Türkiye'nin en büyük problemi

Türkiye’nin önde gelen problemlerinden biri beyin göçü veren bir ülke olması... İşte beyin göçünde madalyonun diğer yüzü...

Türkiye'nin en büyük problemi

BEYİN GÜCÜ VE BEYİN GÖÇÜ: MADALYONUN ÖBÜR YÜZÜ Dünya bilgi çağını yaşıyor ve çağdaş ülkeler hızla bilgi tabanlı ekonomiye geçiyorlar. Bilişim ve iletişim çağımıza damgasını vuran yüksek değerler. Bu bilgi çağında en büyük güç bilgiyle donanmış eğitimli beyin gücüdür. Ülkelerin zenginlikleri artık sahip oldukları doğal kaynaklar ve sanayi üretimlerinden ziyade toplam beyin güçleriyle ölçülüyor. Saygınlıkları da bilim ve sanatta söz sahibi kişilerin sayısıyla orantılı olarak artıyor. O yüzden modern dünya ülkeleri bütçelerinden en büyük payı eğitime, yani genç beyinlerin gelişimine ayırıyorlar. Türkiye’nin önde gelen problemlerinden biri beyin göçü veren bir ülke olması, ve bu göçü tersine çevirmek şöyle dursun yavaşlatmayı dahi başaramamış olmasıdır. Üniversitelerdeki en başarılı gençlerimizin önemli bir kısmı mezun olunca yurt dışına gitmeyi planlamaktadır. Başta ABD olmak üzere modern dünya ise yetişmiş en iyi beyinleri cezbediyor olmanın sefasını sürmekte, ve bilim ve teknolojideki hakimiyetlerini pekiştirmektedirler. Türkiye haklı olarak büyük masraflarla üniversiteden mezun ettiği en kabiliyetli beyinlerini başka ülkelere kaybettiğinden dolayı rahatsızdır, ve diğer ülkelerin beş kuruş harcamadan hazıra konmasını haksızlık olarak görmektedir. Üniversiteyi bitirir bitirmez yurt dışına gidip orada kalan kişilerden biri olarak bu serzenişlerden biz de yeterince nasibimizi alıyoruz,ve “biraz da dönüp ülkenize hizmet etseniz” türü masum ve haklı talepleri her platformda işitiyoruz. Hatta bazen bencillikle suçlanıyor, ve hoş olmayan ithamlara maruz kalabiliyoruz. Tabi bu madalyonun sadece bir yüzü, veya resimdeki karelerden sadece biri. Gerçek resim ise bu basit tablodan oldukça farklı. Resmi bütünüyle görmek için tüm karelere birlikte bakmak lazım. Halk dilinde “Çuvaldızı kendine, iğneyi başkasına batır” diye güzel bir söz vardır. Beyin göçü olayının perde arkasını ve gerçek yüzünü görmek istiyenlerin önce çuval dikmekte kullanılan o koca iğneyi kendilerine batırma cesaretini ve ezberlerden arınma iradesini göstermeleri gerekir. Çünkü konunun bazı yönleri pek çok ezberi sarsacak ve canımızı acıtacak cinsten. Ayrıca beyinlerde kök salıp hür iradeyi ipotek altına alan tabuların sökülüp atılmasına tahammülü olmayanlar da yetişmiş beyinlerin ülkeye geri dönmesinden pek hoşnut olmayabilirler. Bu makalenin amacı cesur bir tarzda akıl, mantık, ve tecrübelerden süzülmüş bilimi rehber alarak beyin göçü konusuna ışık tutmak, ve konunun karanlıkta kalmış yönlerini aydınlatmaya çalışmaktır. Gün ışığı, karanlık ortamlarda durmaya alışmış gözleri kamaştırıp rahatsız ettiği gibi, bilim ışığı da ön yargılarla kararmış beyinlere rahatsızlık verebilir. O yüzden burada ifade edilen fikirleri duygusallığı bir yana bırakıp mantık terazisiyle tartmak lazımdır. Beyin göçünden şikayet edip yetişmiş beyinlerimizin ülkeye geri dönmesini talep edenlerin önce bir samimiyet testinden geçmesi lazımdır. Zira beyin göçü konusunda ağıt yakan çok kişi bunun sadece edebiyatını yapıyor, ve realite ile karşılaşınca tam karşı tavır alıyor. Yetişmiş beyinleri cezbetmek için hiç bir ciddi adım atılmıyor, hatta bu tür adımlar sekteye uğratılıyor. Bir örnek vermek gerekirse, tıp eğitiminin ne kadar meşakkatli ve masraflı olduğu herkesin malumudur. Bugün çok sayıda doktorumuz yurt dışında hizmet vermektedir, ve hiç masrafsız hazıra konan o ülkelere “şanslı” olarak gıpta ile bakılmaktadır. Ama ne gariptir ki yabancı doktorların Türkiye’ye gelip burada hizmet vermesinin önünü açacak olan yasal düzenlemeye ilk karşı çıkan Türk Tabipler Birliği olmuştur, ve zamanın Cumhurbaşkanı da yasayı veto etmiştir. Sağlık çalışanları sendikası Sağlık-Sen de Türkiye’de doktor açığına rağmen bu açığın yabancı doktorlarla kapatılmasına karşı olduğunu açıklamıştır. Öne sürülen bahane ise yabancı doktorların çoğunlukla Hindistan gibi ülkelerden geleceği, bunun da sağlıkta hizmet kalitesini düşüreceği endişesi. Nedense ABD gibi en kaliteli sağlık hizmeti veren ülkeler, Hindistan ve hatta Afrika ülkelerinden gelen yüzlerce doktorun istihdamından gayet memnunlar. Öyle görülüyor ki Türkiye’deki sağlık çalışanları kendilerine rekabet oluşturacak yeni beyinlere sınır kapılarının kapatılmasını istiyor. Hazır yetişmiş yabancı doktorların ülkeye girmesine izin vermeyen yasakçı bir ülkenin beyin göçünden ve oluşan doktor açığından şikayet etmeye hiç hakkı yoktur. Aynen yabancı futbolcuların ülkeye girişini yasaklıyan bir ülkenin kaliteli futbolcu yetersizliğinden şikayet etmeye hakkı olmadığı gibi. Aslında serbest istihdam beraberinde rekabeti, kalite yarışını, ve halka sunulan hizmet çıtasının yükselmesini getirir – bazı işler yabancıların eline geçiyor olsa bile. Tabibler birliği ve Sağlık-Sen’in kendi üyelerinin menfaatini korumak için yabancı doktor istihdamına karşı çıkması, Osmanlı zamanında binlerce yazıcının işlerini kaybetmesine meydan vermemek için matbaanın ülkeye girmesine karşı çıkanların durumunu hatırlatıyor. Sınır kapılarını matbaaya kapatarak yazıcıların işlerini kaybetmesi bir süreliğine önlendi, ama sonunda yazıcılar dahil herkes cahil kaldı, ve koca imparatorluk battı. ABD bugün hala bir süper güç ve dünyanın teknoloji lideri ise, bunu, işlerini kaybetme rizkiyle yüz yüze gelen vatandaşlarının itirazlarına kulak asmayıp kapılarını yer küredeki tüm parlak beyinlere sonuna kadar açmasına ve onların kalması için gereken tüm altyapıyı sağlamasına borçludur. Zaten ideallerin sönük ve hedeflerin küçük olduğu yerlerde büyük beyinlere ne ihtiyaç var ki? Üniversitelerde başörtüsü yasağı konusu da Türkiye’nin beyin göçü konusundaki samimiyetsizliğinin önemli bir göstergesidir. Başın dışındaki örtüye içindeki beyinden daha çok önem veren, başları, içindeki beyin gücüne göre değil de dışındaki örtüye göre değerlendiren, ve en parlak beyinleri etrafında örtü var diye gözardı eden ve onları göçe zorlayan bir düşünce sisteminin, beyin göçünden ve ülkenin beyin kaybetmesinden şikayet etmeye hiç hakkı yoktur. Din ve inanç özgürlüğü, içinde bulunduğumuz özgürlükler çağında en temel insanlık hak ve hürriyetlerindendir. Üzerinde örtü var diye kendi ülkelerinde en temel insanlık hak ve hürriyetlerinden mahrum bırakılan ve görmezlikten gelinen bu parlak beyinleri Batı ülkeleri kollarını açarak karşılamakta, ve onlara beyinlerinin parlaklığı derecesinde hürmet etmektedir. Yani Batı ükeleri başa baktıkları zaman içindeki beyni görmekte, ve örtüyü kale bile almamaktadırlar. Komplo teorilerine pek rağbet eden birisi değilim ama latife olsun diye bir teori de ben üreteyim: Aslında bizdeki başörtüsü yasağını Batı ülkeleri planlıyor, ve bu planları da Türkiye’deki işbirlikçilerine uygulatıyorlar. Böylelikle her yıl Türkiye’den binlerce parlak beyin Batı ülkelerine üniversite okumak veya mesleklerini icra etmek için gelmek zorunda bırakılıyor, ve Batı’nin beyin gücüne taze güç katıyorlar. Batı da bu zinde beyin gücüyle Türkiye gibi beyinleri kan kaybekmekte olan ülkeleri bir güzel sömürmeye devam ediyor. Türkiye’de başörtüsü yasağı kalkınca buna herhalde en fazla ABD ve Batı ülkeleri üzülecektir, ve o gün onlar için başlarına kara bağlıyacakları bir gün olacaktır. Minareyi çalan kılıfını hazırlarmış derler. Samimi olarak beyin göçü almak isteyen bir ülkenin önce gerekli altyapıyı hazırlaması lazımdır. Beyin göçünün kervansarayları üniversitelerdir, ve beyin kervanlarını ağırlamak istiyenlerin de yapması gereken ilk iş dünya beyinlerini cezbedecek yerel ezberler yerine üniversal değerlerin hükümferma olduğu çağdaş üniversiteler kurmaktır. Bu da herhalde temel misyonu “resmi ideolojinin bekçiliğini yapmak” olan ve hedefi de fikri ve vicdanı hür bireyler yerine artık kabak tadı veren köhnemiş ezberleri zihinlerinin mihenk taşı yapan bireyler yetiştirmek olan kurumlarla olmaz. Türkiye devleti artık ideoloji empoze etme sevdasından ve beyinleri belli düşünce kalıplarına göre şekillendirilmiş muhakeme özürlü robotengiz bireylerden oluşmuş bir homojen ulus yaratma hayalinden vazgeçmelidir. Müfredatında hala tartışmaya kapalı zorunlu “Devrim Tarihi” derslerinin olduğu üniversiteler, üniversal kurumlar olduklarını iddia edemezler. Ve bu tür dayatma müfredatla parlak yabancı beyinleri cezbedemezler. Öyle görülüyor ki mevcut eğitim sistemini kuranların gayesi öyle sanıldığı gibi hür düşünceyi teşvik edip beyinleri parlatmak veya parlak beyinler için bir cazibe merkezi oluşturmak gibi şeyler değildi. Tam tersine, sorgulayıcı ve ilerlemeci beyinleri tırpanlayıp ülkeyi o tür tehlikeli unsurlardan korumaktı. Üniversitelerinde bile düşünce ve ifade özgürlüğünün özürlü olduğu bir ülkeye hür fikirli parlak beyinlerin gelmesini beklemek, dışarda serbestçe uçuşan kuşların kendi istekleriyle gelip kendilerini bir kafese kilitlemelerini beklemek kadar gerçekçidir. Tabi miliyetçiliği sorgusuz sualsiz hakim otoriteye itaat olarak görüp kökleşmiş ezberlerin sorgulanmasına tahammül edemiyenler her türlü düşüncenin serbestçe ifadesini milli birliğimiz için bir tehlike olarak görebilirler. Ve bu kişiler ne kadar parlak olursa olsun kendileri gibi düşünmeyen beyinleri kendi aralarında değil mezarda veya en azından ülke sınırları dışında görmek istiyebilirler. Bunu da milletini sevmek adına yapıyor olabililer. Ama unutulmasın ki 1930’ların Almanya’sının ikinci dünya savaşında mağlubiyetini hazırlıyan en önemli etken, bu tür kör bir milliyetçilikle ülkedeki “kendilerinden olmayan” en parlak beyinleri ülkeyi terketmek zorunda bırakanlardı. Eğer Einstein gibi bir çok hür fikirli parlak beyin Almanya’yı terkedip kendilerine kucak açan ABD’ye göç etmek zorunda kalmasaydı, ilk atom bombası muhtemelen ABD yerine Almanya’da geliştirilecekti, ve savaşın seyri değişecekti. Ve Einstein, aykırı fikirlerine rağmen, gerçek Alman milliyetçilerinin baştacı olacaktı. Düşünmek ve ders almak lazım: O günün Almanya’sına acaba Einstein gibi parlak beyinleri ülkeden kaçırtan bağnaz milliyetçiler kadar zarar veren oldu mu? Parlak beyinlerin de bir fiatı vardır, ve o da en aykırı fikir ve düşüncelere saygı ve toleranstır. Bu fiatı ödemeye tahammül edemiyenler beyin pazarında boşuna dolaşmasınlar, ve gidip evlerindeki ezberleriyle oynasınlar. Akla şöyle bir soru gelebilir: Dili, dini, ve miliyeti ne olursa olsun dışarıdan gelen tüm bilim adamlarına kapılarını sonuna kadar açmak Amerikan milliyetçiliği ile nasıl bağdaşıyor? Cevap çok basit: ABD milliyetçiliği radikal değil rasyonel bir çizgiyi esas almıştır. Akla dayalı ABD milliyetçiliğinin baştacı ettiği kişi, ABD’ye en faydalı olan kişidir. Yani futbol takımlarımızın yakalamış olduğu bu akılcı yaklaşımı, ABD üniversiteler dahil bir çok sahada hayata geçirmiş durumdadır. Mesela ABD dışında doğmuş bir yabancı bilim insanı aksanlı İngilizcesine rağmen en prestijli bir üniversiteye rektör olabilir, ve oluyor da – anadili, dini, ırkı, milliyeti, ve ideolojisi ne olursa olsun. Hem de hakkında hiçbir istihbarat raporu hazırlanmadan. Yani beyinlere gerçek değerleri kadar değer veriliyor – ne fazla ne de eksik. Beyin gücüne gösterilen bu itibar ve adil yaklaşım ABD’yi bugün bir cazibe merkezi haline, ABD üniversitelerini de yüksek öğretimin Mekke’si haline getirmiştir. Mesela 2007 yılinda ABD üniversitelerinde 624 bin yabancı öğrenci öğrenim görüyordu, ve ABD bu “eğitim ihracatı”ndan yılda 15 milyar dolar’dan fazla gelir sağlıyor. Dahası, bu yabancı öğrencilerin ciddi bir kısmı mezuniyetten sonra orada kalıyor, ve ABD’nin global beyin gücüne katılıyor. Bugün ABD’de fen ve mühendislik sahalarındaki araştırmacıların yaklaşık yarısı ABD dışında doğan kişilerden oluşmaktadır. Eğer bu yabancılar hep birden ülkeyi terkedecek olsa, ABD teknik beyninin yarısını kaybetmiş gibi olur. Rasyonel zemine dayalı Amerikan miliyetçiliği, yabancı kökenli bu parlak beyinlere layık oldukları en yüksek değeri vermeyi asla yerli – yabancı ayrımı yapmamayı gerektirir. ABD bu akıllı yaklaşımının meyvelerini on yıllar boyunca bol bol toplamıştır, ve bunun sefasını hala sürmektedir. AB ülkeleri de ABD ile rekabet edebilmek ve beyin göçünden daha yüksek bir pay alabilmek için son yıllarda ABD’dekilere benzer “Yeşil Kart” gibi uygulamalar geliştirmişlerdir. Türkiye’nin acaba beyin göçünden pay kapma konusundaki planı nedir? Ayrıca yaklaşık 30 bin vatandaşımız yurt dışında yüksek öğrenim görüyor (ki maliyeti ögrenci başına 10 bin dolardan yılda 3 milyar dolar eder). Türkiye bu trendi tersine çevirmek için acaba ne yapmayı planlıyor? İnsanlar için en kıymetli değerlerden biri belki de başta geleni İstiklal Marşı’mızda da “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım” şeklinde ifadesini bulan bağımsızlık veya hürriyettir. Bireylerin merkeze konduğu ve kişisek hak ve hürriyetlerin ön plana çıktığı bu hürriyet çağında bu daha da böyledir. Tarih boyunca insanlar başkalarının tahakkümü altında yaşamamak ve kendi geleceklarini kendileri tayin etmek için mücadele etmişler, ve hatta bu uğurda canlarını dahi vermişlerdir. Bunun mümkün olmadığı durumlarda ise yurtlarını terkedip insanlık onuruyla en serbestçe yasıyabilecekleri yerlere göç etmişlerdir. Bu gün ABD ve Kanada gibi demokratik ülkeler dünyanın her yerinden göç alıyor ise bunun temel sebebi göç eden kişilere kendi ülkelerinde hayal bile edemiyecekleri hak ve hürriyetleri sunuyor olması, ve insanlara onur içinde yaşıyabilecekleri bir hayat imkanı sunmasıdır. Baskıcı rejimleri yüzünden yabancı işgali altındaki ülkelerden pek de farklı olmayan insanlık onurunun ayaklar altına alındığı ve kişisel hak ve hürriyetlerin büyük etapta kısıtlandığı anti demokratik ülkelerde ise insanlar – bilhassa eğitim seviyesi yüksek olanlar – ülkelerini terketmek için fırsat kollamaktadırlar. Bu göçü önlemenin yolu eski demir perde ülkelerinin yaptığı gibi ülke etrafına kalın bir duvar örmek veya yasakları pekiştirmek değil, ülkede gerçek demokrasiyi tesis etmektir ve halka serbestiyet havasını teneffüs ettirmektir. Bir örnek vermek gerekirse, ABD halkının büyük çoğunluğu hırıstiyan olan ve dinin devlete karışmadığı ama devletin de bireylerin din hürriyetini garanti altına aldığı gerçek manada laik bir ülkedir. Büyük çoğunluğun dini tercihi dikkate alınarak ibadet günü olan Pazar günü ve Noel gibi dini kutlama günleri resmi tatildir. Bununla beraber diğer dinlerin mensuplarına da dini mükellefiyetlerini yerine getirme hakları gözetilir. Mesela öğretim üyeleri bir müslüman veya yahudi öğrenciye dini bayramlarında izin vermek durumundadır, ve o tarihlerde kaçırılan sınavlar için hiç zorluk çıkarmadan telafi sınavları verilir. Keza müslüman bir öğretim üyesi Cuma namazına denk gelen saatlerde kendisine ders konmamasını talep edebilir, ve bu talep yerine getirilir. Bütün bunlar din ve vicdan hürriyetini garanti altına alan laikliğin bir gereği olarak yapılır. Müslüman bir öğretim üyesi acaba Türkiye’de aynı talepte bulunsa nasıl karşılanır? Veya Türkiye’de bir üniversite halkın büyük çoğunluğunun müslüman olduğunu dikkate alıp Cuma namazı saatine ders koymasa acaba bu üniversite yönetimine gerçek manada laik, modern ve özgürlükçü diye madalya mı verilir, yoksa benzeri başka yerde olmayan baskıcı laiklik uygulamamızda bir gedik açıyor diye soruşturma mı açılır? Bu öğretim üyesi ABD’de çocuğunu normak müfredatla beraber dinini de öğrensin diye bir cemaat okuluna gönderebilir, ve bu okuldan mezun olan çocuk diğer devlet veya özel okullardan mezun olan arkadaşlarıyla eşit şartlarda üniversiteye girebilir. Bu kişi Türkiye’de çocuğunu üniversiteye girme şansını gözden çıkarmadıkça din eğitimi de veren bir okula acaba gönderebilir mi?. O zaman şu soruyu sormak lazım: Din (veya düşünce ve ifade gibi başka hürriyetler) kendisi ve ailesi için önemli olan bir öğretim üyesi acaba ABD’de mi yoksa Türkiye’de mi çalışmayı tercih edecektir? Bu kişi hangi ülkede daha hürdür? Bir kişiden yabancı bir ülkeyi bırakıp kendi ülkesine dönmesi için bazı hürriyetlerinden vazgeçmesini istemek bir tezat değil midir? Diğer bir tezat da Türkiye’nin dünyada bir benzeri bulunmayan çarpık laiklik anlayışındadır. Örneğin Türkiye’de anayasa mahkemesi üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakmayı laikliğe aykırı bir davranış olarak yorumlamaktadır. AB ülkeleri dahil tüm modern dünyada ise üniversitelerde başörtüşü laikliğin bir gereği olarak serbesttir. ABD’de bir üniversite başörtüsünü yasaklamaya kalksa oranın anayasa mahkemesi başörtüsünü hem din ve vicdan hürriyetinin ve hem de ifade hürriyetinin kapsamında yorumlar, ve laikliği ihlal eden bu yasağı iptal eder.Türkiye’de bazı kesimlerin laikliğin tarif edilmesini niye istemedikleri açıktır: Din ve vicdan hürriyeti gerçek laikliğin olmazsa olmazlarındandır, ve “dine hayat hakkı vermeme” diye bir laiklik tarifi dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Türkiye beyin göçünü tersine çevirme konusunda samimi ise önce kişisel hak ve hürriyetleri evrensel standartlara çıkarmalıdır. İnsanlarımız Batı standardında din hürriyetine kavuştukları zaman memnuniyetle görülecektir ki Türkiye’de “irtica” diye bir tehlike kalmamış – aynen Batı ülkelerinde olduğu gibi. Bir kişi tarafından tayin edilen belli politik görüşteki bir kaç kişiye halkın büyük çoğunluğunun tercihiyle iktidara gelmiş bir partiyi kapatma yetkisi veren bir rejim, adı ne olursa olsun, bir kişinin parlamentoyu feshetme yetkisine sahip olduğu bir monarşiden farklı değildir. Demokratik bir ülkede hürriyetin hazzını almış beyinlerin yarınları belirsiz monarşik bir ortama dönmesini beklemek herhalde pek de gerçekçi değildir. Türkiye, 12 Eylül döneminde, yetişmiş beyinlere verdiği önemi(!) onlara yaptığı insanlık dışı muamele ile bütün dünyaya gösterdi. Bunun hesabının bile sorulamamış olması ve gündemden düşmeyen darbe söylentileri yetişmiş beyinleri sindirmekte ve dışarıya itmektedir. Bugün ABD ve Avrupa ülkelerinde yaşayan yüzbinlerce yüksek eğitimli Iran’lı vardır. İran’daki baskıcı ve yasakçı rejim devam ettiği sürece bu İran’lı beyinlerin ülkelerine dönmesini beklemek acaba ne kadar gerçekçidir? Türkiye baskıcı ve yasakçı ülkeler kategorisinden çıkıp hürriyetçi ülkeler ligine girince beyin göçü problemi de büyük etapta kendi kendine hallolacaktır. Fırsat verildiğinde insanların doğdukları yeri değil maddi ve manevi olarak doyuma ulaştıkları yeri seçmesi, ve keza baskıcı bir aile, mahalle, veya ülkeyi ilk fırsatta daha hürriyetçi bir ortam için terketmesi sosyolojik bir olgudur. ABD’ye göç etme şansını yakalamak için açılan kuraya Türkiye’den her yıl yüzbinlerce vatandaşımızın başvuruyor olması Türkiye için hiç de gurur verici bir manzara değildir. AB’nin katılımdan sonra bile Türklerin serbest dolaşımına kısıtlama getirmeyi planlıyor olması da Türkiye’ye “insanların terketmeye hazır olduğu bir ülke” görünümü vermektedir. AB’nin araştırma kurumu Eurofound’un Kasim 2008’de AB üyesi 27 ülke ve aday ülkeler arasında yaptığı bir araştırmaya göre insanların en mutsuz olduğu ülke Türkiye. Geniş halk kitlelerinin bile içinde yaşamaktan memnun olmadığı ve terketmek için fırsat kolladığı bir ülkede “Türkiye niye beyin göçü veriyor? Yetişmiş beyinlerimiz niye dönmüyor? Niye biz de beyin göçü almıyoruz?” gibi sorular abes kalıyor, ve temel problemi gözlerden saklıyor. Türkiye’nin yapması gereken ilk şeylerden biri ülkeyi geniş halk kitlelerinin içinde yaşamaktan memnun olduğu bir ülke haline getirmesidir. Bu olunca yetişmiş beyinler de otomatik olarak burada yaşamaktan mutlu olur, ve dışarıya gitmiş olanlar da bu mutlu topluluğa katılmak için fırsat kollamaya başlar. Nitekim ODTÜ öğretim üyeleri Aysıt Tansel ve Nil Demet Güngör’ün 2002 yılında 2000’i aşkın yurt dışındaki öğrenci ve üniversite mezunu çalışanlarla yapılan ankete dayalı olarak yaptıkları bir çalışmada yurt dışında çalışanların Türkiye’ye geri dönmeme kararında en önemli itici nedenin Türkiye’deki ekonomik ve siyasi istikrarsızlık olduğu, ve yurt dışındaki yüksek maaşın önde gelen bir neden olmadığı sonucuna varmışlardır. Öğrencilerin yurt dışında kalma kararındaki en önemli çekici faktör ise yurt dışındaki sistemli ve düzenli yaşam tarzı olarak belirlenmiştir. Türkiye’ye dönmeme konusunda öne çıkan diğer itici nedenler yolsuzluklar ve zorunlu askerlik uygulaması olmuştur. Akademik çalışma yapanların en sık dile getirdikleri itici neden ise Türkiye’nin bilime ve akademisyenlere yeterince önem vermemesi oldu. Bu kişiler değer verildikleri ve saygı gördükleri taktirde ülkelerinde daha düşük ücretle çalışabileceklerini ifade etti. Öyle görülüyor ki beyin göçünü tersine çevirmek için Türkiye işe istikrarsızlık ve sistemsizliğe kalıcı bir çözüm bulmakla başlamalıdır. İçinden geçmekte olduğumuz AB süreci bu konuda tarihî bir fırsat sunmaktadır. Türkiye fikir ve ifade özgürlüğündeki kısıtlamalar ve tabulaşmış bazı konuların hala tartışılamaması yüzünden çok ağır faturalar ödemiştir, ve hala da ödemeye devam etmektedir. Bu tabuların üzerine gidilmedikçe ve raflara kaldırılmış bazı konular masaya konup enine boyuna tartışılmadıkça beyin göçü konusunda kayda değer bir mesafe alınamaz. Mesela modern dünyanın artık neredeyse tamamen terkettiği zorunlu askerlik bu konulardan biridir. Tansel ve Güngör’ün anketinde öne çıkan bir sonuç, zorunlu askerliği erteleme arzusunun üniversite mezunu gençlerin öğretim ve iş imkanları için yurt dışına yönelmesinde ve yurt dışındakilerin de ülkeye dönmemesinde önemli bir etken olduğudur. Yani biz zorunlu askerlik uygulamasıyla dışarıya beyin göçünü adeta teşvik ediyoruz. ABD’de 25 yaşındaki bir yüksek lisans öğrencisinin tebliğin 13. sayfasında yer alan şu ifadeler problemi çok güzel özetliyor: “Zorunlu askerlik belki de yurt dışında öğrenim gören Türklerin, bilhassa lisans üstü yapan erkek öğrencilerin, Türkiye’ye dönmelerini ertelemelerinin en önemli sebeplerinden biridir. Yurt dışında öğrenim gören erkek öğrencilerin neredeyse tamamı kısa dönem (bir aylık) askerlik hakkından yararlanabilmek için yurt dışında 3 yıl çalışmayı planlamaktadır. Bu öğrencilerin bir kısmı 3 yıl sonra Türkiye’ye dönüyor, ama diğerleri kariyerlerine yurt dışında devam etmek istiyor ve o yüzden oraya kalıcı olarak yerleşmeyi planlıyor.” Zorunlu askerlik uygulamasının Türkiye’ye faturası dışarıya beyin göçünü hızlandırmaktan çok daha ağırdır. Türkiye eğer “Hakiki mürşit ilimdir” sözünde ve aklı rehber edinme iddiasında samimi ise, akıl ve bilim ışığında zorunlu askerliğin bu ülkeye gerçek maliyetini önyargısız olarak tartışmalı, ve miadını doldurmuş bu uygulamaya profesyonel askerliğe geçiş sürecini hızlandırarak bir an önce son vermelidir. Askeri uzmanların da ifade ettiği gibi, ekonomik gücü olmayan bir ülkenin askeri gücü de yoktur, ve zorunlu askerlik ülke ekonomisini ve dolayesiyle savunmasını olumsuz etkilemektedir. Üniversiteyi yeni bitiren bir genç askerlik engeli yüzünden mesleği ile alakalı ciddi bir işe alınmamakta, ve üniversitede öğrendiklerini uygulama fırsatı bulamadan askere gidince de ciddi bilgi ve beceri yani “beyin” erozyonuna uğramaktadır. Gençler bu süreçte meslek heyecanlarını büyük etapta yitirmektedirler – tabi kendilerini bu akıl dışı sürece mahkum eden sisteme olan saygılarını da. Akademisyenler ise askerlik yüzünden bilimsel çalışmalarına ara vermek zorunda kalmakta, ve dönüşte yeni bir başlangıç yapma durumunda kalmaktadırlar. Bu da verimlerini düşürmektedir. Hatta üniversite önündeki yığılmanın en büyük sebeblerinden biri de zorunlu askerliktir. Çok kişi üniversite eğitimini kısa dönem veya yedek subay olarak askerlik yapmak için bir basamak olarak görmekte, ve ratgele bölümlere kaydını yaptırmaktadır. Askerliği daha da ötelemek istiyenler ise bir ders veya projeyi vermeyip öğrencilik statülerini yıllarca uzatmakta (kimisi yeni bir bölüme başlamakta), ve en verimli olması gereken yıllarını adeta boşa harcamaktadır. Zorunlu askerlik uygulamasının ülkenin toplam beyin gücüne, bilgi tabanlı olması gereken ekonomiye ve ekonomik güçle bağlantılı askeri güce olan olumsuz etkisi bu kadar açık iken bu uygulamada ısrar acaba hangi mantığa hizmettir? Askeri gücün asker sayısı ile doğrudan orantılı olduğu günler çok geride kaldı, ve zaman artık teknoloji, uzmanlık ve profesyonellik zamanıdır. Artık bayatlamış “her Türk asker doğar” ezberini bir yana bırakıp ve sayıları yüzbinlerle ifade edilen asker kaçağı realitesiyle yüzleşip dış güvenliği sağlıyan askerliği aynen iç güvenliği sağlıyan polislik gibi iyi eğitilmiş gönüllülerden oluşan bir meslek haline getirmeli, böylelikle hem ülke ekonomisi canlandırılmalı, hem de ülkenin askeri gücü daha etkin ve modern hale getirilmelidir. Zaten bu modern çağda savaşların çoğu siyasi ve ekonomik alanlarda olmaktadır. Artık “eşitlik” adına herkesi askere alma ezberi de rafa kaldırılmalı (nedense konu askerlik olunca kadın – erkek eşitliği unutuluveriyor), ve askerlik de özel eğitim ve profesyonellik gerektiren bir meslek olarak görülmelidir. Herkesin iç güvenlik için polislik yapmaması nasıl eşitliğe aykırı değilse, dış güvenlik için askerlik yapmaması da öyle eşitliğe aykırı değildir. Zaten zaman iş bölümü ve uzmanlık zamanıdır, ve en yüksek verim herkesin bir mesleği – fırıncılık, mühendislik, doktorluk, öğretmenlik, askerlik, veya polislik – çok iyi yapmasıyla ve sonuçlarının paylaşılmasıyla alınır. Yoksa eşitlik olsun diye herkesi her meslekte çalıştırmaya kalmak, o ekonominin cenaze namazını kıldırmak için imama davetiye çıkarmaktır. Tarihî sürece bakacak olursak, mili bir anane olarak gördüğümüz zorunlu askerliğin aslında Türk geleneği değil bir Fransız icadı olduğunu görürüz. Dünya zorunlu askerlikle Fransız devriminden sonra ilk maddesinde “Her Fransız bir askerdir” yazan 5 Eylül 1798 tarihli kanunla tanıştı, ve bu ordu başkomutan Napolyon ile şöhret buldu. Ancak zorunlu askerlik onu icad eden Fransa’da bile 1996’da kaldırılmıştır, ve Fransa ve İngiltere dahil çoğu Avrupa ülkesi değişen dünya şartlarında modern savaş tekniğinin artık son derece uzmanlık gerektiren bir uğraşı olduğunu görerek profesyonel askerliğe geçmişlerdir. Almanya gibi askerliğın hala zorunlu olduğu ülkelerde ise askerlik yapmak istemeyenler sosyal hizmet alanlarında görevlendirilmektedirler. Polonya gibi bazı ülkeler ise zorunlu askerliğin kaldırılmasını bir sürece bağlamış, ve belirlenen bir tarihte (mesela Polonya 2010’da) profesyonel orduya geçmeyi karara bağlamışlardır. Bu şekilde ülke savunması çok daha az sayıda askerle, daha küçük bir savunma bütçesiyle, ve çok daha etkin olarak yapılacaktır. Türkiye de son beş yıldır maaşlı profesyonel orduya geçme yönünde ciddi ilerlemeler kaydetti, ancak artık çağ dışı kalmış olan “Napolyon geleneği”ni terketme cesaretini hala gösteremedi. Zorunlu askerliğin kaldırılıp ordunun tamamen profesyonel bir hale gelmesi Türkiye’nin askeri gücü, ekonomik gücü, ve beyin gücü için bir devrim olacaktır. Bu ve benzeri reformların hızla hayata geçirilmesi halinde beyin göçü yavaşlayacak ve hatta tersine dönecektir. Yeter ki Türkiye beyin göçünü sona erdirme konusunda gerçekten kararlı olsun ve bu konuda samimiyet sınavını geçsin. Prof. Dr. Yunus Çengel Nevada Üniversitesi, ABD yunus[email protected]
<< Önceki Haber Türkiye'nin en büyük problemi Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER