[Harun Tokak] Elveda

Samanyoluhaber.com yazarı Harun Tokak'ın pazar yazısı

SHABER3.COM

HARUN TOKAK 


Soğuk bir sonbahar gecesi...
Odamda bir başıma oturuyorum. 
Kış, nesi var nesi yoksa arkasına alıp aralıksız baskınlar düzenliyor. 
Sonbahar vedaya hazırlanıyor.
Zordur vedalar. Her bir şey yarım kalır. 
 Uğurlayanı olanın vedası daha da zor olur.
Vedadan daha zor olanı ise bir gün veda edeceğini bilmektir. 
Vedalar bizi sarsar, pişirir olgunlaştırır. 
 Bu günlerde en çok yaşadığımız şey vedasız ayrılıklar.
Sonbaharda her bir şey ayrılığın izleri gibi gelir bana.
En güzel memleket türkülerimiz hep ayrılık kokar.
Bu mevsim hasretin türküleri söylenir durur içimde. 
İçimde mi sadece, dışarda da öyle…
 Sonbahar rüzgarları geceler boyunca veda türküleri söylüyor.
Gurbetteki odamdaki bilgisayarımın ekranına “elveda” yazıyorum.
Karşıma bir video çıkıyor.
Önce sonbahar esintileri gibi hazin bir melodi duyuluyor. Sonra yükseklerden düşen sular gibi bir ses, çağıl çağıl dökülmeye başlıyor.
“Elveda Erkan’ım, oğluşum… 
  Elveda boncuk gözlü güzel kızım, 
  Ayşe’m artık senin doktor olduğunu da buradan izlerim 
  Elveda seninle kol kola alışveriş yapmayı hayal ettiğim, 
  görmediğim, göremeyeceğim gelinim.”
Geçen yıl Almanya’da yapılan Türkçe olimpiyatları olduğunu anlıyorum.
 Program gurbette olmasına rağmen salon tıklım tıklım dolu. 
O geniş mekâna akın akın gelen kalabalıklar, sabırla büyüttüğü fidanların meyveye duruşunu seyre gelmiş bir bahçıvanın halet-i ruhiyesi içinde, ağırbaşlı bir sevinç, iştiyak ve sevgiyle, gözleri dolarak geceyi seyrediyor. 
Aydınlık bir parlament mavisi, bütün salonu, sahneyi, seyircileri mavi bir tül gibi bürümüş.
Rüya gibi bir gece...
Başta onları yetiştiren öğretmenler olmak üzere insanlar o kadar mutlular ki…
Rengârenk ışıkların altında bir yıldız harmanı gibiler. 
İnsanlar uyanık ama dev salon en güzel yaz rüyalarının görüldüğü bir bahar bahçesi gibi.
Anadolu insanı, o sessiz ve derin Türkiye, belki de ilk defa elle tutulur, gözle görülür evrensel bir başarının hazzını yaşıyor. 
Bir gurbet akşamında dünyaya yayılan şarkılar, türküler; gönüllerin sığlığında yükselmiş önyargı duvarlarını yerle bir ediyor.
Sahne sık sık değişiyor. Her bir sahne içinde binlerce yaşanmışlığın, yüz binlerce zorluğun, milyonlarca damla terin hikâyesini barındırıyor. 
Bizim dinlemekten yorulduğumuz bu hikâyeyi, yazmaktan yorulmayanların çok basit bir görüntüsü Türkçe Olimpiyatları. 
Ali Çolak Bey’in dediği gibi “Sadece bir Türkçe Olimpiyatı değildi bu, Anadolu insanının dünyaya yeniden doğuş bayramı. Gerildikçe gerilen, içe kapanan, boğulan Türkiye'nin moral olimpiyatı. Belki köyünden çıkıp büyük kente inmemiş, yaşadığı şehrin dışına çıkmamış, ülkesinin sınırları dışına adım atmamış insanların, yalnız hayal ve dua ederek gerçekleştiğini gördüğü bir büyük rüya...” 
Erzurum’dan bir Hocaefendinin çocukluğundan beri hayal ettiklerinin hakikate evrilmesi. 
Ahmet Yesevi’nin ocaktan aldığı közlü odunu Anadolu’ya doğru fırlatıp “Bu ışığı izleyin!” buyruğunu, Hocafendi bin yıl sonra 1989’da Süleymaniye kürsüsünden haykırmıştı. 
“Asya’ya koşun, oraları okullarla donatın! Ve ışığınızı siyah beyaz ayırmadan yayın. Tanrının rahmeti gibi insanları kucaklayın.
 Bin yıl önce Yesevi dervişleri Anadolu’yu ve Rumeli’yi vatan yaparken ışık oldu, yol gösterdiler, yol açtılar. Hacı Bayramlar, Bektaşlar, Sarı Saltuklar ve Türkün ayak bastığı her yerde türbeleri canlanan alperenler, derviş gaziler bir ulu medeniyetin öncülüğünü yaptılar.
Şimdi sıra sizde…”
Ve onun diriltici çağrısı radyolardan, televizyonlardan değil cami kürsülerinden geliyordu.
Bu millet, bu sesi tanıdı. Onun nereye çağırdığını bildi. Ve başını kaldırdı.
Kurşunlu Camii’nde, harita üzerinde hayaller kuran çocuğun, geceleri rüyalar gören çocuğun dualarını gerçekleştirmek üzere takım takım Anadolu insanı dünyanın bilmedikleri dört bir yanına yayılmaya başladılar. 
Anadolu insanın yeniden dirilişi, silkinişiydi bu. Tarih boyunca nice büyüklükler yaşamış olan bu yorgun halkın yeniden “Bismillah!” deyip ayağa kalkmasıydı. 
Gücünün son damlasını milli mücadelede tüketen yıkılmış, bitmiş bir toplumun seksen yıllık bir içe kapanmadan, kendi kendisiyle didişmeden sonra başını kaldırıp dünyaya açılmasıydı.
Bu millet adına büyük rüyalar görenler vardı. Ama böyle bir silkinişi kimse beklemiyordu. Aynı heyecanları taşıyan kesimler bile hareketi değerlendirme de zorluk çektiler.
İş adamlarının içindeki dev uyanmıştı. Öğretmen, tarihte belki de ilk defa bu kadar anlamlı bir aksiyon alıyordu.
Bu ayağa kalkış doğrudan halktan geliyordu. Ve iki yüz yıldır kıblesini bir başka yöne çevirmek için uğraşan okumuşlar bunu anlamakta zorlanıyordu. 
Zira, uyanışın arkasında Erzurumlu, fukara bir vaiz vardı. 
Bu milletin imanına tarihine, ülkelerine yabancılaşanlar ise hala şaşkınlıklarını gideremediler.
Mesele çok açık ve sadedir.  İnanmışsanız başarırsınız. 
Gittiler ve kurdular.
Bu öğretmenler, belletmenler Orta Asya ülkelerine ilk defa adım attılar.
Pek çokları belki de bu vesile ile ilk defa uçağa bindiler.
Çoğu fakir aile çocuklarıydı.
Ama bu insanlar heyecanlı bir imanla yola çıktılar.
Asya topluluklarını canlandırmak yüzyılların uyuşukluğundan ve son yüzyılın komünizm etkisinden kurtarmak için eğitimden daha etkili bir hizmet imkânı olabilir miydi?
Yedi ceddi, beyaz insanların sömürülerinden, aşağılamalarından başka bir şey görmemiş olan Afrika’nın siyah çocuklarına Allah rızası için sevgiden, dostluktan ve onları ayağa kaldıracak eğitimden güzel, verilecek ne olabilirdi?
Ekranda bir yaz bahçesine yağan yağmurlar gibi, Anadolu türküleri yağıyordu insanlığın bahtına. 
Diyar-ı gurbetteki bu Türkçe Olimpiyatları’nı izleyenler yüzyılımızda Ahmet Yesevi dervişlerinin destanlarından çok daha büyük heyecan verici ışıklı bir destanın yaşanmakta olduğunu izliyordu.
Birbirinden güzel şarkılar, şiirler, gösterilerle gece coşkun bir nehir gibi akıp giderken; simsiyah kostümüyle Sema Sultanova geldi sahneye.
Önce sonbahar esintileri gibi hazin bir melodi duyuldu. Sonra yükseklerden düşen sular gibi Sultanova’nın sesi, çağıl çağıl dökülmeye başladı.
“Elveda Erkan’ım, oğluşum, avukatlık lisans törenine gelemeyeceğim için özür dilerim. 
  Elveda boncuk gözlü güzel kızım, Ayşe’m artık senin doktor olduğunu da buradan izlerim. 
  Elveda seninle kol kola alışveriş yapmayı hayal ettiğim, görmediğim, göremeyeceğim gelinim.”
Bu yürekleri dağlayan  veda sözleri, 2019’un kışında aramızdan ayrılan öğretmen Fatma Güler’e aitti.
Fadime Güler, 15 Temmuz darbe girişimine kadar Adıyaman’da din kültürü öğretmenliği yapıyordu.
Hukuksuz bir KHK ile suçsuz yere görevinden ihraç edildi. Yaşadığı acılar ve üzüntüler sebebiyle çaresiz bir hastalığa, akciğer kanserine tutuldu. Tedavi olmaya çalıştı ancak amansız hastalık bedenini sarmıştı.
Ne aldığı kemoterapi ne de geçirdiği ameliyat derdine çare oldu.
Eski sağlığına kavuşamadı.
Zira suçsuzdu ve yapılan itibar suikastı bedenine ağır gelmişti.
Çocukların her okula gidişinde onların arkasından bakmak, tahtanın önünde ders anlatamamak ve ders zilini bir daha duyamamak çok zoruna gitmişti.
Fadime Öğretmen yaşadığı zulme dayanamayarak vefat etti.
Geride gözü yaşlı bir eş ile iki evlat bıraktı.
Bir de mektup…
Veda mektubu…
İşte Sema Sultanova’nın sihirli sesiyle seslendirdiği o veda mektubu… 
“Elveda, güzel insanlar! 
Elveda; Adıyaman, Tokat, Malatya, Diyarbakır! 
Elveda, balıklı gölün balıkları! 
Elveda, güzel öğrencilerim! 
Elveda; Alime, Havva, Asuman, Yeliz, Sibel, Filiz, Hatice ve diğer dostlar! 
Elveda; ablalar, enişteler, görümceler, kayınlar, eltiler! 
Elveda, Musa babam!
Elveda; Adıyaman’ın sıcak tırnaklı ekmeği, közlenmiş biberi, gece yarısı kocamla kaçamak yaptığımız kelleci, çiğ köfteci, dondurmacı! 
Elveda, kenarında yürüyüş yaptığımız Kızılırmak! 
Elveda, Tokat kebabı! 
Elveda, Sembol’ün yürek ve terbiyesiz tavuk menüleri! 
Elveda; hayaller, yaşananlar, yaşanılamayanlar, yaşanılmasına fırsat verilmeyenler, yaşatılmayanlar! 
Elveda, seninle kol kola alışveriş yapmayı hayal ettiğim, görmediğim, göremeyeceğim gelinim! 
Elveda, yıllarca emek vererek aldığım diplomam! 
Elveda, zalimler! 
Elveda, dilsiz şeytanlar! 
Elveda, emek hırsızları! 
Elveda, uzun ve ağrılı kemoterapi saatleri! 
Elveda; serumlar, iğneler, maskeler, kan tahlilleri!
Elveda, soğuk radyoterapi koridorları! 
Elveda, ameliyathaneler! 
Elveda; MR’lar, PET’ler, tomografiler, eko’lar! 
Elveda; doktorlar, hemşireler, yoğun bakımlar! 
Elveda; gökyüzü, deniz, dağlar, ovalar! 
Elveda, hep hayalini kurduğum bahçeli ev ve dikmeyi hayal ettiğim sebze-meyveler! 
Elveda, mutfak balkonumun penceresinde gelmemi bekleyen, asla gelmeyeceğimi bilmeyen çiçeklerim! 
Elveda; mavi, yeşil, turuncu, kırmızı! 
Elveda; Emel Sayın, Erol Evgin, Sezen Aksu, Volkan Konak! 
Elveda, yarım kalmış hatmim! 
Elveda; Cevşenim, Ashab-ı Bedirim, Ashab-ı Uhudum, Celcelutiye duam! 
Elveda; Erkam’ım, oğluşum, avukatlık lisans törenine gelemeyeceğim için özür dilerim! 
Elveda; boncuk gözlü güzel kızım, Ayşem! Artık senin doktor olduğunu da buradan izlerim. 
Elveda, sevgili eşim! Seni çok yordum galiba, hakkını helal et!’’
Soğuk bir sonbahar gecesi...
Odamda bir başıma oturuyorum. 
Kış, nesi var nesi yoksa arkasına alıp aralıksız baskınlar düzenliyor. 
Sonbahar vedaya hazırlanıyor.
Zordur vedalar. Her bir şey yarım kalır. 
 Uğurlayanı olanın vedası daha da zor olur.
Vedadan daha zor olanı ise bir gün veda edeceğini bilmektir. 
Bu günlerde en çok yaşadığımız şey vedasız ayrılıklar.
Hayaller büyük olunca bedeli de büyük oluyor.
Ama olsun gerekirse küllerimizden yeniden doğacağız. 
Bunu kendimizden çok memleketimiz ve insanımız için yapacağız.


<< Önceki Haber [Harun Tokak] Elveda Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER