
Biraz sonra jandarma otobüsü durdurdu. 
‘Buraya kadarmış.’ dedim.
Şöförün oğlu vardı galiba, engelli bir çocuktu. 
O çocuk jandarmayı meşgul etti. Bana kimlik sormadılar.
İstanbul’da arkadaşların kaldığı bir eve gittim.
Aynaya bir baktım ben, ben değildim. 
Hastaneye gidemezdim. 
Tanıdık bir doktor çağırdılar.
Doktor tek tek ayaklarımdaki dikenleri çıkardı.
İlaç verdi.
On beş gün yataktan hiç kalkamadım.
Biraz toparlanınca arkadaşlar ‘Ne yapacaksın?’ dediler.
‘Geri gideceğim.’ 
O günlerde, “Bir abla, çocuğu ile çıkmak istiyor.’ dediler.
‘Ben yardımcı olurum.’ dedim.
Bir öğretmen arkadaş da katılınca dört kişilik minik bir kafile olduk.
İkinci Meriç yolculuğu başladı. 
Buğdaylar büyümüştü. Yürümekte zorlanıyorduk.
Sare bebeği sırayla taşıyorduk.
Çocuk uyuyor, ara da bir uyanıyordu. 
Herkesin bir hicret hikayesi vardı ama kucağımızdaki daha bebekti.
Meriç’ten geçtik. 
Yine aynı karakol yine aynı nezarethane…
Sare bebeğin babasına kavuşma sahnesi görülmeye değerdi.
Bu sahneyi bir gün ben de kızlarımla yaşayacak mıyım, diye düşündüm.
Bir duygu patlaması yaşadım. Yarım saat ağladım.
Düşündüm ki ben geriye Sare bebeği babasına kavuşturmaya gitmişim. 
Biraz Atina’da kaldıktan sonra bu İskandinav ülkesine geldim.
Yıllar önce ilkokulda öğrendiğim gibi yeniden dil öğrendim.
Yeniden öğretmen oldum.
Buraya geleli iki yılı geçti.
Kızlarımı çok özledim. Ben ayrıldığımda büyük kızım üç yaşındaydı. Diğeri daha yaşını bile doldurmamıştı. 
Her telefonda ‘Baba, seni çok özledik. Ne zaman geleceksin?’ diyorlar.’’
Söz, kızlarına gelince Gökhan Bey’in gözleri doluyor. Konuşamıyor. 
Gökhan Bey güçlü bir genç.
Fakat insan ne kadar güçlü olursa olsun aciz olduğu anlar oluyor.
Bu ilk görüşmeden sonra Gökhan Bey’le sık sık görüşmeye başladık.
İki gün önce yine aradı.
Sesi çok güzel geliyordu.
“Şu anda havaalanındayım” dedi. “Kızlarım ve eşim geldi. Kızlarını gösterdi bana. Onlarlar selamlaştık. O kadar tatlı o kadar sevimliler diki...
Babalarına kavuşmanın sevinci bahar bahar taşıyordu gözlerinden. 
Kızlarımın, ‘Babaaa!’ diyerek bana doğru koşmaları, boynuma sarılışlarını bir görecektiniz.” Dedi Gökhan Bey. 
Eşim, boynuma sarıldı. Kulağıma,
‘Seninle gurur duyuyorum.’ dedi. 
‘Seni ne kadar çok sevdiğimi unutmadın değil mi?’
“Unutmadım. Sevgin bende emanetti. Onu sana getirdim ama sana başka bir emanet daha getirdim.”
Çantasından bir kitap çıkardı.
Bana uzattı.
‘Notra Dame’ın Kamburu.’
Kapağını açtım.
‘Liseler arası bilgi yarışmasında birinci olan Gökhan Tekiroğlun’a başarılarının devamı dileklerimle
Harun Yiğit
İlçe Kaymakamı.

<< Önceki Haber [Harun Tokak] Notre Dame’ın Kamburu Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER